Biz de Masanın Altındayız

Pınar Erol

Geçmişin adımları, geleceğinin yollarını yapmış işte. Zafer Diper ve Nazan Diper’in var ettikleri tiyatroya, gözlerinin içi gibi bakan, yılların emanetine zeval gelmesin diye titizlenen Memetcan Diper ve Derya Artemel’in vefalı elleriyle “Bizim Tiyatro”yu usulca kaldırmalarını izleyeceğiz birlikte.

İnsanın böyle çocukları kucaklayası, içine alası geliyor. Onların güzellikleri yalınlıklarında gizli. Tuttukları yol anlam yüklü. Hem sanatı günlük yaşamın bir parçası haline getirenlere hem de yeni sezona “merhaba” o zaman.

Önce “Bizim Tiyatro”nun tarihçesine gidelim. Zafer Diper, tiyatroya 1963 yılında Beşiktaş CHP Gençlik Kolu’nda başlıyor. Lise ve üniversitede halkevinde devam ediyor. Sonra Halk Tiyatrosu’nda oynuyor. 1978’de Ortaoyuncular’ın ilk kuruluş kadrosunda yer alıyor ve 1981 Kasım’ında, Üsküdar Sunar Tiyatrosu’nda “toplumcu-diyalekt yaklaşımla “Bizim Tiyatro”yu kuruyor.

Memetcan Diper: Aslında bu soruyu babamın cevaplaması daha doğru olur tabii. Babam yaratmayı küçüklüğünden beri sevmiş olan birisi. Hatta on yedi yaşındayken çektiği bir kısa filmi bulduk. Aslında mevzu sinema ile başlıyor. Dedem, o zamanlar Avrupa’dan ufak bir kamera getirmiş. Babam da, sokakta yaşayan birinin, sözsüz hikayesini çekmiş. Son zamanlarda da sinema sanatına daha çok ağırlık veriyor. Zaten gün içinde de kendini, kültür sanat aktiviteleri ile dolduran birisi. Yazıyor, çiziyor, opera izliyor… Ne denebilir bilmiyorum. O zamandan DNA’sına mı kodlanmış nedir. Kendini, süreçte bambaşka noktalara getirmiş bir insan. Yaptığı sanatına da, tiyatrosuna da çok sahip çıkmış. Büyük zorluklar atlatmış, büyük tecrübeler yaşamış. Kendisi tiyatro sanatına, yaratıma tutku ile bağlanmış bir insan.

Yazdığı, yönettiği, uyarladığı ve oynadığı oyunlarla politik ve belgesel tiyatroya da örnekler vermiş. Repertuvarında farklı türlerin örnekleri yer alıyor.

(Hamlet, Kükreyen Fare, Kurtuluştan Sonra, Nâzım, Halkın Ekmeği, Suikast, Örümcek Kadının Öpücüğü, Boğulma ya da Woyzeck, Dava, Şeytanistan, Milana’dan Kafka’ya Mektuplar, Ölümsüz Şarkı, Devrimi Çok Sevmiştik, Yitik, Çölde Yarış, Hoş Geldin Bebek, Ölüm Uykudaydı, Mavileşme, Talan, Kafa Kağıdı, Yargı, Soytarısoy, Özkıyım, Olya, F451, Bana William Deyin, Che ve Ulrike Ne Konuşuyorsunuz Öyle? Yalanın Ardındaki…)

Memetcan Diper: Daha politik bir üslupla, daha doğru bir yerden savunuyor mevzuyu aslında. Tiyatro politiktir, muhaliftir ve insani durumu engelleyecek her türlü duruma karşı çıkar. Onun mottosu buydu. Dünya çapında olan soykırımları, hükümetler arası politikaların insan sömürüsünde bulunmasını ve çokuluslu şirketlerin dünyayı yönetmesine kadar birçok bağlantıyla iç içe geçirerek, bunları işlemiş. Özellikle 68 kuşağı, İkinci Dünya Savaşı ve zenci ayaklanmalarını anlatmaya çalışmış bir insan.

 Ve ilk oyunu “Hamlet”.  

Memetcan Diper: İşin hoş yanı da, ondan tam oyuz yıl sonra Hamlet’i ben oynadım. Resmen el verme durumu. Tabii biz “Hamxlet” olarak geçirdik onu farklı bir uyarlama olarak. Babamla program dergisinde otuz yıl ara ile Hamlet olarak geçtik yani. Benim için çok büyük bir gurur onunla çalışmak. Onun zihni ile sahnede hareket etmek bambaşkaydı.

Bence bu iki taraflı bir gurur. Sonra üniversite yıllarında Nazan Hanım da “Bizim Tiyatro”ya dahil oluyor.

Derya Artemel: “Bizim Tiyatro”nun büyük emektarı o. Her şeyi Nazan abla sırtlamış.

Memetcan Diper: Babamın zihni ve yaratıcılığı, annemin lojistik desteği ve yaratıcı çözümleriyle sürdürmüşler. 80’leri yaşamış bir politik tiyatro olarak çok zorlu aşamalardan geçmişler. Aslında tanışma hikayeleri de enteresan. Annem babamı “Hamlet”te izliyor ve beğeniyor. Bu adam ne kadar hoş, ne kadar güzel oynuyor diye hayran oluyor. Sanırım Shakespeare’in de metin ve yarattığı aura ile katkısı var buna. Babamlar da o dönem tiyatro için oyunculuk kursları, sinema gösterileri, okumalar, çocuk tiyatrosu gibi etkinliklerde bulunuyorlar. Ve tabii klasik, annem tiyatroda en alt kademeden başlıyor. E biz de aynı yollardan geçtik. Her zaman işin mutfağından, sahneyi temizleme, aksesuarlara sahip çıkma, çay getirme… Sahne tozu dediğimiz mevzu da biraz bu herhalde. Devam edebilen, sebat edebilen ışığı görmeye hak kazanıyor. İşte onlar da 86’dan beri bu yolculuğa devam ediyorlar.

Barry Collins’in “Yargı”sını anmazsak “Bizim Tiyatro” eksik kalır. Zafer Diper otuz yıl boyunca Yüzbaşı Vukhov’u oynuyor. Oyunun ilk sahnelenişi 1986’da dünya barış yılında. Memetcan, sen de oyunun son yıllarına yönetmen yardımcısı ve ışık tasarımcısı olarak yetişiyorsun.  

Memetcan Diper: Ben son üç yılında ışığını yapmış birisi olarak yönetmen yardımcılığına da el attım. Tabii başlarda ben değildim. Bu arada hem çocuk olarak büyüdüm hem okulunu okuyup büyüdüm ve tiyatro oyuncusu olarak geri geldim. Bir kere dramatik olarak çok aksiyonu olan bir metin. Babam bir de çalışmak için çok büyük emek harcamış. Sanırım altı-sekiz ay falan hazırlanmış o oyuna. Çünkü çok da mükemmeliyetçi bir insan. Çalışmış çalışmış, sonra burası böyle olmaz demiş, düzeltmiş, oraya iki ay daha çalışmış. Psikolojik olarak da altından kalkması çok zor bir oyun. Bir dönem Ankara turnesi yaptılar, AST’ta oynadılar. Bu ağır oyunu, orada matine suare oynamış. Günde iki kere oynaması, babamın iptal olması demek. Çünkü bir buçuk saat sahnede tek başınasın. O yüzden çok büyük konsantrasyon istiyor. Onun için, her şey bir matematik. Dramatik olarak akışı farklı ama o matematiğin içinde, o duyguyu korumak ciddi bir efor, ciddi bir hazırlık gerektiriyor. “Yargı”yı oynayacağı gün ben babamla pek konuşamazdım. Kahvaltıdan sonra pek bir şey yemez, oyundan önce bir muz, biraz badem yer ve kendi kendine kulisinde hazırlanırdı.   Baktığında aslında çok delice bir şey. İnsanı efsaneleştiriyor. Oyunu birden çok izleyenle çok karşılaştım. Sonradan hocalarımdan, abilerimden, ablalarımdan sen Zafer Diper’in oğlu musun diye soranlarla çok karşılaştım. Hatta onu tanıyıp, ondan etkilenip, tiyatroya başlayanlarla tanıştım. Dolayısıyla babamın çalışma azmini ve disiplini çok takdir ediyorum. Çok araştırır, çok okur, sürekli hayal eder ve gerçek anlamda bir külliyat çıkarır. Esas saygı duyulacak şey de işte bu yaratı sürecindeki çalışma bence. Şimdi bir roman yazıyor.

Derya Artemel: Bir de şimdi “Kaçık Oturum” diye tam tiyatro olarak da adlandırmadığı bir şey üzerinde çalışıyor.

Memetcan Diper: Yani bir açık oturumun, kaçık oturuma dönüşmesini yazıyor diyebilirim. İnsanların fikirlerinin çarpışması ile sonuçlanan bir çalışma. İçinde soykırım da var. Zaten dünya tarihi de neredeyse soykırımlardan oluşuyor. Babam da sıkça irdeliyor bu konuyu.

Hayatta kalmak için arkadaşlarını yiyen mi suçlu, onları buna iten savaşın kendisi mi? Savunması, bir yüzleşmeyi ve belki karşı suçlamayı içeriyor. İkiyüzlü bir yargı ve adalet anlayışından söz edebiliriz. Sonunda kendini akıllı vahşi diye tanımlayan Vukhov, “Bana ne yapacaksanız yapın, ya ceza verin, ya tedavi edin, ama benim suçumun niteliğini söyleyin!” diyor. İşte bu oyun Avni Dilligil, OYÇED gibi birçok ödül alırken, bir süre salon sıkıntısı çekiyor ve Zafer Diper kasaplık yapıyor, öyle mi?

Memetcan Diper: Evet, öyle bir şey yaşandı. Babamın büyük bir et ve mangal sevdası var. Şaka ile karışık hep ben tiyatrodan anlamam ama çok iyi mangal yaparım, mangal profesörüyüm der. Tiyatronun bir yılı, bir yılını tutmuyor maddi olarak. Bir oyunda çıkıyorsunuz, bir oyunda batıyorsunuz. Bütçeyi dengelemek için böyle girişimler oldu. Bence bu çeşitlilik de insanın varoluşuna katkı sağlıyor.

Memetcan sen ailedensin, bu tiyatro senden önce vardı ve sen onun içine doğdun ama dışarda da oyun oynadın. İkinci Kat’taki “Küçük”ü izlediğimi hatırlıyorum 2013’te.

Memetcan Diper: Evet, ayrıca 2016’da Özen Yula’nın “An” diye müthiş bir projesi vardı. Hem oyunculuk anlamında hem de “ensemble”ın ne olduğunu göstermesi anlamında çok özel bir çalışmaydı. Dramatik olarak da çalışılması zor bir projeydi. Acildeki hastaların yolcu edildiği son anlara tanıklık ediliyordu. Orada annemle oynuyordum ve oyunun sonunda annem ölüyordu. Bunun dışında ufak tefek sinema, dizi ve reklam oyunculuklarım oldu. “Yalanın Ardındaki” aslında benim okuldaki bitirme tezimdi. Sonra onu “Bizim Tiyatro”nun adı altında yapmıştık. O da sorgu odasında geçiyordu. Değişik alt metni, düşünsel yapısı ile daha farklı şeyler açtı bende. Ama artık Derya ile beraber elimizi taşın altına koyup “Bizim Tiyatro”da devam ediyoruz.

Derya Artemel: Şimdi çalıştığımız oyunu, Zafer Diper ve Nazan Diper’in olduğu “Bizim Tiyatro”da yapmanın bir ağırlığı, sorumluluğu ve baskısı da var tabii. Yıllarca onların var ettiği tiyatro dilinin ve bilincinin üzerine titriyoruz.

Derya, sen de “Bizim Tiyatro”ya dahil olmadan önce, sınıf arkadaşın Muharrem Özcan ile “Şehrazat’ın Oyunu”nu çalışıyorsun ve on bir yıl sonra (2013) Oyun Atölyesi’nde, “Araf”ta birlikte oynuyorsun. Geçen sezon da Medea’yı “Kediler Bataklığında” adıyla okuma tiyatrosunda Demet Evgar’dan izledik.  

 Derya Artemel: Evet hatta oyunun rövanşını yaptık demiştik. “Araf” çok sarsıcı bir oyundu. Zafer abinin “Yargı”sı misali çok iç acıtan mevzular barındırıyordu.

Ama sen “Yargı”daki çaresizliğin tersine; bir başkaldırı olarak çocuklarını öldürüyorsun. Bunlar affetmek ve kendinle yüzleşebilmek konularında sorgulamaları yapan oyunlar. Ayrıca Tiyatro Seyirlik’te “Öteki”yi, (2014) geçen sezon da Mam’Art’ta “Empatopya”yı oynuyorsun.

 Derya Artemel: Aslında benim İstanbul’daki ilk tiyatro deneyimim, Yücel Erten rejisiyle oynadığım “Azizname95” idi. Şimdi bakınca çok farklı tarzlardaki oyunlarda oynamışım. Bu da çok iyi bir şey.

Gelelim “Bizim Tiyatro”nun bugününe. Şimdi de Roland Topor’un “Masanın Altında” (L’Hiver sous la Table) oyununu çalışıyorsunuz. Nasıl karar verdiniz?

Memetcan Diper: Derya ile son iki yıldır konuşuyoruz bunu. Bir şeyler gıdıklıyor bizi, ne yapalım diye.

Derya Artemel: Ben bir şeyler yapalım diye sürekli Mehmetcan’ı dürtüyordum. Hem tekst’in içimize silmesi hem de zaman olarak uygunluk, bugüne getirdi bizi. Bu teksti, bir buçuk yıl önce okudum ve okur okumaz vuruldum. Ben zaten Roland Topor hayranıyım. “Joko”yu on bir yıl önce okuduğumda, tanrım bu nasıl güzel, nasıl sinir bozucu bir gerçeklik içinde işleyiş demiştim. Roland Topor için “güler yüzlü isyankâr” diye bahsedilen bir şey okumuştum ve bu benim çok hoşuma gitti.

Kaç “Masanın Altında” rejisi izlediniz? “Joko’nun Doğum Günü” de çok oynanan oyunlarından. Dünyada da ülkemizde de…

(Seyyar Sahneden Trom Hakan Emre Ünal- 2018

Menfi Tiyatro – Erarslan Sağlam 2017

Tiyatro Tam

Mavi Sanat Evi (Ankara)

Trabzon Devlet Tiyatrosu 2012,

Van Devlet Tiyatrosu – İzmir Devlet Tiyatrosu ortak yapımı – 2010)

Derya Artemel: Hiç izlemedik. “Trom”u da kendi oyunum çıktıktan sonra izleyeceğim. Gerçi o farklı bir uyarlama olmuş.

Bu senin ilk yönetmenliğin olacak. Nasıl karar verdin? Seni yönetmenliğe getiren süreç nasıldı?

Derya Artemel: Aslında hiç öyle oyun yönetmek gibi bir derdim ya da isteğim yoktu. O zaman niye yönettiğin diyeceksin. Aslında metne aşık oldum ve süreç beni buraya getirdi. Ben bu metni yapalım derken, aslında sadece oyuncu tarafında yer alacaktım. Yönetmeleri için bir-iki arkadaşımla konuştum ama onların çok yoğun dönemleriydi. Eğer bu çok güvendiğim insanlar yapmayacaksa, bir yıldır çok içinde olduğum, çok yakın olduğum, dolayısıyla hakim olduğum metni bir başkasına ısmarlama gibi, benim kadar sev ve yönet diyemeyeceğimi anladım. Bir başkası bizim kadar heyecanlanacak mı emin olamadım doğrusu. Teklif götürdüğüm kişiler bile bana, sen neden yapmıyorsun diye sorunca, böyle bir yola girdik. Aslında çok doğaçlama oldu yani. Yönetmen olarak sadece grubun gaza getireni, toparlayıcısı, çalıştırıcısı, bir bakış açısını söyleyeni ve onlarla birlikte çalışanı oldum. Tabii ki bir okul okumuşluğum, bu işte yoğrulmuşluğum var. Yani çok uzak olduğumu düşünsem yine yapmazdım. Büyük bir şeyin altına girmiş durumdayım. Oyunculukta sadece kendinden sorumlusun. Oysa şimdi tüm oyundan sorumluyum. Bu durum, bu işi yıllardır yapan yönetmenlere daha çok saygı duymamı sağladı. Bir kere yazarın kafasının sorumluluğu var. İlk baktığınız da akan, epizotlardan oluşan basit bir tekst gibi görünse de, bu bakış açısını aktarmanın ne kadar zor olduğunu gördüm. Dolayısıyla bir meydan okuma oldu benim için.

Memetcan Diper: Ama işte ihtiyacımız olan da bu “challenge” zaten. Hayatta oyuncu olarak da varoluşumuz bununla ilgili yani.

Derya Artemel: Üniversiteye başladığımdan beri tiyatroya olan bu sevdam büyüyen ve beni hiç bırakmayan bir şey. Tiyatro yapmadığım zamanlarda kendimi hep eksik hissediyorum. Yönetmenlikle ilgili ilerisini bilmiyorum ama oyunculukla tiyatroda hep var olacağım; onu biliyorum.

Ekibi nasıl oluşturdunuz, neye önem verdiniz? Birbirinizle tanıdık olmanın verdiği bir uyum, güven ve dil birliğinden söz edebiliriz değil mi?

Memetcan Diper: Elbette öyle. Ekip okul ve iş arkadaşlarımızdan kuruldu. Beş kişilik ekibin dördü 9 Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuarı’ndan. Aynı dili oluşturmak için bir süre zarfı gerekiyor ama yan yana olduğun insanlarla, çalışma sürecine daha hızlı girebiliyorsun.

Derya Artemel: Sadece Mustafa Ergüven geçen sene oynadığımız “Empatopya”dan arkadaşımdı. Onun tiyatroya bakışı, disiplini, insan olarak beni etkiledi. Arada belki bir gün oyun yaparız diye konuşurduk. O da bize yoldaş oldu, arkadaş oldu. O da oyunda hem oynuyor hem de yönetmen yardımcılığı yapıyor. Yani sağ kolumuz oldu. Nurkan (Törün) benim üst sınıfımdaydı. Memetcan’la aynı yerde dublaj yapıyorlar. Ercüment de (Acar) alt sınıfımdaydı. Planlamadan böyle denk geldi. Bir de “cast” diye bir şey var. Hakikaten herkesin rollerine yakıştıklarını düşünüyorum. Yine “Empatopya”da birlikte çalıştığımız Ayşe Sedef Ayter hem ışık tasarımını hem dramatürjiyi yapıyor. Dekor ve sahne tasarımını da aynı oyundan Makbule Mercan yapıyor. Ayrıca Nazan ablanın çok desteği var. Tiyatronun deposundaki bütün aksesuarları kullanımınıza sundu.

Aslında “Masanın Altında”nın başlangıcı Topor’un, 1976’da Roman Polanski tarafından filme uyarlanan Kiracı’yı (Le Locataire chimérique) 1964’te yazmasıyla başlıyor sanki. Romanda da Polonya asıllı Parisli bir kiracı anlatılıyor. Bu olgu sanki hep yazarın kafasında dönüp durmuş.

Memetcan Diper: Aynı fikirdeyim. Birçok sekansın bile oradan geldiğine inanıyorum.

Derya Artemel: İnsanın en temel ihtiyacı olan tuvalet için bile dışarı çıkmanız gerekiyor. Bu Topor’un eserlerinde var. Göçmenlerin yaşadığı yerde tuvalet olmuyor. “Masanın Altında” da tuvalet yok. Kadın, kiracıya ihtiyacınız olduğunda benim tuvaletimi kullanabilirsiniz diyor. “Kiracı”da da ötekileştirme mevzusu işleniyor. Çok güzel uçmuş bir film bence o.

Memetcan Diper: “Kiracı” filmindeki o absürtlük de, toplumsal baskının insanı delirme noktasına getirmesi de bence biraz paralel. O düzen dayatması da bizim oyunda Florence’ın başına geliyor. Kapitalist sistem içerisinde ona söylenen “ama olur mu, hiç uygun değil, o kiracıyı yolla denmesi” gibi. Öte yandan ona aşık olan adam için, “bak adam zengin, onunla evlen, niye bunlarla uğraşıyorsun ki, niye onlara iyilik yapıyorsun ki…” deniyor. Hayattaki kadın figürünün giderek daha da yalnız bırakıldığını o dönemde de çok güzel görmüş. Bugün bu daha da yüksek formda. Kadın, bir erkeğin yanında yer alamazsa, varoluşu tamamlanamaz gibi bir anlayış var.

Derya Artemel: Salt iyilik, genel geçer, üstün bir değer değilmiş gibi yaşıyoruz. E bu iyilikten senin ne çıkarın var diye bakılıyor ya aslında. Dayatılan şey o. Neden bu kadar iyisin? Sürekli kadının iyiliğine şaşırıyorlar. Oysa kadın gerçekten iyi. Yani şaşırtıcı derecede iyi. Aslında hayatta, büyük trajediler yaşamış, acılardan geçmiş kişiler hakikaten güler yüzlü, hayata çok güzel bakan, bulundukları hale şükreden insanlar olmazlar mı? İşte Dragomir’de de bu var. Sizinkiler de dert mi diyor aslında. Umarım üç-beş metrekare bir yerde yaşayan adamın bu güler yüzü seyirciyi etkiler.

Memetcan Diper: Ben bir aile mezarlığının içinde bile yaşadım; o yüzden burada gayet mutluyum, benim için burası bir cennet diyor. Bu durumu resmetmesi bir dramatiklik, bir tersinleme yaratıyor.

Derya Artemel: Bunu böyle anlatması da bence harika. Bunu Allah’ım niye buradayım diye daha trajedik de anlatabilirdi; ama işte asıl böyle anlattı için bence çok etkileyici.

Aynı fikirdeyim. Ölümüne yakın bir yılda, 1994’te yazdığı bu oyundaki üslup; mizahın içine gizlenmiş hüzün, benim sevdiğim bir anlatı tercihi. Yazarın da belirgin özelliklerinden biri. Bu dili senin rejinde de görüyor muyuz?

Derya Artemel: Umuyorum. Derdimiz asal olarak metnin anlattığını sunmak, gerçek bir şey anlatmak. İnsanların bir hisle tiyatrodan çıkmasını istiyorum. Çünkü insanlara bir şey hissettirmeyen şey, teknik olarak ne kadar donanımlı da olsa, güzel bir prodüksiyon da olsa hiçbir şey uyandıramamış demektir. Tarz olarak da doğallıktan yanayım. O absürtlük, metin içinde bile gerçek gelmezse hoşuma gitmiyor. Oynayan herkes, o saçmalığın içinde bile, kendi karakterine inanmalı. Gayet gerçek oynamalı ki o absürtlük ortaya çıksın. Yani aslında trajedi, komedi, absürt, realist birçok tarzın da harmanlandığı bir şey bu.

Oyunun anlattıklarına bakacak olursak “göçmenler insanlık düzeyinin altında muamele gördüklerine göre, masanın altında yaşamaları da anormal görülmemelidir” der. Reva mı bu göçmenlere?

Derya Artemel: Kolay gibi görünen metnin sahne çözümlemelerine başladığımızda, ne kadar zor olduğunu gördük. Bir simültane durum var aslında. Masanın altı ve üstü var. Sahnelemedeki zorluğu, içine girdikçe daha çok anladım. Tahmin ediyordum ama karşılaştığım şey tahminimden de zor çıktı. Karşınızda oyuncu yokken, sese ve boşluğa konuşuyorsunuz. Bu da bizim için rejideki açmazlardan biriydi. Sahne tekniği açısından durum böyle. Aslında masanın da başrol olduğu bir oyundu. Tasarımda da bunu göz ardı etmedik. O yüzden masa oyunun alametifarikası.

Memetcan Diper: Aslında sınıfsal olarak da bir perspektif yaratıyor masa. Aşağıdakiler ve yukarıdakilerin sembolize edildiği, dolayısıyla teknik zorlukları olan bir metin.

Aslında bu oyun yazarın kendi hikayesi. Babası Polonyalı bir Yahudidir, 1941 yılında tutuklanır ve Pithiviers Kampı’na sürülür. Nazilerden kaçar ve serbest bölgeye sığınır…

Derya Artemel: Evet, babası da uzun dönem Nazi’lerden kaçan bir göçmen. Belli ki ilk gençliğinde ve gençliğinde, babasının bir göçmen olarak yaşadığı şeylere tanık olmuş. Hatta Dragomir karakterinde de babasının yansıması olduğu söyleniyor. Aslında babası, heykel bölümü mezunu iken Fransa’ya göçünce marangozluk yapmış. Belki Dragomir’de olan bu güler yüz, bu anlayış babasında da vardı. Ve muhtemelen oyunda bunu yansıladı. Onu, masanın altına koyma ironisi çok hoş ve bunu böyle anlatmayı seçmiş olmasını seviyorum. Sanıyorum insanlar hafif boğazları acıyarak ve sinirden güler vaziyette olacaklar.

Florence çevirmendir. Bu işte çok da başarılı olmadığı için bir türlü tamamlayamadığı kitabıyla uğraşır. Zar zor geçindiği için -zaten kullanılmayan- masasının altını göçmen ayakkabı tamircisi Dragomir’e kiraya verir. Yani oyunda kiracının kiracısı olur. Oyun; bozuk düzeni, kapitalizmi, insanlığın sıkışmışlığını anlatırken sistem eleştirisi yapıyor.

Derya Artemel: Göçmenlerle ilgili okuduğumuz, izlediğimiz her şeyde öne çıkan şey hep bu sıkışmışlık. Hakikaten hep bulundukları topluma uyumlanmaya çalışan insanlar.

Memetcan Diper: Okuduğumuz bilimsel makalelerde, göçmenlerin o uyumlanma süreçlerinin, kendi benliklerinden, karakteristik özelliklerinden feragat ederek mümkün olduğu yazıyor. Oyunda da zaten Topor bunu çok iyi işlemiş. Onu da Dragomir ve kuzeni Gritzka’nın geçmişe dönüşlerinden anlıyoruz. Belki daha farklı insanlardı ama bulundukları konuma zarar gelmesin diye, aman dikkat et sakın o şeyleri atlama, yerleri de sil mutlaka, gibi tedirginlikleri var. Müsaitse tuvaleti kullanabilir miyim ama müsait değilse, kullanmasam da olur diyor. Biz bunu, oyunu çözümlerken gördük. Göçmen statüsü yeri ve sınıf farklılıkları çok hızlı değişmeye başladı toplumda. Hepimiz her an göçmen olabiliriz ya da bu durumla yüzleşmek zorunda kalabiliriz. Dünyanın her yerinde bu süreç hızlanması var ve adam aslında neden o masanın altındaki sen olmayasın ki demiş. Keza bizim oyunda da biraz bunu görüyoruz. Reddettiği şeye dönüşmek mevzusu. Uzaklaştığın, kaçtığın şey, her an hayatın içinde yani.

Derya Artemel: Zaten insanlarda da bu göçmen mevzusunu görmeme durumu var ya. Kendini asla orada görmeme, böyle trajedi yaşayan insanları görmeme, kendi benliğini korumakla ilgili bir şey belki de. Çünkü görürse, var oluşunda bir kırılma yaratacak. O anki düzenini, düşünce yapısını, rahatını bozacak. O yüzden onu görmemeyi, reddetmeyi ya da ötekileştirmeye seçiyor. Daha düzen insanı olarak saydığımız Raymonde ve Marc’ın da Dragomir’e böcek gibi bakmasının sebebi bu. Bu yüzden daha acımasız daha hınçlı davranıyorlar.

Yazarın, masanın altındaki daracık alanda anlatacak ne kadar çok şey olduğunu göstermesi dâhiyane bir fikir.

Derya Artemel: Aynen öyle. Bir minik hayat kurmuş orada. Gayet de mutlu mesut yaşıyor. Hatta pek çok şeye sahip insanların yakalayamadığı mutluluk içinde yaşıyor ve orada cennette olduğunu söylüyor.

Memetcan Diper: Ve Florence biraz bundan da etkileniyor. Oyunun içinde, hayatında aradığı şeyin bu olduğunu da görüyoruz.

Derya Artemel: Florence da kendi ülkesinde mutlu değil aslında. Kendi ülkesinde de para kazanamadığından dert yanıyor sürekli. O da aslında barınma ihtiyacını tam karşılayamayan, kirasını zar zor ödeyen bir kız. O da bir kiracı. Dragomir de onun kiracısı.

Ve gitgide yalnızlaşan insanın sıkışmışlığını ve tam o noktadaki dönüşmeleri kadın ve erkek üzerinden izliyoruz.  

Derya Artemel: Bence o yüzden metin biraz da feminist. Kadın cephesinden bunu çok güzel anlatmış. Geçmişten günümüze kadınlara bu gözle bakılması büyük dert. Ne deniyor kadına? En çirkin söylemiyle, kendine baktıracak birini bul. Kriz var, sen asla kadın başına bunun altından kalkamazsın. Bak çevirmenlik yaparak üç kuruş para kazanıyorsun. Hazır senden hoşlanan biri de var. Evlen, hayatın kurtulsun işte deniyor. Sürekli dayatılan bir sistem var ama kadının içi ona uygun değil. Dragomir ile aralarında kurulan yakınlık salt iyiliğin yakınlığı aslında. İkisi de o anlamda benzer. Dolayısıyla kadın buna tutunuyor. Aslında bunu istiyor hayatında. Bu müziği istiyor, bu coşkuyu istiyor,  bu sevgiyi istiyor ama sürekli dayatılan bir şey var. Sanatçı olmak isteyenlere, sürekli bankacı ol demek gibi bir şey bu. Tabii ki sistem içerisinde geçinmek, para kazanmak bizi de tırmalayan sorular ama işte mesele, buna ne kadar karşı çıkabiliyorsun hayatta.

Dragomir’in kuzeni Gritzka da gelince masanın altındaki kiracı sayısı ikiye çıkıyor. Florence ise hem ek gelir elde ediyor hem hayatına renk geliyor hem de olayları yeniden sorgulayarak bakış açışını değiştiriyor.

Derya Artemel: Evet, böylece gündelik dertlerinin ne kadar boş olduğunu görüyor. Aslında bu koşullarda yaşayan bir insanın bu kadar mutlu olabilmesine şaşırıp, biraz da utanıyor.

Aynı zamanda sınıf ayrımını, hiyerarşiyi, kastı anlatıyor oyun. Kapitalizmi simgeleyen karakterler tarafından sistemi tehdit eden bu yakınlık bozulmak isteniyor.

Derya Artemel: Bu hayatlarımızın içinde olan en büyük zehirlerden biri. Bu sosyal statü ve sınıf farkı ailelerimizin içinde, komşularımızda, kardeşlerimizde, her sohbetin içinde görebileceğimiz bir şey. Bunu seyirciyi gösterebilirsek çok mutlu olurum. İnsan izlerken, yok canım, ben bu kadar da değilim der ya, üzerine alınmaz ya…

Oysa tam da o kadardır.

Memetcan Diper: Evet bunu da sorgulatacak seyirciye. Özellikle Marc ve Raymonde o üst yapıyı, üst bakışı ve o tersinlemeyi çok güzel bir şekilde ortaya çıkarıyor.

“Masanın Altında” 7 Ekim’de Baba Sahne’de prömiyer yapıyor. Sanırım turne programı da netleşmeye başladı.

Memetcan Diper: 12 Ekim’de Bursa Sanat Mahal’deyiz. 15 Ekim’de DasDas’ta, 28 Ekim’de Kadıköy Platform şenliği kapsamında Kadıköy Boa Sahne’deyiz.

Derya Artemel: Böyle emeklerle kurulan sahnelerde oynamak da özellikle isteğimiz. Ama her yerde oynamak istiyoruz. Karşıda, başka illerde, festivallerde… Programlamaya devam ediyoruz. İnanır mısın, provadan dönünce akşam organizasyonları, yazışmaları da biz yapıyoruz. Dolayısıyla “Bizim Tiyatro”nun adının hakkını veriyoruz. Bir minik kumpanya olarak yaşamımızı sürdürüyoruz yani.

Sizinle birlikte “Bizim Tiyatro”nun adını daha çok duyalım, daha çok yazalım, daha çok oyununu yıllarca seyredelim. O, bizim de tiyatromuz olsun. Hepimize iyi sezonlar. 

1

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku