Robert Schild
“Tiyatro… Tiyatro… Dergisi ve tiyatrodergisi.com.tr’nin sürekli yazarlarından Robert Schild’in üyesi bulunduğu Tiyatro Eleştirmenler Birliği’nin çıkardığı “Oyun” dergisinin Bahar 2016 sayısında yayımlanmış yazısını, derginin izniyle yayınlıyoruz”
Sezon ilerledikçe, “Molière eniştem beni niye öptü?” diyesim geldi, Tatavla Tiyatro’nun “İnsandan Kaçan” ile Semaver’in “Cimri” oyunlarının tadına varmış, İDT’deki Haldun Taner’in “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” uyarlamasını ise henüz izlememişken… Bu üç yeni yapımın yanı sıra, İstanbul Halk Tiyatrosu’nun “Bezirgân” adıyla dördüncü sezondur izlediğimiz o nefis Tartuffe yorumu ve Tiyatro Kedi’nin yıllardır sahnelediği “Kibarlık Budalası” da “Molière’in cabası”!.. Halbuki 2015/16 yılları ne doğum, ne de ölüm yıldönümüdür “ussal komedi biçimiyle tüm dönemlerin en kara tiyatrosunu yaratmış” (J.Anouilh)[1] olan üstadın; çok çok (sözlük karşılığı ile “insanları sevmeyen”) Misanthrope’un ilk sahnelenişinin tamı tamına 350. yılını kutlayabiliriz şu sıralarda.
Ne var ki, Molière’in 14 yıl içinde kaleme aldığı toplam 32 oyunda acımasızca eleştirdiği iki yüzlülük, din sahtekârlığı, yalancılık, sahte güzelduyuculuk, çığırtkanlık, cimrilik ve miras avcılığı gibi “meziyet”ler bu üç buçuk asır boyunca hep süregeliyor – ve dolayısıyla yukarıda sıraladığımız oyunları ve ötesindekiler de her yıl sergilenmelidir, beşer beşer!
Grotesk bir “İnsandan Kaçan”
Bu sezonun kesinlikle en çalışkan (İBBŞT ve BBT ve de Tatavla ve tabii ki Altıdan Sonra!) tiyatrocusu olan Yiğit Sertdemir’in sahneye koyduğu “İnsandan Kaçan” oyunu, yukarıdaki “nitelik”lere ayrıca döneminin (ve günümüzün) sosyete düzmeciliği, açık sözlülük sorunsalı ile cinsellik tutkusunu ustalıkla gözlerimizin önüne seriyor. Yazar ve yönetmenin asırlar ötesi sanal işbirliği sonucu bu ustalıklar, kimi oyunculuklarda ulaşılması gereken daha iyi performansların dışında, yeni bir doruğa ulaşıyor – şöyle ki…
1a) Din sahtekârlığını ortaya koyan Tartuffe’deki ana iletiyi ıskalayıp asıl hedef kiliseyi sanan Paris Başpiskoposunun büyük tepkileri sonucu Molière, daha iki yıl geçmeden tamamladığı Misanthrope’da değişik bir yaklaşıma gerek gördü! O da, aralarında bulunduğu aristokrat takımını acımasızca ve alenen eleştiren başkişi Alceste’i ne savunmak, ne de yermekti – ancak iki zıt yoruma açık olan bir karakterin yaratılması bu kez de örneğin J.-J.Rousseau gibi eleştirel düşünürler tarafınca beğenilmeyecekti! Kaldı ki bu zeki buluşuna karşın, toplumu başkişilerinin özyapıları üzerinden eleştirmeyi amaçlayan Molière, bu oyunda da aynı tuzağa düşmekten kurtulamadı: Alceste oyunun odağında kalıyordu…
1b) Bu eksiliği ise Sertdemir çok başarılı bir şekide ortadan kaldırmasını biliyor: Alceste ve sevgilisi Célimène’inkilerin dışında, oyundaki diğer üç başkişiye de birer uşak “yakıştırıp” soyluların yanına toplam beş hizmetli eklerken, oyuna bir yukarıdakiler/aşağıdakiler ikilemi katıyor. Çok akıllıca kotarılmış olan bu karşıtlıkla son derece keyifli gag’ler, nice clownerie’ler yaratılmış olmaktan da öte, üç genç oyuncunun parlamasına olanak tanınıyor – Basque rolündeki Erhan Özkoç, DuBois Ekremcan Arslandağ ve özellikle Oronte’un uşağı olarak büyük beğeni kazanan Ayça Bildik. Molière’in kaleminden çıkmamış bu üç roldeki kişiliklerin başta rejinin yönlendirmesi, ancak büyük çapta da kendi doğaçlamalarıyla hayat bulması ne güzel! “Aşağıdakiler” beşlisinin başarılı devinimleri (biraz fazlaca “Şmürz” kokan DuBois’ın paralanması; bedenleriyle bilardo oynanması; trapez ve yüzme simülasyonları vs.) arasında en çok beğendiğim sahne, odadaki aynada görüntülenen uşak takımının kendi sefilliklerinden tiksinerek korkup kaçmalarına karşın, “yukarıdakilerin” aynanın karşısından ayrılmak istemeyişleridir!
2a) Yönetmenin yarattığı bu ikilemin yanısıra, yazarın oyunda çizmiş olduğu ilk “diyalektik”, insanları sevmeyen Alceste ile can dostu Philinte ile görüş ve yaklaşım farklılığı olsa gerek… Şöyle ki, uyumlu bir kişiliği bulunan arkadaşının “herkesi olduğu gibi kabullenmelisin” türündeki telkinlerine karşın Alceste’in, ona bir şiirini okuyan aristokrat Oronte’yi “nedir sizi şiir yazmaya zorlayan!” şeklinde eleştirmesi, dahası “ahmaklığa övgüler”den hiç haz almadığını belirtmesi, kendisine düşman kazandırmaktan başka bir faydası olmuyor! Philinte’in oyunun sonunda evlenmesine karşın Alceste’in yanlız kalması, birinin yaşam ile başa çıkmasını bildiğini, diğerinin ise yaşamı ıskalamış olduğunu ortaya çıkarmaktadır – doğru tarafı savunmasına karşın!! Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Molière’in burada kimi haklı bulduğu, kimden yana olduğu konusunda ipucu vermemekle, acaba Alceste karakterini sadece gülünç bir kişi olarak mı göstermeye çalışıyor? Böyle bir özyapıya günümüzde komik değil, trajik sıfatını yakıştırabiliriz; yoksa yazarın alt metninde bu gönderme de gizlenmiş olmasın?! Zaten Goethe’nin Molière oyunları hakkındaki öne çıkan bir yorumu[2], komedilerinin “trajedinin sınırında dolaşmış olmaları” şeklinde değil miydi?
2b) Yönetmen Sertdemir, Alceste ve Philinte arasındaki ikilemi de ustaca kotarılmış bir simgesellik ile resmediyor – oyunun hemen başında ve ayrıca sonuna doğru uşakların getirip ortalarına yerleştirdikleri ayna/terazinin üzerine bıraktıkları boş şarap kadehleriyle yarattıkları dengesizlik ile! Ancak burada belirtmemiz gereken, oyunculukların arasında da göze çarpan eşitsizliktir. Başroldeki Eraslan Sağlam’ın, bu sezonun en başarılı oyunculuklarından birini sergilediğini söyleyebiliriz; karşısındaki Philinte Ömer Akgüllü’nün ise birazcık daha çalışması gerekiyor…
3a) Oyunun ikinci “diyalektiği”, aşık olduğu Célimène’in başkalarıyla da buluştuğunu öğrenmesine karşın, Aleste’in ondan vazgeçememesidir – ta ki oyunun sonunda reddedilmesine dek… “Akıl değil ki, sevgiyi düzenleyen” repliği ile Alceste, cinselliğin bir tutsağı olduğunu açıkça belirtiyor ve burada Molière’in Misanthrope’da kullandığı ikinci özyaşamöyküsel özelliği ortaya çıkıyor: Bu kara mizah öncüsünün çağının insanlarına en ağır eleştirileri yöneltmiş olmasının yanı sıra, bu oyunu kaleme almasından dört yıl önce, kırklı yaşlarındayken eski bir sevgilisinin kızı olan Armande ile evlenmesinin hemen ardından genç eşi tarafınca aldatılmaya başlanmıştı!
3b) Sertdemir’in yorumları bir yana, Molière döneminde –günümüzden belki daha çok– büyük harflerle yazılan baştan çıkarma, aldatma, kısacası cezbedici cinsellik konusunda “İnsandan Kaçan” ne yazık ki sınıfta kalmışa benziyor… Oyunun bu konuda yüzümüzü güldüren tek bölüm, kız kurusu Arsinoe rolündeki Şebnem Usanmaz’ın kapandığı sandıktan grotesk’e varan bir vamp kılığında çıkmasıdır!
4a) Molière bu oldukça erken sahne yapıtını da Ortaçağ Fransız tiyatrosunun fars (Frans.: farce; Lat.: farcir = doldurmak) türüne uygun kabalıklarla “doldurma”dan edemiyor. Diğer yandan, gene çoğu oyununu donattığı commedia dell’arte öğeleriyle ve bundan öte, bu iki tiyatro türünü taçlandırırcasına, vurgulayıcı bir-iki karakterin öne çıkmasıyla klasik komedinin başyapıtlarından birini yaratmış oluyor.
4b) Sertdemir ise bu üçlü bileşene grotesk cilasını da atıyor ustalıkla! Bu becerisini yıllar önce (2006/2007, Altıdan Sonra) “Kapıların Dışında” ve (2008/2009, İBBŞT) “Leonce ve Lena” oyunlarının rejisinde ziyadesiyle alkışlamıştık. Kuşku götürmez ki, ona bu yaklaşımında özellikle giysi tasarımlarıyla Canan Seda Balaban yıllardır çok önemli destek sağlıyor – ve bunu “İnsandan Kaçan”da yeniden gözlemleyebiliyoruz. Bu oyundaki diğer önemli bir özellik, sahnede sirk, trapez ve palyaço devinimlerine rastlanmasıdır; kaldı ki, bir adım daha ileriye gitmek istiyorsanız, Sertdemir’in soyluları birer clown (akıllı palyaço), uşakları ise birer auguste (soytarı) olarak yorumladığını bile savlamanız mümkün!..
Molière’in yarattığı karakterlere yönetmen Yiğit Sertdemir’in yüklediği ilave özellikler bir yana, oyuna bu zenginliği katan hiç kuşkusuz 10 kişilik özgün kadroya üç ilave rolün/kişinin eklenmesidir, yukarıda da işaretlediğim gibi… Bu “kalabalığı” ödeneksiz, küçük bir kumpanyanın gerçekleştirmesi aslında olanak dışı gibi geliyor – ne var ki, Tiyatro Tatavla’nın aynı zamanda bir sahne sanatları eğitim kurumu olması, genç oyuncuların bir çeşit “el altında” bulunmasını sağlıyor gibi! Bu “kolaylık”, sahne müzisyenleri Serkan Okanar (nefesli, vurmalı ve tuşlu çalgılar!) ile Mert Timur (kontrabas) için de geçerli midir, bilemiyorum – ancak şurası tartışma götürmez ki, şaşılası derecedeki multi-instrumentalist Okanar’a ait olan sahne müzikleri de pek başarılı olmuş! Oyunun durmak bilmeyen çoklu devinimlerini de yetkin bir şekilde kotarmasını bilmiş koreograf Senem Oğuz ile bu küçük sahnede ışık tasarımında oldukça zorlanmış olduğunu varsaydığım İsmail Oğuz’un da isimlerini burada övgü ile anmadan edemeyeceğim…
Bir Lehrstück olarak “Cimri”
Molière oyunları bugün nasıl sahnelenmelidir? Tiyatro kuramcıları tarafından çokça işlenmiş olan bu konuyu burada tartışmaktan çok, özgün metnine dokunmadan Le Misanthrope ve L’Avare klasiklerini aynı sezon içinde iki ayrı yöntem ile karşımıza getirmiş olan Tiyatro Tatavla’dan sonra Semaver Kumpanya’nın “Cimri”sine de kısaca bakalım.
Tansu Biçer’in bildiğim kadarıyla ilk reji çalışması olan bu “klasik” Molière yorumunu ilk etapta dev bir Brecht’sel “Lehrstück” (öğreti oyunu) olarak tanımlasam, acaba abartmış mı olurum? Altını çizmek istediğim, her sahne sanatçısının bu oyundaki iletilerin sunulmasından, bu arada Brecht’in de çok önem verdiği birey/toplum karşıtlığının işlenmesinden nice tiyatro dersi çıkarabileceğidir… Kaldı ki, dramaturjisi Bilgesu Kasapoğlu’na ait olan bu “Cimri”, (çağdaş giysiler bir yana) özgün yorum yöntemiyle daha yalın, daha iyi biçimde sunulamazdı! Keza, “İnsandan Kaçan”ın başından sonuna kadar acınacak zavallı Alceste rolü ile karşılaştırıldığında, oyunun neredeyse tümünde nefret edilen Harpagon’un, o trajikomik monologuyla benzer derecede acınacak bir kişiliğe dönüş(türül)mesi, kuşkusuz çok daha zor olsa gerek… Bunu da Serkan Keskin ziyadesiyle başarmış. İzmit Şehir Tiyatrosu döneminde Işıl Kasapoğlu’nun öğrencisiyken, orada da sahnelenmiş olan “Cimri”nin ardından hocası/yönetmenini 2002 yılında yeni kurulan Semaver Kumpanya’ya izledi ve bugüne dek nice (baş)rollerde nice genç tiyatroculara örnek oluyor, izleyicilerinin de yüzlerini ve gönüllerini güldürüyor. Ancak diğer rollerdeki sanatçılar ve kusursuz yönetiminin yanısıra, zevkli sahne tasarımıyla Tansu Biçer de dört dörtlük birer performans çıkarmaktadır. Öte yandan, program notlarındaki “Kimdir bu Cimri? (…) Sadece yazılmış bir karakter midir Harpagon? Etrafımızda var mıdır böyleleri? Nasıl bir şey olurdu böylesine bir insanla yaşamak?” sorularını çağrıştıran oyunun konusuna baktığımızda, “Cimri”nin başlı başına ve geniş anlamda da örnek bir “Lehrstück” olduğunu görüyoruz, “para”nın, yani maddiyatçılığın insanoğlunu nasıl yozlaştırabileceğini ibret verici biçimde gözlerimizin önüne sermesiyle…
…ve diğerleri…
Ne mutlu bize ki, Molière’in üçüncü başyapıtı olan Tartuffe, “Bezirgân” adıyla İstanbul Halk Tiyatrosu’nun grotesk’e göz kırpan, bir hayli “yerli”leştirilmiş bir yorumuyla halen sahnelerde! Oyunu “yakın olsun” diye[3] bir Balkan ülkesine taşımış olan yönetmen Yıldıray Şahinler’e burada yine –bu kez olağanüstü başarılı mask ve kukla tasarımlarıyla– Candan Seda Balaban destek çıkıyor; ortaoyunu renklerini andıran, eşit derecede ustalıklı giysiler Duygu Türkekul’a, bu sahnelemede önemli bir işlevsellik taşıyan dekorlar ise Barış Dinçel’e ait.
Ve bu “yaratıcı ekibin” (sevgili Üstün Ağabey’e selâm olsun!) ustalıklarının önünde tüm oyuncu kadrosunun ustalıkları, ancak onların arasında da dört yıldır zirveden inmeyen iki usta öne çıkıyor: Evin hizmetçisi Delile (Dorine) rolündeki Bahtiyar Engin ve bir yandan Zikret’i (Orgon’u), ancak aynı zamanda “İbo” kuklayı oynatarak Bezirgân’ı (Tartuffe’i) canlandıran Cem Davran. Bu yetenekli ekip ile “Bezirgân”, yukarıda irdelediğimiz diğer iki Molière yorumuna kıyasla, en çok güldürendir – ve bu bağlamda Brecht’in altını çizdiği tiyatronun diğer olmazsa olmazı, “eğlendiriciliği” de tam anlamıyla yerine getiriliyor![4]
Sahnelerimizin duayeni sevgili Haldun Dormen ile son yıllarda güzel bir işbirliği geliştirmiş olan Hakan Altıner’in Tiyatro Kedi’sinde, kendi ifadeleriyle “8. yılında seyircisiyle buluşmaya devam eden” “Kibarlık Budalası” (Le Burgeois Gentilhomme) ile bu sezon İDT’de gösterime girmiş olan Haldun Taner’in “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” (George Dandin) oyunu ile Fasulyeciyan / Mınakyan / A.Vefik Paşa / Kel Hasan’a “şapka” diyen Molière uyarlamalarını henüz izlemediğimden, bunlar hakkında her hangi bir yorumda bulunamıyorum – ancak şurası kesindir ki, İstanbul sahnelerinde halen gösterimde olan tüm oyun ve uyarlamalarıyla bu büyük tiyatro yazarının, Jean Anouilh’in şu tanımlaması yeniden kanıtlanmış oluyor: “Molière, insanoğlunu adeta bir böcek gibi iğnenin ucuna raptetmiş, diğer elinde cımbız ile tepkilerini kurcalıyor – ve bu böcek-insan, her dokunuşunda hep aynı tepkiyi gösteriyor: bencilliğini…” [5]
[1] aktaran: G.Hensel, Spielplan 1; Econ & List/München, 1999, s. 256
[2] F.Deibel, Goethes Gespraeche mit J.-P.Eckermann; Insel/Leipzig, 1908, s.245
[3] Ece Saruhan ile söyleşi; Habertürk Gazetesi, 12.11.2012
[4] B.Brecht, Tiyatro İçin Küçük Organon (çev. A.Cemal); Mitos Boyut/İst., 2005, s.20 : “(…) tiyatro, ahlaki olanı eğlendirici kılmadığı taktirde (…) derhal ‘düzeyini’ yitirecektir.”
[5] G.Hensel, a.g.e.