Erdem Beliğ Zaman yazdı: “Türk Tiyatrosu’nun ‘Tâlih’i”…

editor

“Tâ geçmişten bugüne iktidâr sâhiplerinin ve hâmîlerin keyfî idârelerinin ellerindeki oyuncak…”

Aslında gene Türk Tiyatrosu’nun tarihi üzerine nâçizâne bir yazı kaleme alacaktım fakat yarı dolu salonlarda tam kira ödemekle, seyircisizlikle ve üstlerine sağanak gibi yağan zamlarla sel altında kalan tiyatro âleminde bu yazı suya yazı yazmak olacaktı! Yoksa medyamız, tiyatro tarihimizi bilmemekte ısrarcı! Hakikaten medyamız, bu sahada türlü yalan haberlerle, mesnetsiz iddialarla, bir gazete kupürü okuyup bütün o devrin tiyatro tarihi anlatmaya kalkanlarla, kendilerini Osmanlı’nın son devrinin uzmanı diye pazarlayıp İsmail Dümbüllü’ye meddah diyenlerle bir rezillik hâli içerisindedir! Ne olursa olsun, rezillik muhakkak hak ettiği sonu bulur; dünyada o rezilliği yapanı unutturur, hayattan siler, yaşarken öldürür… Bunun örneklerini Güner Ümit’in “Kızılbaş”ı gibi hâdiselerle de tecrübe ettik lâkin sefillik, rezillik gibi değildir; hatta insanı hayatta öldürebilen rezilliğin aksine sefillik, insanı ölümde yaşatır; yoklukla, perişanlıkla, açlıkla, gelecek kaygısıyla terbiye etmeye çalışır! Tüm bunları düşününce tiyatro namına yapılan türlü rezilliği bir kenara bırakıp bu âlemdeki sefillikten; daha doğrusu bugün salgınla beraber sefillik hâlinde sirayet etse de tarihimizde eziyet, baskı, sansür, meşakkat şekillerinde de sirayet eden Türk Tiyatrosu’nun “tâlihi”nden kısaca bahsetmek istiyorum.

Batı’da diğer sanat dalları gibi tiyatro da iktidâr sahipleri ve hâmîlerce desteklenip, ayağa kaldırılmıştır. Bugün piyesleri dünyanın dört tarafında seyirciyle buluşan Shakespeare, kraliyetin hâmîliğinde piyeslerini vücuda getirmemiş miydi? Piyesler deyip geçtiğimiz piyesler de Hamlet, Macbeth, Kral Lear, Othello’nun da aralarında bulunduğu klasik şâheserler! Goethe gibi Avrupa dâhîleri düklerce baş tacı edilmemişler miydi? Burada dikkat edilecek husus sanatkârlar himâye edilirken iktidar sâhiplerinin şahsî menfaatlerine ve hırslarına âlet edilmemesi yahut asgarî şekilde âlet edilmesi. Zaten başka türlü bu eserlerin ortaya çıkmasına da imkân yoktur! Asırlar evvel Batı’da böyle gelişmeler görülürken bizde asırlar sonra sanatkârlar idârecilerin sofralarında, meclislerinde eğlendirici şahıs vazifesini görmekle meşguldüler. Aklı başında eserler meydana getireceklerine şairler, sanatkârlar zekâlarını ve sanat kabiliyetlerini kendilerini himâye eden iktidâr sahiplerinin keyiflerini hoş edebilmek için harcamışlardı. Padişahların gazellerine nazire yazan şairlerle başlayan bu hayatını daha iyi idâme ettirebilmek için yapılan “sanatkârlık”, saray tiyatrosunda suya sabuna dokunmayan nüktelerle sanatını zayıflatan komik-i şehirlerle devam etmiş; bugün de devam etmektedir ve edecektir. Nitekim huylu huyundan kolay kolay vazgeçmez. Osmanlı’nın son devrinde Sadrazam Ali Paşa önde kendisinin ve misafirlerinin, arkada adamlarının ve maiyetinin olduğu iki kayıkla Boğaziçi’nde gezintiye çıkmıştı. Kıyı kıyı giderlerken kendisinin de içinde bulunduğu kayık kuma oturur. Bunun üzerine arkalarından refakat eden kayığa dönerek:

– Oturduk! Der.

İkinci kayıktaki dalkavuğu durur mu, seslenir:

– Güle güle oturun paşam, güle güle oturun!

İşte bizde kültürün, mizahın ve sanatkârlığın seviyesi buydu. Tiyatroya gelecek olursak bizde tiyatroya istidadı olan kabiliyetli, zeki ve nüktedan şahıslar elbette ki mevcuttu. Borazan Tevfik, Muhsin, Paskal Salih, Kurban Osep, Kambur Nazif bu şahıslardan bazılarıydı. Bu zatlar, taklitte ve hikaye anlatmakta emsaline zor rastlanır kabiliyete sahip olmalarına ilâve olarak fevkalade hazırcevaptılar ve nekre idiler. Borazan Tevfik’in jübilesinde canlandırdığı monoloğu devrin fıkra yazarları gazetelerdeki sütunlarında öyle anlatmışlardır ki merak edenler için diyorum,  kütüphanelerdeki gazete ciltlerini hâlâ o sütunlar ayakta tutmaktadır! Ne yazıktır ki bu kabiliyetler zengin sofralarında fıkra anlatarak, komiklik ederek, meclisi neşelendirerek ömürlerini geçirmişler; belki de bizim sahnelerimizin Louis de Funés, Fernandel, Bob Hope gibi sanatkârlara sâhip olamamasına sebebiyet vermişlerdir. Bal Mahmut namıyla meşhur Mahmut Baler de bu kabiliyetlerden biriydi. Kim bilir, bu zatlar sahnelerin tozunu attırıyor olsaydı Hâzım, Nâşid gibi sanatkârlarımızın isimlerinin yanında bu isimleri de sayıyor olacaktık? Fakat ne yapsın adamcağızlar? Sahne aktrislerinin ve aktörlerinin sürdükleri hayatı görmüşlerdir muhakkak; yarı aç, yarı tok yaşamaya cesaret edememişlerdir! Yahut şöhreti halk nezdinde yayılınca saraya alınıp sâdece saray ahâlisini eften püften şakalar yaparak güldüren; tükenince de azat edilen Komik-i şehir Abdi Efendi gibi olmak istememişlerdir… Gene tiyatrodaki kazançları azalınca Beyoğlu’nda ve Bayezit’te piyango bayii açmak mecburiyetinde kalan Hâzım Körmükçü ve Nâşid Özcan gibi olmayı kabiliyetlerine yedirememişlerdir… Her hâlükârda nüktelerince ve kabiliyetlerince para ve kudret sâhiplerince himâye edilmek kendilerine daha mantıklı gelmiştir. Belki bencilce diyeceksiniz fakat asıl kızılması gereken onlar değil, onları bu şekilde davranmaya iten “esas benciller”dir. Onlar bu bencillik oyununda yalnızca figüran rolündeydiler…

Memleketimizde tiyatro sanatını meslek olarak seçenler tarih boyunca türlü baskılara, işkencelere ve sansürlere maruz kalmışlardır. Mesela, ⅠⅠ. Abdülhâmid devrinde kendi ikametgahı olan Yıldız Sarayı’nın isminin anılmasını ve parmakla işaret edilerek gösterilmesini yasaktı! Saçma ama hakikat! Ahmet Rasim, o devrin hayalilerinden Serçe Mehmet’in bir Karagöz oyunu sırasında geçen şu hatırasını Serçe Mehmet’in ağzından nakleder: 

“Bir gece, karagöz oynatılması hakkında irade geldi. Perdeyi kurudm, oynatmaya başladım. Sıra gelmişti şarkıya başladık:

Aya baki yıldıza bak,

Şu karşıki kıza bak…

diye okuyacaktım ki tam “Aya bak” dediğim esnada bir de perdenin sağ tarafına bakayım ki, Sultan Hâmid bizi kenarda gözetlemiyor mu?.. Bir ânda “Yıldız” kelimesinin böyle bir yerde ağza alınmasından dolayı başıma gelecekleri düşündüm, hemen:

Aya bak, havaya bak,

Karşıki tavaya bak…

dedim, işin içinden sıyrıldım..”

 Ne yazık değil mi? Cumhuriyet’in ilânından sonra mizah dergilerinde Türk vatandaşı şöyle târif ediliyordu: “Türk vatandaşı; İsviçre Medenî Kanunu’na göre evlenen, İtalyan Ceza Kanununa göre cezalandırılan, Alman Ceza Mahkemeleri Usûlü Kanununa göre yargılanan, Fransız İdâre Hukukuna göre idâre edilen ve İslam Hukuku’na göre gömülen kişidir…” Bu espriden hareketle Türk tiyatrocusunu da şöyle târif edebiliriz: “Türk tiyatrocusu, keyfî irâdeye göre sansürlenen, orman kanununa göre yasaklanan, geçim derdiyle hastalanan, hayatta kalabilmek için oradan oraya turne yapan, vefat edince de alkışlanıp hatırlanan kişidir…” Vahim ama hakikat… Nice tiyatrocu hayatında görmediği alakayı ölünce görüyor… Sanki ölüler görebilirmiş gibi… Alkışlarla uğurlanıyor, çoğunun cenaze töreninde salonlar, oyunlarında dolmadığı kadar doluyor…  Meşhur heccav Şair Eşref memleketimizde şair olanın hâlini şu kıt’asında tasvir etmişti:

“Çektiğim cevr ü cefânın sebebinden, sorma,

  Deme kim bâd-ı havâ menkıbe dellâlı budur.

  Habs ile nefy ile işkence ile ömrü geçer

  İşte Türkiyye’de şâir olanın hâli budur.”

Ondan asırlar sonra bugün, çok kabiliyetli olduğu hâlde imkânsızlıklar yüzünden bir türlü belini doğrultamayan Türk tiyatrocusunun hâlini de üzülerek şu kıt’ayla ancak tasvir edebiliyorum:

Bakın işte siz; ülkemde tiyatroyla uğraşan

Ya vergiyle, ya sansürle, ya salgınla mahvolur.

Sanatkârlığı çoktur da düşük kadro, az dekor…

Geçim yolları her yerde arar, hep belâ bulur!”

  Tiyatro ve tiyatrocular lâyık oldukları hürmete ancak Cumhuriyet’le ve Atatürk’le kavuştular. İnkılâplarla bu hürmete birtakım haklar da ilâve oldu ve Osmanlı devrinde iki tiyatrocunun bir şâhit kabul edildiği günleri geride bırakarak meslek olarak tanındılar, saygı gördüler. Kadınlarımız ecnebice takma isimler kullanmadan sahneye çıkabilme hürriyetine kavuştu. Bugün birçok genç tiyatro yapmak için can atıyorsa ve bunu gizlemeden apaçık bir şekilde yapabiliyorsa epey yol katettik demektir. Yine de insan söylemeden edemiyor; tiyatromuzun bu gişe önlerindeki kalabalıkla, fuayelerdeki hengâmeyle en cıvıl cıvıl olması gereken zamanda; kapalı gişelerle, başka mesleklerde çalışmak zorunda kalan tiyatrocularla, çekilen sefillikle horul horul bir vaziyette olması insanı üzüyor ve Cumhuriyet devri tiyatroculuğuna yakışmayan bir manzarayla bizi baş başa bırakıyor. Neden? Yardım eli uzatmak bu kadar mı güç? Güçse bilelim de, ona göre başbaşa vererek bu meselenin çâresini bulmaya çalışalım… Elbette olağanüstü bir vaziyet mevzubahis fakat ona göre bazı şartları zorlamak gerektiği kanaatindeyim. Geçmişte başımızdan geçenleri hatırladıkça kâni oluyorum,  ki yaşadığı birkaç “altın çağ” dışında tutulup yüceltileceği yerde atılıp bastırılan tiyatromuz maalesef hâlâ daha hak ettiği mertebede değil. Tiyatro yapmak için turnelerde çadırlarla gezen, bu mesleğin ceremesini çeken Dümbüllü’ler, Hâlide Pişkin’ler, Râşit Rıza’lar, Avni Dilligil’ler, Renan Fosforoğlu’lar, Muammer Karaca’lar, Muzaffer Hepgüler’ler, Toto Karaca’lar, Celal-Ali-Lütfullah Sururi’ler, Tevhid Bilge’ler, Kenan Büke’ler, Aziz Basmacı’lar, Salih Tozan’lar, Orhan Erçin’ler neredeler? Hangi hafızada yer işgal ediyorlar? Ya hâlâ yaşayan Altan Karındaş’lar, Seden Kızıltunç’lar, Ayla Karaca’lar, Şemsi İnkaya’lar, Jeyan Mahfi Tözüm’ler neredeler? Hangi köşkte, hangi yalıda günlerini gün ediyorlar? Tiyatro yapabilmek adına çekilen güçlükler, zahmetler, yokluklar, sefillikler, yapılan rezillikler kadar dahi infial yaratmıyorsa bu çekilen tüm bu zorlukların artık Türk Tiyatrosu için bir kader olduğu mânâsına geliyor. İnsanın Tevfik Fikret’in Nef’î için söylediği şu beyti, bizim memlekette tiyatro yapanlar için söyleyesi geliyor:

“Öyle bir nehr-i muazzam gibi cûş etmişsin,

Fakat, eyvâh, çorak yerde akıp gitmişsin!”

Bizde nasıl tarihin târifi unutmaksa; tâlihin de târifi tâlihsizliktir. Hele mevzubahis Türk Tiyatrosu’nun “tâlih”iyse, bunun târifi pişmiş tavuğa dönmektir…

ERDEM BELİĞ ZAMAN

23

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku