D22’nin Ulaşamayacağı Seyirci Var mı?

Pınar Erol

Zamansız gençler diyebilirim onlara. En azından “zamane” genci olmadıkları aşikâr. O uzak ülkenin görmüş, geçirmiş, büyümüş, anlamış çocukları onlar. Duyarlılık ülkesinin  gezgini gibiler. Geçtikleri sokaklarda izleri var. Demek ki hem sade hem derinlikli olabiliyormuş insan. Hem rüya hem mesele sahibi olabiliyormuş. Hazıra konmuyorlar; yarını bugünden var etmek için emek harcıyorlar. “Elimizden gelenin en iyisini yaptık” cümlesi hiç eğreti durmaz onların dilinde. Anlattıkları hikayelere bakın:

“Bent” ile Nazı Partisinin “…Özgür aşk ve yozlaşma disiplinsizdir… Aklından eş-cinsel düşünce geçen insan bile bizim düşmanımızdır…” açıklamasının panzehirinin aşk olduğunu gösterdiler. İşkence ve eziyetin karşısında, tam da aklımızı kaçıracak gibi olduğumuz anlarda, mücadelenin gücünü hatırlattılar. “Yirmi Beş” ile, tek ortak noktaları yaşları olan üç gencin, coğrafyanın ördüğü parmaklıkları kaldırmak için anadilleriyle yaşamlarını savunurken, “biz” ve “onlar” ayrışmasını bitirmeyi diledik beraber. Yaşanan acılar sanata dönüşmezse ziyan oluyor. “Karabatak”ta Haziran ayaklanmasının çoğulcu etkilerini izlerken, sanatın şifasına bir kez daha tanık olduk. Nazım’ın selamını gençlerle karşıladık. Bu yaştaki gençlerin, böyle dertlerinin olmasına şaşırmanın güzelliğini yaşadık. “Kuş Öpücüğü” ile tek göz evimizden, televizyonun renkli çözümlerini aradık. “Dünyaya Gözlerimden Bak” ile tedavi edilemez travmalara sebep olan savaşları lanetledik. “Hakikat, Elbet Bir Gün” ortaya çıkacak dedik biz de. Umudun yanına mücadeleyi ekleyen insanları beraber selamladık. Baskı ve yasaklara inat kendi ebem-kuşağımızı açtırdık. Yüzümüzü hep güneşe döndük. Yakılan ölülerimiz elimizde “Bir Avuç Kül”e dönüştü kimliksiz.  

Adaletin olmadığı bir dünyada, tıka basa öfke içindeki insanları gülümsetti onlar. Şimdi nasıl umutlanmaz insan, her şeyin çok güzel olacağına nasıl inanmaz!

Sanırım aranızda oyunculuğa en erken başlayan Can olmuş. St. Joseph Lisesi Tiyatro Kulübü’nde.

Can Kulan: Tiyatro, öğrencilik zamanlarımda, lise 1’de kulüple başladı. Aslında hazırlıkta da ilgilenmek istedim ama bizim okulda öyle bir hiyerarşi vardır. Çocuklar istedikleri kulüplere giremezler. Ben de ancak lise 1’de girebildim ve sonuna kadar devam ettim. Oradan da konservatuara geçtim zaten.

Berkay, sen üniversitenin ilk yılı tiyatro kulübüne giriyorsun. Matematiğin iyi ve İstatistik okuyorsun, üstelik başarılı bir öğrencisin. Aynı zamanda dekan olan bölüm başkanı notların düşünce seni çağırıp bir sorun mu var dediğinde, “hayır hiçbir sorun yok, ben iyiyim” diyorsun. Kulüp yetmemeye başlayınca, önce TOBAV’ın kursuna katılıyorsun. Sonra Dot’un “Böcek” oyununda asistanlık yapıyorsun. Krek ve Semaver Kumpanya’da eğitim devam ediyor. O dönemde Slovenya’da üç haftalık tiyatro eğitimi kazanınca, tiyatro okumaya yurt dışında karar veriyorsun. Ve üniversite üçüncü sınıftayken, son gün kayıt yaptırıp bir tek Mimar Sinan’ın sınavına giriyorsun.

Berkay Ateş: Tam anlamıyla benim serüvenim bu işte. Slovenya’da Augusto Boal’de karar verdim oyunculuk okumaya ve gelip Mimar Sinan’ın sınavına girdim. İstatistiği bırakıp üzerine dört sene konservatuvar okudum. Sonrası zaten malumunuz.

Emir, sen de 2008 yılında İtalyan Lisesi’nden mezun olduktan sonra konservatuvara giriyorsun. Böylece üçünüz Mimar Sinan’da buluşuyorsunuz. Hocanız Zeliha Berksoy’dan dolayı Semiha Berksoy Opera Vakfı’nda asistanlık yapıyorsunuz. Semaver Kumpanya’da çalışıyorsunuz. Ve birbirinize inanıp D22’yi kuruyorsunuz. Bertolt Brechtin “İnsanın kaderi insandır” sözüyle aynı zamanda hem kendi kaderinizi çiziyorsunuz hem de birbirinizin kaderi oluyorsunuz.   

Emir Çubukçu: Evet ama kader demektense birbirimizi seçmek için bilinçli bir tercih sözünü kullanabiliriz. Başka yollara da gidebilirdik muhakkak. Gitmedik! Bunu seçtik, yapmak istediğimiz şeyleri beraber büyütebileceğimize kanaat getirdik.

Hiç aklınızdan ödenekli tiyatroyu geçirmediniz galiba.

Can Kulan: D22’yi kurduğumuz dönemde, üçümüzün de hocasının arayıp oynamak ister misin dediği bir oyun vardı. Ben de “Hocam biz tiyatro kurmayı düşünüyoruz” dediğimde aramız bozuldu ve bu birkaç sene de sürdü. Öyle bir tercih kullanmıştık.

Berkay, okuldan mezuniyet oyunun Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı. Raskolnikov’u bir gün gerçekten tekrar oynamak isterim diyorsun.

Berkay Ateş: Evet en çok oynamak istediğim oyunlardan birisi. Çok sevdiğim bir romandı zaten. Son sınıfta bir uyarlama ile birlikte öyle bir şey yapmıştım ve sonrasında da hep oynamak istedim. Umarım yaşım geçmeden oynarım.

Bu senin elinde. O yüzden tiyatro kurmadınız mı? İstediğimiz oyunları oynayacağız diye yola çıkmadınız mı zaten?

 Berkay Ateş: Evet kendi hikâyelerimizi, istediğimiz hikayeleri anlatmak için.

Yazarlığında Yiğit Sertdemir’in teşvikinden söz edebiliriz. Sanırım ilk tasarladığın ve yönettiğin oyun 27 Mart’ta oynanan “Meydan”. Performansa dayalıydı. Otuz beş yıl sonra, ilk kez tekrar okulun bahçede sahnelenmişti. Bir sonraki 27 Mart’ta “Avlu”yu yazıp yönettin ve yirmi üç kişiyle oynandı. Yine bahçede oynadınız. Mekan tiyatrosunu o zamanlar yapıyorsunuz. Ucube tartışması, Metin Lokumcu’nun ölümü, Van depremi, Uludere, gazetecilerin içeri alınması sana bunu yazdırdı. (“Kuşlar uçtu tepemizden sürüyle/Çimenler sırtımızda ezildi/Ve sessizlik oldu bizde korkular/Biz hep konuştuk sonra çokça sustuk…”)

 Berkay Ateş: “Meydan”da birçok şeyden korkmuyoruz diye bir tasarım yapmıştım. Çok metne dayalı değildi. “Avlu”yu 2011’de olan olaylarla ilgili “her olaya tanık olan bir çocuk olabilir” düsturuyla kaleme aldım ve hocaya okuttum. Yiğit Hoca da, metnin burası iyi, burası kötü, burada şunları yapabilirsin, ben senin arkandayım diye destek oldu. Sonra ben de 27 Mart’ta oyunu yönettim ve neredeyse bütün bölüm oynadık. 27 Mart’larda bizim okulda bir şenlik havası olur. Avluya dört yüz elli kişi gelmişti. Sonra ben de yazmaya şevklendim.

Tiyatronuzun ismi Çağrı Makaroğlu’ndan geliyor ve kim bilir kaç kişi kendini D22 sanıyor, öyle sayıyor. İtalyan sahne de özgürleşiyor. D22 sokağa bağlanıyor. Kolektif bilinçle var oluyor.

Berkay Ateş: Bugüne kadar bizi bu kadar araştırıp gelen olmamıştı teşekkür ederiz.

Sanırım üçünüzün başınızı ellerinizin arasına aldığı bir an var vazgeçmek çizgisinin belirdiği… Sonra Hamursuz Fırını’nı görünce işte budur diyorsunuz. Kaç yere ekmek gitti buradan, şimdi de aslında ekmek kadar gerekli sanat çıkıyor fırından.

Emir Çubukçu: İşte orada Yiğit Sertdemir devreye giriyor. Bunlar aslında arka arkaya değil; birbirinin içine geçen süreçler. Oyunu nasıl yapacağız; bir tiyatroyu nasıl kuracağız; bir mekanımız olacak mı, olmayacak mı dediğimiz iki – üç aylık bir süreç oldu. O süreçte umutsuzluğa kapıldığımız anlar da oldu. Mezun olduğumuz yıl olan 2012, artık işlerin de bozulmaya başladığı bir zamandı her anlamda. Ve bizim hiç paramız yoktu. Sanki şimdi çok paramız var gibi anlattım ama öyle değil yani.

Berkay Ateş: Hiç unutmuyorum, bir çay bahçesinde sen üç bin lira bul abi, ben üç bin lira bulayım, sen de üç bin lira bul; dokuz bini bulup bu hikayeyi kuralım diye başladık.

Emir Çubukçu: Çok umutsuz bir anımızda, Kumbaracı50’nin önünde, okuldan da hocamız olan Yiğit Sertdemir gelin dedi ve kaldırımdaki babaların üzerine oturup neden yapmamız gerektiğini; bize neden güvendiğini; neden umutsuz olmamamız gerektiğini anlattı. Önemli bir konuşmadır bizim açımızdan.

 Annelerinizin desteği?

Berkay Ateş: Azize Kulan’ın, Nilgün Ateş’in ve Nilgün Gücüm’ün çok büyük desteği oldu. Cafe’ye el attılar. Börekler, kanepeler, çaylar, kahveler… Hatta Baysan Pamay’ın İz TV’deki belgeseline konu oldular. Yukarıda salonda çocuklarının oyunlarını izleyip aşağıda kafede annelerinin böreklerinin yendiği çok sıcak bir ortam yaşandı.

Can Kulan: Oyun günleri aşağı kattaki fuaye, nefis börek okuyordu hatırladım şimdi.

Yıkılmak üzere olan Hamursuz Fırın’ı yenileyip boya, badana, tadilat işlerini bizzat yapıyorsunuz. Bir oyuncu değil belki ama bir tiyatrocu inşaattan anlamalı, tiyatronun her aşamasında ter akıtmalı.

Can Kulan: Zaten kuruluşundan itibaren elinize bir matkap, tahta almadığınız, başkalarına bıraktığınız sürece de o aidiyeti hissedemiyorsunuz. Mekan kuran birçok tiyatronun yaşadığı şeyler bunlar. Biz de bunları yaşadığımız için aidiyet duygumuz kuvvetlendi.

Berkay Ateş: Sabah prova yapıyorduk, akşam demir ustaları geliyordu. Onlarla kurup sonra sabah tekrar provaya gitmek gibi enteresan, güzel ve zor zamanlar geçirdik.

Şimdi Meltem Cumbul ve “Bent”ten bahsetme zamanı. Bir tiyatronun seçtiği ilk oyun çok önemli. Berkay, Meltem hoca’yı oyunu yönetmek için ikna etmek isterken, karşınıza teklif olarak “Bent” geliyor. Hem sinemada hem tiyatroda önemli oyuncular tarafından oynanmış bir metin. Sene 1 Mart 2013. Mesut Özkeçeci’nin çevirisini yaptığı ve Freddy Amca’yı oynadığı metin için ilk önce “çok cesur; olmaz” demişsiniz.

 Emir Çubukçu: Önce filmini izledik. Filmde çok güçlü bir açılış sahnesi var. Meltem Hoca da o sahneye yaklaşık bir şeyleri görmek istediğini söyledi. Biz de bunu gösterirsek bir kere görebilirler ancak; ikincisi olmaz dedik ama hikayeyi sevdik tabii.

 Nazi Almanya’sında eşcinselleri ötekileştiren bu oyun vicdanı yokluyor. Ezilenler hiyerarşisinin dibi. Aşkın faşizme direnişi. Pembe üçgenli eşcinsel onlar. Yani argoda homoseksüeller için kullanılan “Bent”ler. Oyunların dönüştürücü gücü seyirciden önce oyuncuların kendilerinden başlıyor ve siz de kendinizi yakalıyorsunuz. Homofobik olmayacak insanlar olmanıza rağmen siz bile bakış açınızdaki darlığı görüyorsunuz.

Emir Çubukçu: Yaptığımız şey farklıydı bizim için de. Yeni mezun oyuncular olarak o zamanki endişemiz şuydu. İlk defa kendi tiyatromuzda, profesyonel bir oyun oynayacağız, bilet satacağız, insanlar gelecek, izleyecekler. Oyuncu olarak bunun hakkını verebilecek miyiz diyorduk. Temel endişelerimiz bu yöndeydi. İşin etik ve cinsel kimlik boyutuna gelince, evet biz de burada, bu ülkede büyüdük. Hayatımızda muhakkak ketlerimiz veya ideolojik olarak eksik kalan yanlarımız var. Ama asıl, o rolleri çıkarabilecek miyiz, hakkını verebilecek miyiz ve hikayenin anlattığı bu duruşu doğru bir yerden savunabilecek miyiz diye endişeleniyorduk. “Bent”i dört sezon oynadık. Şimdi baktığımda kişisel gelişimimiz için de çok önemli bir oyun olduğunu düşünüyorum.

Can Kulan: Oyunculuk zaten kendi içine dönmeyi, kendi içinde bir şey araştırmayı gerektiren bir şey olduğu için mezun olduktan sonra hemen böyle bir şeye atılmak bizim de oyunculuğumuzda bir yerlere gelmemizi sağlamıştır.

“Uzun Bıçak Gecesi” diye anılan o korkunç katliamda sıra ülkedeki eşcinsellere geliyor. Hepsi teker teker bulunup toplama kamplarına gönderiliyor. Tüm politik bakışları soyduğumuzda geriye insan olma savaşı kalıyor.

Berkay Ateş: O yüzden de bizim kendi kişisel dertlerimize denk düşen bir oyundu. Yani o baskıya karşı özgürlükler, kendi içindeki dönüşümler, Nazi kamplarında eşcinsellere yapılan zulüm Türkiye’de anlatılmamıştı. Dünyada da aslında örneği çok az. Bu yüzden de Martin Sherman’ın “Bent” metni tarihte bu kamplarda eşcinsellere yapılan zulmün ilk belgeli halidir. Amerika’da yapıldığı dönemde de yasaklanıyor oyun. Ian McKellen oynuyor. Dünyanın her yerinde hala oynanıyor mesela. Bu yüzden hem bizim için hem de Türkiye’deki seyirci için önemli bir deneyimdi.

 Daha ilk oyundan fark edilmek… Oyun, 13. Direklerarası Seyirci Ödülleri 2012-2013 Sezonu En İyi Prodüksiyon Ödülü’ne layık görülüyor. Bunun yanında Tiyatro Dergisi Ödülleri’nde En İyi Oyun dalında aday gösterilmişti.  

Berkay Ateş: Tabii burada Meltem Cumbul’un desteği ve başarısı çok önemlidir. Tiyatronun dördüncü kişisi gibiydi. Herkesi o buldu getirdi. Ekibi o kurdu. Meltem’in ilk yönetmenlik deneyimiydi ama hem oyuna hem bize çok şey kattı. Bir hocamızdı; dostumuz, hayatımızı paylaştığımız bir insan oldu.

Can Kulan: Tabii destekçilerimiz de oldu. İlk tiyatroyu açarken, dizi yapan arkadaşlarımızdan, oradan buradan topladığımız paralar da oldu. Büyük destekçilerimiz de oldu. Bunların içinde özellikle Hilal Erdoğan bireysel olarak hiçbir şey beklemeden deyim yerindeyse tiyatroyu açtı diyebiliriz. Buradan tekrar teşekkür edelim kendisine.

O zaman Genco Erkal’ı da analım mı? “İnsanlarım”ı sizin için oynadı.

Berkay Ateş: “Yirmi Beş”i izledi ve çıkışında sizin için bir şey yapmak istiyorum dedi ve “İnsanlarım”ı oynadı tiyatroda. İnanılmaz tarihi bir andı. Sonra da Nazım’ın doğum gününü kutlamak istiyorum dedi 15 Ocak’ta. Sonra bir kere daha geldi ve oynadığı oyunla destek oldu. Çok kişi geldi D22’ye. Erkan Oğurlar konser verdi. Büyük Ev Ablukada, Harun Tekin, Koray Candemir, Sumru Yavrucuk, Yiğit Sertdemir ilk aklıma gelenler.

İnsanın 25’inde “Yirmi Beş”i yazması, oynaması, yaratması ne güzel. Bu da sizin elinizden çıkma, ‘gelin yaşadığımız bu döneme birlikte bakalım’ diyen bir oyun. Dayatmadan gösteriyor. Hatta fenerlerle ışık tutuyor. Oyunu, sizi sadece tiyatrocu olarak değil; insan olarak da büyüten diğer meleğiniz Yiğit Sertdemir yönetiyor.

Berkay Ateş: Benim de profesyonel olarak ilk yazdığım oyun. Yiğit Sertdemir de hiçbir karşılık beklemeden yönetti. Bu anlamda “Yirmi Beş” bizim için çok özel bir oyun oldu. Üçümüz beraber oynadık. O dönem ülkede barış süreci vardı ve bu barış sürecinin aslında halkların birbirini anlaması, dinlemesi, anlaşabilme ihtimalini ortaya koyması için yaptığımız bir oyundu. İki buçuk sezon boyunca da oynadık.

“Yirmi Beş”, aynı zamanda Avrupa’daki en önemli tiyatro festivallerinden “Internationale Maifestspiele Wiesbaden” ve  Almanya’daki “Theatre an der Ruhr”da oynandı.  

Berkay Ateş: Evet, An Der Ruhr seçkisine girdi. 2015’te orada da oynadık. 2016’nın başında da bitirdik zaten.

O Anadol oraya nasıl sokuldu? Sahnelenme imkanlarını düşünmüyor musun yazarken? Sanki nasıl oldurmazları oldururum gibi bir yaklaşımın var.

Emir Çubukçu: Düşünmüyor!

Can Kulan: Buradan Emir de ben de çok net söyleyebiliriz ki düşünmüyor! Düşünmediğini gördük.

 Gizem Erdem: Ama onu düşünürse yazamaz zaten.

Berkay Ateş: Benim yerime Emir ve Can düşünüp serzenişte bulunuyor. Bunu bir kere yaptın, ikinciyi yapma bari diyorlar! “Hakikat, Elbet Bir Gün”ün başında gölet vardı. Gerçek köpek vardı. Emir’e Hera’yı kullanabilir miyiz diye soruyordun.

Can Kulan: Oyuna dört gün kala, Ferhatpaşa’da hurdacıda, bir Anadol’u böldürmeye çalışırken çok güzel şeyler hissettim!

Berkay Ateş: Bayram günü Emir’le tiyatrodayız. Tiyatro buz gibi, dizlerimizi kanepeye çekmiş Can’dan gelecek haberi bekliyoruz. Ya abi araba bölünebiliyor ya da bölünemiyor diyecek.

Can Kulan: Yani Türkçesi haftaya oyun çıkabiliyor ya da çıkamıyor demek. Biz ustaya dört ay önce sipariş vermiştik. O da arada oluyor oluyor abi diyordu bize.

Emir Çubukçu: Bayramda prömiyer var, beş-altı gün önce aradım. Artık bayramdan sonra abi dedi. Oyunun biletleri satılmıştı. Kendim için sonrasını hatırlamıyorum.

Can Kulan: Kendimi ışınlanmış gibi Ferhatpaşa’da buldum. Bizim seçtiğimiz, -yani ustanın var dediği- araba baktım hurdalıkta köşede üzeri kırmızı boyalı ve grafitili bir şekilde duruyor. Abi bu bizim araba değil mi? Bu beyaz olacaktı. E hadi bölelim arabayı, gün kalmadı dedim. Kardeşi, o biraz delidir, canı ne zaman isterse, o zaman yapar dedi. Artık adama ne diller döküldü. Yetmedi, babam geldi. O da diller döktü.

Emir Çubukçu: Bu arada Can bize mesajlar atıyor. Usta1: ben bunu yapmam. Usta2: Ya kes işte bitir. Yani tiyatromuzun akıbeti bu iki ustanın diyaloğuna bağlıydı. Bu arada biz masayı ters çevirip araba diye prova yapıyoruz. “Yirmi Beş” çok enteresan şeyler yaşattı bize.

Peki Berkay, neden Emir’in burnuna yumruk atıp kırdın?

Berkay Ateş: Oynadığı karakterden dolayı Emir dövüş dersi alıyor. O sabah beni de götürdü. Dövüş dersinden sonra provaya geldik. Oyun karanlıkta geçiyor fenerlerle oynuyorduk. Karanlıkta ben girdim sahneye ha oldu, hu oldu…

Emir Çubukçu: Bunu da böyle anlatıyor ya. “Ha oldu, hu oldu…” diye ama gerçekten görmüyoruz ne olduğunu.

Berkay Ateş: Fener yok, karanlıktayız, doğaçlama yapıyoruz, itiyoruz birbirimizi derken elim Emir’in yüzüne geldi. Emir Ah uh falan dedi. Işıkları açtık, bir baktık yerler kan içinde. Hemen hastaneye gittik, meğer burnu kırılmış.

Emir Çubukçu: Hastanede doktor burnu yerine oturttu. Sonra da Can’la, Berkay’a bu arkadaşınızın burnu mu, doğru oturdu mu, önceki haline benziyor mu diye sordu sakin sakin.

Berkay Ateş: Telefonu açıp Emir’in fotoğraflarından burnunu inceleyip Emir’le yan yana koyup hah vallahi aynısı dedik. Bu arada araba yetişti ama burun yüzünden bir hafta attı prömiyer.

“Yirmi Beş”, 2014 Savaş Dinçel Ödülleri’nde En İyi Yazar Ödülü’nü alıyor. Yiğit Sertdemir, 14. Direklerarası Seyirci Ödülleri En İyi Efekt Tasarımı Ödülü’ne layık görülüyor. Aynı zamanda Berkay, Afife Ödülleri’nde ve Sadri Alışık Ödülleri’nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında aday gösteriliyor. Derken tarih 1 Mart 1014. “Karabatak” zamanı. Ben de sizin için gönül rahatlığı ile “bir bildikleri var bu çocukların” cümlesini kuruyorum. Aşk olsun diyorum. Toplumsal olaylardan, şiirden sanat doğmasını seviyorum ve bunların sizin de meseleniz olması kalbimi genişletiyor.

 Can Kulan: Berkay “Karabatak”ı getirdiğinde büyülenmiştim ve bunu yeni bir şey olarak görmüştüm. Ama bizim de elimizde tam olarak tutamadığımız bir oyun oldu gibi bir hissim de var içimde. Sanki gerektiği yere ulaşamadı. Daha çok yeni bir tiyatroyduk. Prova süreci biraz hızlı geçti. Daha çok koreografik bir oyundu. Değerli bir denemeydi.

“Karabatak” 14. Direklerarası Seyirci Ödülleri En İyi Özgün Oyun Ödülü’nü alıyor. Gelelim üç-beş ağaçtan Yazarlar Ormanı’na. Bir ölür, bin geliriz diyorsunuz. Onlar kesiyor; siz dikiyorsunuz.

Berkay Ateş: Bizim bir orman kurma projemiz, o yıllardan beri, uzunca dönemdir devam ediyor. Her ay, bir yazarımızın, şairimizin kitaplarından belli pasajları seyirciyle buluşturuyoruz. Bir bilet bir fidan. Bu anlamda Çekül Vakfı’yla da kurduğumuz çok dostane bir ilişkimiz var. Tiyatronun hiçbir maddi beklentisi olmadan, İzmir Dikili, Tekirdağ, şimdi de Sivas’ta korularımız büyüyor.

Yine kaleme aldığın “Hak” ilk önce Suriyeli bir oyuncu tarafından oynandı. Sonra farklı tiyatroların repertuvarına girdi.

Berkay Ateş: “Hak” Kumbaracı50, Altıdan Sonra tiyatronun projesi. Ben yazar ve yönetmen olarak içinde bulundum. Amal Omran’ın kendi hikayesine yazdığım şiirsel bir metindi. Burada Türkçe üst yazıyla Arapça oynandı. Dünyayı gezdi. Daha sonra da Kocaeli Şehir Tiyatrosu repertuvarına girdi. Geçtiğimiz yıl da New York’ta oynandı.

Yıllar sonra oğluna kavuşan bir anne ve hayatını sokaklarda akordeon çalarak kazanan hasta oğlunun hikayesini anlatan “Kuş Öpücüğü” zamanı Hamursuz’dan ayrılıyorsunuz ve Salon İKSV’de oynamaya devam ediyorsunuz.

Can Kulan: İlk sezon Hamursuz Fırını’nda oynadık. İkinci sezon İKSV’ye geçtik. Berkay’ın yazdığı Emir’le benim yönettiğim bir oyundu. Mesut Özkeçeci, Güneş Hayat ve Berkay oynadı.

Emir Çubukçu: Hamursuz’dan çıkıp başka yere geçiş dönemine denk gelmesi biraz şansızlık oldu. Bilinen yerimizde değildik artık. O sırada oyuncu arkadaşımız Mesut Özkeçeci yurtdışına taşındı. İkinci sezonda onun rolünü ben devraldım.

“Dünyaya Gözlerimden Bak” ile ilk kez yabancı bir yönetmenle aslında çok bizden bir hikayeyi çalışıyorsunuz. Yönetmen Frank Heuel İstanbul’a gelip oyunlar izliyor. Cebinde bir kültür kuruluşundan aldığı destekle çalışacağı üç tiyatroyu arıyor.

Berkay Ateş: Bizden başka Altıdan Sonra tiyatro ve Şermola Performans ile de çalıştı.

Emir Çubukçu: “Kuş Öpücüğü”nü izledi, orada sadece Berkay oynuyordu ve ben sizinle çalışabilirim ama önce üçünüzü oyuncu olarak görmek istiyorum dedi. Biz de “Bent”i oynuyorduk. İzledikten sonra da beraber proje yapalım mı dedik ve başladık.

Berkay Ateş: Oyunda üç askerin savaş sonrası içinde bulunduğu durumlar, travmalar anlatılıyor. Mekandan çıktıktan sonra da yine sabit bir yerde, bir arada olmak için Kadıköy’de, ikinci dereceden tarihi eser olan, yüz yıllık bir köşk tuttuk ve köşkün içinde odalarda oynadık. Seyirci A ve B olarak iki gruba ayrılıyordu ve oyunları dönerek izliyordu. Hem bizim için hem seyirci için enteresan bir deneyimdi.

Hasanpaşa’daki köşk farklı bir izlence sunuyor. Seyirciyi köşkte dolaştırıyor, bağlıyor, ıslatıyor. Seyircinin enerjisi oyunu çok etkiler ama bu sefer resmen nefesi sizin ensenizdeydi. Neredeyse seyirci ile beraber yaratım gibiydi ve dolayısıyla mekansal tiyatroya iyi bir örnekti.

Can Kulan: Bence bizim için daha enteresandı. Ben masada oynuyordum ve seyirciyle çok yakındım. O şekilde oynamak çok daha başka bir deneyim getiriyor. Oyuna az kişi alabiliyorduk. En büyük oda yirmi metrekareydi. Sekiz metrekarelik de bir oda vardı. Sonra Almanya’da Bonn’da ve Münster’de oynadık.

Oyun, Tiyatro D22 ve Fringe Ensemble’ın uluslararası ortaklığında ve Kunststiftung NRW’nin finansal desteğiyle dünya prömiyerini burada yapıyor.

 Emir Çubukçu: Zaten iki ayaklı bir projeydi yani gideceğimizi biliyorduk. Diğer iki grup da gitti. Frank’ın Genel Sanat Yönetmeni olduğu Teater im Ballsall’a gideceğimiz baştan belliydi. Hatta orada bir festival gibi oldu.

Mekana özgü tiyatro demişken sizin bir de kilisede tiyatro yapma planınız vardı.

 Berkay Ateş: Hala var.

Can Kulan: Hatta o “Bent”ten önceki plandı ve iş rahiple konuşmaya kadar yürüdü. Ama oraya nasıl kurulum yapacağımızı bilemedik. Çünkü oraya bir ses ve ışık kurulumu yapmak ve hemen sonra da sökmek gerekiyor. Lojistik olarak, oranın bir kilise olması ve cemaatin de oyunun oynanmasına izin vermesi gibi durumlar vardı.

Emir’in canlandırdığı emekli ve yatalak asker, Berkay’ın canlandırdığı sınırı korumakla görevli asker ve Can’ın canlandırdığı insansız hava aracı pilotu… Bu sanırım Amerikalı Brandon Bryant isimli bir askerin gerçek hikayesi.   

Can Kulan: Evet o gerçekte var olan bir karakter. İnsansız hava aracıyla Afganistan’daki bölgelere Almanya’dan bomba atan ve gerçekten bir düğüne denk getiren bir adamın gazetede bir röportajı vardı. Oradan esinlenerek yazılmış bir karakterdi ve neredeyse gerçek cümleleri kullanılıyordu. Bu daha da etkilemişti beni.

Çağdaş Alman tiyatrosunun önde gelen oyun yazarı, yönetmenin de arkadaşı olan tarihçi, dramaturg Lothar Kisttstein. “Dünyaya Gözlerimden Bak” ile savaşı ve acı sonuçlarını anlattığı oyunu sahnelemeyi planlarken sadece bir monoloğu hazırmış. Daha sonra sizin için diğer iki oyunu da yazmış ve ne kadar güncel, ne kadar bizden bir oyun olmuş. Size Roboski’yi hatırlatıyor.

 Can Kulan: Zaten Frank’ın böyle bir metin seçmesi, savaş coğrafyamızdan çok da uzak olmadığı gerçeğinden kaynaklı. Diğer roller için de bir insanın asker olması, sıcak çatışmaya girmesi sebebiyle onun ruhunda, psikolojisinde bıraktığı izler aşikar. Onları yansıtmaya çalıştık.

“Bütün hayvanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir…” iktidar pis bir yer galiba. İyisini de kendisine benzetiyor. İktidara geldiğinde, eninde sonunda oradakiler gibi oluyorsun. Dönemin sosyalist rejimini ve dolayısıyla Josef Stalini yeren bir fabl olsa da bu da işte ne kadar güncel bir metin.

Berkay Ateş: Biz “Hayvan Çiftliği”nde hem D22’den hem Kumbaracı50’den hem de Altıdan Sonra’dan oyuncu ekibiyle bir araya geldik ve iki yıldır oynuyoruz. Çok yüksek bir seyirci oranını yakaladık, çok güzel tepkiler aldık. Bu oyunun da adaylıkları oldu, ödüller aldı. Tam da bu anlamda, bu dönemde “Hayvan Çiftliği” gibi bir oyunu oynamak bizim için çok güzel oldu. Maalesef ne zaman oynarsan oyna, o günün oyunu.

Can Kulan:  Oyun kısaltılmıştır ama tek bir kelimesi bile değiştirilmemiştir. Yine de bir uyarlama kadar güncel kalmıştır.

Gizem, sen daha önce “Hakikat, Elbet Bir Gün”ün yönetmeni Serkan Salihoğlu ile çalışmıştın ve beraber harikalar yarattınız. Bu ekibe nasıl dahil oldun?

 Gizem Erdem: Aslında Emir Serkan’ı buldu. Serkan da beni önerince oyuna dahil oldum. Çok da güzel oldu.

Can Kulan: Bizim de diyecek bir şeyimiz kalmadı zaten.

Gizem Erdem:  Serkan, Gizem kesin yapar deyince onlar da inandılar.

Emir Çubukçu: Serkan’ı ben bulmadım; Serkan zaten ortadaydı. Ben sadece Serkan’ı, Berkay ve Can’dan daha iyi tanıyordum. Aramızda çok iyi bir uyum olacağına önce kendim kanaat getirdim; sonra onlara söyledim. Birbirimizi daha yakından tanımak için buluştuk. O zaman mesleğe bakışımızın da birbirine çok uyduğunu, keyifli çalışabileceğimizi gördük. Başlarda “Hakikat”te Berkay da, ben de oynamayı düşünmüyorduk. İlk plan birlikte yönetmemizdi. Serkan’la da başka bir şey çalışacaktık. Can’ın da oynama niyeti yoktu ama fikir değiştirince elimizde zaten bu oyun var dedik. Bunu oynamaya ve Serkan’ın da yönetmesine karar verdik. İyi ki de öyle olmuş. Biz bu kadar güzel yapamazdık.

Seda sen nasıl dahil oldun?

Seda Türkmen: Biz dışarıdan tanışıyorduk ama daha önce ekip olarak bir şey yapmamıştık. Serkan’la ise tanışmıyorduk. Beni “İstila”da izledi o yüzden. O da yöneteceği oyundaki herkesi bilmek istiyor doğal olarak ve beş kişiyi seçerken de tabii dikkatli davrandılar.

Berkay Ateş: Tiyatronun sahibi olarak Serkan bizi mecbur oynatacaktı.  Sonra bir kadın oyuncu daha lazım, sizin önereceğiniz kimse var mı diye sordu. Biz de Seda’yı oyuncu olarak çok beğeniyorduk ve çok az kişiyle birlikte onu önerdik.

Seda Türkmen: Bir nevi ön çalışma gibi bir şey yaptık. Ben tabii ki balıkçı tiradına göz koymuştum, onu oynadım. Metni de Berkay’dan dolayı biraz biliyordum, aşinaydım yani.

Başlarda 84 karakterin olduğu kurgusu özel bir oyundan bahsediyoruz.

Berkay Ateş: Metin, Kasım’da Cevdet Kudret Ödülü almıştı. Biz Nisan’da provaya başladık. Oyunda çok karakter vardı. Serkan da anlatım tiyatrosuna çok hakimdi. Bir planlama yaptı. Elimizde ne varsa, onu en iyi biçimde kullanmak konusunda müthiş zaten ve oyuncu kadrosunu beşe indirdi.

Seda Türkmen: Berkay’ın metni edebi yazıldığı için masa başı çalışması çok önemliydi. Sorsanız bir bağlacın bile niçin orada olduğunu rahatlıkla açıklayabiliriz hepimiz. Yazdan önce masa başı çalışmasına ağırlık verdik. Yazdan sonra da sahnelemeye girdiğimiz bir süreç oldu. İçinde hem müzik, hem şarkı, hem şiir, hem koreografi vardı. Böylece metni içimizde demlemiş olduk.

Berkay Ateş: Ben de yazdan sonra metinde eklemeler, çıkartmalar yaptım. Hatta prova sürecinde oyuncu arkadaşların getirdiklerine değer verdim. Doğaçlama olarak burada bu söz iyi olur gibi gelişmeler de oldu metinde. Ya Serkan ben söğüde bir şeyler yazmalıyım; o bana yeterli gelmiyor dediğim de hemen kabul etti o da.

Seda Türkmen: Bir tiyatro metnini, oyunu yaratma sürecinde tartışmak hem gerekli hem de çok sağlıklı bir şey.

Berkay Ateş: Bugün oynadığımız oyunun rejisindeki tüm fikir birliklerine, buradaki herkes koşulsuz imza atar bence.

İnsanın gönül rahatlığıyla yaptığı işi savunabilmesi ne güzel bir şey.

Seda Türkmen: Kesinlikle öyle. Keşke herkes yapabilse. Oyunun iyi olmasındaki birinci koşulu, ekip olmak ve bütüne hizmet etmek. Seyirci bize ne kadar birsiniz dedi hep.

Emir Çubukçu: Yürüdüğünüz bir yer ve ortada anlattığınız bir hikaye var. Ve herkes bunu anladıysa ve hissettiyse ve onu aktarmak istiyorsa, prova zamanı herkesin bir roket gibi hedefe odaklanmış olması önemli bir şey. Ama biz keşke boyuna prova yapsaydık diyoruz, prova bitti diye üzüldük.

Bir de bir sanatın, başka bir sanata ilham olması şahane bir şey. Erhan Cihangiroğlu prenses balığının tablosunu yapıp hediye etmiş.

 Berkay Ateş: Evet çok güzel. İnsanlar çok etkilendiler. Bir yerde gördükleri bir balığın, bir ayçiçeğinin fotoğrafını çekip bize atıyorlar. Şunun için bunu yaptım, bana böyle ilham oldu diyorlar. Biz iyi bir oyun yaptığımıza inanıyorduk ama tahminimizin üzerinde bir güzellikle seyirciye yayıldı.

Seda Türkmen: Geçen gün oyunda ses ver diye şarkı söylerken seyirci elindeki sarı balonu kaldırdı. Bu mühim bir şey.

“Hakikat, Elbet Bir Gün” seyirciye dalga dalga yayılan ve sevilen bir oyun oldu. Herkes ağızbirliğiyle yasağa karşı çıktı.  

Can Kulan: Oyunun özü bir jenerasyonun umut edebilmesine övgüdür.

Seda Türkmen: Tabii ki “ayçiçeklerini öldüremezsiniz” oyunun önemli cümlelerinden. Sistem böyle olduğu sürece, yasaklar da olacaktır ve birilerinin menfaatine göre yönlendirilecektir. Yine de beraberinde “umut” kelimesi hep olacaktır. Metnin kendisi çok cesur zaten. Biz bugün bunu oynayabiliyorsak, birileri de izliyorsa ve karşılıklı teşekkür edebiliyorsak, belli ki umudu da büyütüyoruz aramızda. Hiç hayal kırıklığına uğramış insan hiç umut beslememiş olandır.

Berkay Ateş: Bu oyunla birbirimizle, toprakla, ağaçla, hayvanla, doğayla kurduğumuz bir bağı tekrar hatırlayıp sağlamlaştırdıysak ne mutlu bize.

 Oyun, birçok adaylıkları ve aldığı ödüllerle sezonun gözbebeği oldu.

Seda Türkmen: Ödül dediğiniz şey, birçok yere hizmet ediyor. Sanırım işaret etmek doğru kelime. Gözden kaçıranlar için o işaret bazen gerekiyor çünkü. Bunun takdirini almak, görünmek ve teşekkür etmek istediğin insanların da adını anmak çok kıymetli bir şey. Ama gerçekten söylüyorum en güzel ödül seyircinin çıkışta bizi bekleyip gözlerimizin içine bakıp tek kelime bile edememesi… Ama buna rağmen her şeyi anlatması.

Can, “Bir Avuç Kül” oyununu Laurent Gaude’den Türkçeye sen çevirdin ve yönettin. Oyun Türkiye’de ilk kez sahneleniyor. Yazarın diğer oyununun adının “Kül Yağmuru” olması da enteresan.

Can Kulan: “Bir Avuç Kül” D22’nin son oyunu. Koreograf olarak Tuğçe Tuna ile çalıştık. Işık tasarımı Ayşe Sedef Ayter yaptı. Dramaturji ve Türkçe metin düzenleme Aslı Ceren Bozatlı’ya ait. Sahne tasarımını Başak Özdoğan yaptı. Müzik ve ses tasarımı, Hazar Kayaaltı ve Gönenç Kayaaltı’nın. Enerjisi ile D22’nin oyunlarından biraz daha farklı bir şey çıktı. Daha koreografiye yakın ama metinde olan meseleye daha varoluşçu bir yerden bakan bir oyun oldu. Duygu Üzüm Kulan, Serkan Rutkay Ayıköz ve Tanıl Yöntem oynadı.

Tiyatro kooperatifi üyesisiniz. Özel tiyatrolar bu çatı altında ekonomik bir örgütlenmeyi hedefliyor.

Emir Çubukçu: Bu meselelerle ilgili bir şey söylemek için henüz erken ama güzel olacak inşallah. Emek veren insanlar var. Özellikle Iraz Yöntem ve Volkan Yosunlu bu konuda öne çıkıyor. Umarım emeklerin karşılığını hep beraber alırız. İmzalarımızla Kooperatifi resmen kurmuş oluyoruz. İyi niyetli girişimler hep oldu ama bu, aralarında bürokratik olarak daha sağlam görünüyor. Katılım çok fazla. Ticaret Bakanı ile bir toplantı oldu, tekrarı yapılacak. Bu sefer adımlar sağlam atılıyor. Bir birleşme alanı, kuvvetli bir emek alanı desteğimizle güçlü bir kurum olarak ileride özerkleşebilecek bir sanatsal örgütlenme ve aynı zamanda bilinçlendirici bir yapı olarak varlığını uzun süre devam ettirir umarız.

Umarım. Kısaca D22’nin dününü ve bugününü konuştuk. Yarının da güzel olacağı bugünden belli. Çok teşekkür ederim. Çok…

 

1

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku