Hakkı Yüksel yazdı: “Roman’ı Tersten Okumak”

editor
2,9K Okunma

90’lar kuşağı çocukları, vaktini ya sokakta ya da televizyon başında geçirirdi. Karşı apartmana yeni taşınan Bayram adında bir sokak arkadaşım vardı. Genelde kimsenin topunu paylaşmak istemediği, maçlara seçilince de sadece kaleci yapılan, aslında değeri bilinmeyen bir forvetti.  Bayram’ın konuşması biraz başkaydı. Adımın ilk harfini söyleyemediği için bana komik gelirdi. Benim dışımdakilerse ondan korkardı. “Çingene” kelimesini galiba ilk o yıllarda duydum. Annem bana nasihat veriyordu: “Çingene oğlum onlar, dikkat et!” Annemi, Bayram’ın annesiyle konuşurken hiç görmedim. Hatta Bayram’ın annesini gördüğümü de hiç hatırlamıyorum. Zaten bir kaç ay sonra taşınıp gittiler.

Bayramların taşınmasından çok sonra, bir yılbaşı akşamında “çingene” kelimesini ikinci kez yine annemden duymuştum. Televizyonda Adnan Şenses ceketini beline takmış “Bizim mahalle aşağıki mahalle, sizin mahalle yukarıki mahalle” diye şarkı söylüyordu.  Annemin ekrana bakışıyla, Bayramların evinin penceresine bakışı arasında dağlar kadar fark vardı. 

Televizyonlarda 90’lardan bu yana Adnan Şenses’le başlayıp devam eden çok fazla popüler Roman temsilleriyle karşılaşmışızdır: “Kibariye, Gırgıriye film serisi, Güllü, Ciguli ve en son Cennet Mahallesi.” Ötekinin temsili ne kadar önemliyse, bu temsilin şekli de o denli önemlidir. Televizyon çerçevesi içindeyken bakıp, gülüp eğlendiklerimize sokakta karşılaştığımızda mesafe almaya devam ediyorsak, bu temsil şüphesiz sorunlu bir temsildir.  Romanlar, hegemonik algıya göre, hâkim kültürün dünyasını tehdit etmedikleri sürece güldürü nesnesi olarak görülen etnik bir gruptu. Tüm temsil çeşitleri de bu algıyı destekliyor ve besliyordu. Romanlar da diğer etnisite ve ötekileştirilmiş gruplar gibi kalıp yargıların altında eziliyor; temsilleri de bu yargıları sarsmak ve tartışmaya açmak yerine güçlendiriyordu. Romanlar öteki mahallenin insanlarıydı, kendi mahallelerinin dışına taşmadıkça popüler kültür onları metalaştırarak pazarlamaya devam edecekti. Ancak 90’lar kuşağı çocukları büyüdü ve Roman kavramını tersten okuyarak bazı ezberleri bozma çabasına girişti. 

Gencecik bir ekip, “Mutlu Bir Romanın Aşk Hikâyesi” adı ile Roman kavramını tiyatro estetiği içinde yeniden ele alıyor şu sıralar. İlayda Abay’ın kaleminden çıkan ve kendisinin can verdiği Sevda karakteri, tek perdelik bir anlatı tiyatrosu olarak sahnelerde. Bir çamaşır kurutma askılığı ve tahta sandalyeyle açılan oyun, içi çamaşır dolu plastik sepetiyle sahneye gelen Sevda ile başlıyor. Sevda rengarenk kıyafetleriyle, çiçek tokalı topuklu terlikleriyle hiç konuşmadan bir Roman olduğunu gösteriyor. Bu anlamda Can Metin’in kostüm tercihlerinin çok yerinde olduğunu söyleyebilirim. 

Sevda plastik sepetinden tek tek çıkardığı çamaşırlarını asarken, içine attıklarını da anlatmaya başlıyor. İlayda Abay, büyük bir enerjiyle sahneyi dengeli bir şekilde kullanırken seyirciyle doğru bir göz kontağı geliştiriyor. Sevda her zaman ve her koşulda mutlu. Bize kendini “Mutlu Sevda” olarak tanıtıyor. Hayatı çok ciddiye almamak ve gülmek onun bir tür savunma mekanizması. Dolayısıyla biz de Sevda’nın hikâyelerine kahkahalarla gülüyoruz. Bu hikâye anlatımları sırasında seyirciye daha yakın davranması, sözgelimi seyirciye laf atması, Sevda’nın özgür ruhundan beklenir davranışlardı. Ancak böyle bir sahneleme tercih edilmemiş. Buna rağmen hikâyelere hemen inanıyor, Sevda’yla kolayca empati kurabiliyoruz. Her ne kadar komik bir üslup seçilse de aslında Sevda’nın hikâyesi kırık ve ıstırap dolu. İşte tam da burada oyunun karikatürize bir tip eşliğinde 90’lar medyasının klişeleşmiş temsillerine kayma ihtimali ortaya çıkıyor. Güldürüyle başlayıp ucuz bir melodrama mı sürüklenecek bu hikâye acaba, derken öyle olmuyor. 

Oyun metninin katmanlı yapısı, oyuncunun yapaylıktan uzak icrası, Cansu Ekici’nin başarılı yönetmenliği ve Emre Bilgiç’in dramaturjisi ile “Mutlu Bir Romanın Aşk Hikâyesi” Roman temsilinin klişe tuzaklarına düşmemeyi başarabiliyor. Oyun kendi derdini, acıyı yaşamın kurucu bir ilkesi gibi göstermeden, mağdurluktan gurur çıkarmadan anlatabiliyor. Mutsuzluğa yakından bakan ama o mutsuzluk fikrini metalaştırıp pazarlamaya kalkmadan, 90’lar medyası gibi mutsuzlukla mutlu olmayan, acı çekeni küçük düşürmeyen, görünenin ardındaki görünmeyenle ilgilenen bir yaklaşım geliştirebiliyor. Bu tavır da oyunu belli bir noktada politikleştirerek başka gerçeklerle yüzleşmemizi sağlıyor. 

Oyunda Sevda’nın tek derdi ötekileştirilen etnik kimliği değil. Başka ve esas savaşımını patriyarkal düzen ile çatışması üzerinden veriyor. Bu açıdan oyun, toplumsal cinsiyet eşitliğine incelikli bir temasta bulunuyor. Basmakalıp tavırlara indirgenmeden kendi eylemlerine sahip çıkan bir karakter olarak çizilmiş Sevda, ait olduğu etnik kimliğin toplumsal cinsiyet rolü ile kesişimi üzerinden de yeniden ele alınıyor. İlk regl deneyimi, evlilik baskıları gibi kadın olduğu için yaşamak zorunda bırakıldığı toplumsal travmalara göğüs germek zorunda kalıyor. Kendini çok sıkışmış hissettiğinde de ataerkil düzene dansıyla ya da şarkılarıyla baş kaldırıyor. Böylece patriyarkal düzenin ürettiği dilin sınırlarından da çıkabilmiş ve özgürlüğünü ilan etmiş oluyor.

Öykü Gürpınar’la yapılan koreografi çalışmaları oyunun belli yerlerine serpiştirilmiş. İlayda Abay hem dans hem de şarkı söyleme konusunda oldukça başarılı performanslar sergiliyor olsa da ve bu tür ifadelerin oyunun temasına uygun olduğunu düşünsem de sürelerinin ayarlanması gerektiği kanısındayım. Çünkü oyunun kendi seyrini kesintiye uğratır şekilde planlanmış dans ve şarkı sekanslarının oyun ritmini bozduğunu düşünmekteyim. Oyunun ilerleyen aşamalarında Sevda patriyarka ile kapitalizmin birlikte oluşturduğu ücretli ve ücretsiz emek kıskacına takılıp kalıyor. Bu kıskaç patriyarkal kapitalizmin kadınları emekleri üzerinden denetlemesinin, tahakküm altında tutmasının ve sömürmesinin ayrıcalıklı bir biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Yine bu kıskaç, patriyarkal kapitalizm içinde patriyarka ve kapitalizm ilişkisinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak alımlayıcısının karşısında dikilip duruyor. Bu durum da oyunda yeni ve etkili bir başka katman açıyor. 

“Çingene oğlum onlar, dikkat et!” diyordu annem Bayram’ı işaret edip. Peki neden dikkat etmeliydim? Çünkü “çingene” pistir, hırsızdır, göbek atmaktan başka bir şey bilmez. Tüm bu önyargılı toplumsal kabullerin nedeni üzerinden bir sorgulamaya girişmek gerekmez miydi? Madem öyle neden hırsızlar, neden pisler, neden hep mutlu olmak zorundalar? Bu soruları yanıtlamak için Marksist teorideki toplum yapılanmasının ve altyapı ile üstyapının arasındaki diyalektik ilişkinin görünür kılınması gerekir. “Mutlu Bir Romanın Aşk Hikâyesi” adlı oyun işte tam da bunu yapmakta. Hem anlam hem performans olarak oyunun en yüksek sahnesi olan final sahnesinde hiçbir propagandist söyleme kaçmadan, çok basit bir cümle ve çok anlamlı bir göstergeyle noktalanan oyun, bence kendi değerine tam da burada ulaşıyor. Oyunun final sahnesinde ve oyunu bu sahneye ulaştıran olay örgüsünün açtığı bir diğer katman ise geleneksel kültürümüzde önemli yeri bulunan “mahalle” mitini yeniden ele almak.

 Oyunda, Doç. Dr. Yavuz Pekman’ın Türkiye tiyatrosunun bir başrolü olarak gördüğü mahalle, cemaatçi yapıya bağlı olarak ortaya çıkan dayanışmanın, ortaklaşmanın, başkasına karşı korunmanın ve huzurun alanı olmaktan çıkartılarak bir korku ve düşman nesnesi haline getiriliyor. Pekman’ın makalesinde de söz ettiği gibi, zamanla “geleneksel mahallenin dine dayalı cemaatçi yapısı etnik kimliğe ve hemşehriliğe dayalı başka bir yapıya” dönüşüyor. Bu getto kültürü de ötekinin ötekiliğini kuvvetlendirirken başkasının mahallelerine karşı görünmez duvarlar örüyor.

Seyirci olarak bizler, oyun boyunca oturduğumuz koltuklarda kendi mahallelerimizden açtığımız pencereden Sevda’nın mahallesine bakıyoruz. Bazen hüzünleniyor, çoğu zaman eğleniyor, kahkahalar atıyoruz. Oyun sonunda Sevda, büyük cesaretiyle pencerelerimizden içeri dalıyor. Bizim sınırlarımıza dahil olan Sevda, uzaktan, kendi mahallesindeyken izlediğimiz Sevda’dan başka oluyor. 

Mahalleler arasındaki görünmez duvarları yıkmak ya da en azından sarsmak, bazen başka, hiç bilmediğimiz mahallelerin sınırlarına da dahil olabilmek, ötekiyle, yabancı olanla empati kurmaya çalışmak, komşu çocuğu Bayram’ları forvet yapabilmek için gidilmeli bu oyuna.

HAKKI YÜKSEL

 

“Mutlu Bir Romanın Aşk Hikâyesi” Oyun Programı:

12 Kasım Pazar Koma Sahne 20.30
17 Kasım Cuma Apartman Sahne 20.30
30 Kasım Perşembe Endless Art Taksim 20.30

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku