Ayşe Lebriz Berkem yazdı: “Ah!”

Ayşe Lebriz Berkem
5,3K Okunma

Fırtınadan uyuyamamıştım. Bir süre önce Tarsus Şehir Tiyatrosu’nda izlediğim “Çirkin” oyunu üzerine yaptığım söyleşiyi düzenleyip bitirmiş, ertesi gün Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne teslim edecektim ki sabaha karşı beş sularında deprem olduğunu öğrendim. Dışardaki fırtınanın sesi bir anda sus pus oldu. Utanarak söylemeliyim ki zerre kadar ismini bilmediğim “Doğu Anadolu fay hattı” o an zihnime saplandı. İlk aklıma gelen ‘kara kışta deprem’, oldu. “Ah!” dedim. 

“AH!” (*)

O gün bugündür ciğerim üşüyor.

Öyle bir fay ki kırılmasıyla yarattığı felaket, kara kışı soğuğu geride bıraktı. Öyle bir fay ki, 7.7 şiddetindeydi ve -herkesin de kabul ettiği üzere- yüzyılın felaketine sebep oldu. Bütün bilim insanları “500 yıldır stres biriktiren faydı” diyor. “B E K L E N İ Y O R D U”, dediler. Bekleniyordu… “Defalarca söyledik, anlattık”… Bu kelime ve bu kelimenin yüklediği anlam nefesimi kesiyor. Geçmiş yıllardaki videolar tek tek önümüze düşüyor bugünlerde. Bilim insanlarının nasıl da “Doğu Anadolu Fay Hattı”na dikkat çektiklerini anlatan ve halkın can güvenliğini sağlayan “depreme dirençli kentler” yapılması gerektiğini vurgulayan bir çok video, yazı, makale… En son gördüğüm on üç yıl önce yazılmış bir kitap, Hatay’la ilgili… Bunları görünce “Ne önlemler alındı?” ve “İmar Affını nasıl, neye göre yaptınız?” diye sormadan edemiyorum. Bu coğrafya deprem kuşağında. Bunu değiştiremeyiz. Bunun kaderle ya da “her şerde bir hayır vardır” ile hiçbir alakası yok. Neden mi?

1930 Hakkari-İran sınırı 7,6 büyüklüğünde 2 bin 514; 1939 Erzincan 7,9 büyüklüğünde 33 bin; 1942 Tokat Erbaa 7 büyüklüğünde 3 bin kişi; 1943 Samsun’un Ladik ilçesi yakınlarında 7,2 büyüklüğünde 4 bin; 1944’te Bolu’nun Gerede ilçesinde 7,2 büyüklüğünde 3 bin 959; 1953’te Çanakkale’nin ilçesi Yenice 265; 1957’de Muğla’nın Fethiye ilçesi 7,1 büyüklüğünde 67; 1957’de Bolu’nun Abant ilçesinde 7,1 büyüklüğünde 52; 1964’te Balıkesir’e bağlı Manyas 7 büyüklüğünde 23; 7 Mart 1966 Muş/Varto 14; 19 Ağustos 1966 yaklaşık 2 bin 400; 1970’te Kütahya’nın Gediz yöresinde 7,2 büyüklüğünde 1086; 1976’da Van’ın Muradiye ilçesinde 7,5 büyüklüğünde 3 bin 840; 2011’de Van 604; 17 Ağustos 1999 Kocaeli’nin Gölcük ilçesi 7,4 büyüklüğünde 18 bin 373; 12 Kasım 1999 Düzce 7,2 büyüklüğünde 845 can kaybı. 

İşte, tarih! O günden bugüne… 1822’de aynı fay hattında 7.4 büyüklüğündeki depremde, -denen o ki- sadece yirmi bin can kaybı olmuş. Doğa demiş. Bilim bize bir şey demiş. Herkesin anlayacağı dilde üstelik…Hesap etmiş. Ve…  Peki, ne yapmışız? Beklemişiz. Bilim insanlarının ne dediği bu kadar mı önemsiz, kıymetsiz, değersizdi? Yapabileceğimiz HİÇ mi bir şey yoktu?

Kahramanmaraş’ta meydana gelen deprem Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana, Adıyaman, Osmaniye, Hatay, Kilis, Malatya ve Elazığ.. On il. Ve ilk depremden yaklaşık 9 saat sonra da merkezi Elbistan ilçesi olan 7,6 büyüklüğünde ikinci bir deprem! 99.362 km2 alan. Can kayıpları, kurtarılanlar, yaralılar, yıkılan binalar, ilçeler ve neredeyse yok olan şehrin yarısı…  Aklıma “Sabahın karşısında konuşmak ne zor! / İncecik kül gibi kalıyorsun” (**) dediği gibi şairin, orada yaşayanların acısı üstüne konuşmak zor, kül gibi kaldık biz de.

“Coğrafya kaderdir”. Hayır, bu gerçek değil. Gerçek şu, depremin bu fay hattında olacağına dair yıllardır uyarılar yapılmış, dikkat çekilmişse artık olanlar kader değildir. Nokta. Hatta şimdi tam da bu acının orta yerinde bu uyarıların hiçbirini dikkate almayıp her şeyi kadere bağlayanlar da bizim kaderimiz değildir! Yaşananlar ortada. Bekleniyordu ve biz ‘yeterince’, ‘olması gerektiği gibi’ hazırlıklı değildik, bunu anladık! Bunu zihinlerimizden nasıl atacaksınız? 

Bilimden uzak düşmüşseniz, kumdan yapılmışçasına yıkılan o binalar karşısında “kader” demeyip de ne yapacaksınız! Ama işte asıl soru: “Kim yaptı, nasıl yaptı bu binaları? Kim(ler) izin verdi?” olmalı, kadere bağlamadan önce. 

Anadolu yarımadasını üç metre kaydıran -denen o-, yüz kilometreden uzun bir çatlağa yol açan bu fay hattında olan yaralı, bitik on şehir… Yıkılmış evlerin altında kurtarılmayı bekleyen insanlar… Yardım isteyen çığlıklar… Yakınlarından bir ses gelmesini bekleyen insanlar… Canhıraş bir biçimde yardım etmeye çalışan “Kimse var mı?” diye seslenen yurttaşlar… Arama kurtarma ekipleri… Yardım organizasyonları… Kendilerinin ya da yakınlarının hangi adreste olduğunu bildirenler… Başka şehirlerden yola çıkıp yakınlarına ulaşmaya çalışanlar… Koliler… Koliler… İhtiyaç listeleri… Yola çıkan ekipler… Gönüllüler… Yardım toplayan belediyeler… Yurt dışından teçhizatlarıyla bölgeye gelen yabancı profesyonel ekipler… arama kurtarma ekipleri, maden işçilerimiz… ve yardım kampanyalarının hangisinin ‘gerçek’ olduğunu anlamaya çalışıp, birbirlerine doğru Iban bilgilerini vermeye çalışan arkadaş grupları… 

Haberler gelmeye başladığında yaşanan depremin büyüklüğünü ‘idrak’ ettiğimiz andan itibaren bütün bir ülke olarak nefesimizi tuttuğumuzu hissettim; sanki tek nefes olmuş, birlikte ağlıyorduk. Kimimiz “anne mi de alın” cümlesini duyduğumuzda, kimimiz küçücük bir çocuğun enkazdan çıkarıldığında avucunda kalmış olan annesinin saçını gördüğümüzde, kimimiz bir babanın ağıt yakarak çocuğunun eşyalarını koklaya koklaya toplamasına, kimimiz yaralı bir kadının oğlunun kurtarılması için enkazın başından ayrılmayışına, kimimiz enkaz altındaki kızının elini bırakmayan babaya, kimimiz yıkıntılar arasındaki bir oyuncağa, öylesine ortalık yerde duran bir kapıya… Bir perdeye… Bir koltuğa… Aile fotoğrafı olan bir çerçeveye… Kimimiz koca bir enkaz yığınının tepesinde iki kadının betonları çekmeye çalışırkenki çaresiz çabasına… Kimimiz yerlerde gömülmeyi bekleyen cansız bedenlere, kimimiz ekiplerin ses duymak için herkesi susturdukları o sessizlik anına, kimimiz enkazdan çıkartıldığı an “beni özel hastaneye götürmeyin, param yok…” diyen kadına, kimimiz ‘depremden önce depremden sonra’ diye ayrılan şehirlerimizin hüzünlü haline bakıp… ve… bir şehrin adına Acıyaman dendiğinde… ve… ‘’Bu şehri bırakmayız burası bizim şahsi meselemizdir’’ deyip şehri terk etmek istemeyenleri gördüğümüzde… 

Kimimiz dediğime bakmayın hepimiz, hepsine ve her şeye ağladık, ağlamaya devam ediyoruz. Gözyaşlarımız durmadı. Durmuyor. Bir de öyle bir çaresizlik eşlik ediyor ki acımıza… İçimizde büyüyen “öfke”yi de tetikliyor…

“İnsan insan dedikleri

İnsan nedir şimdi bildim

Can, can deyu söylerlerdi

Ben can nedir şimdi bildim”  (***)

Herkes duygusunu “UTANIYORUM” olarak ifade etti. Dediler, suçluluk psikolojisinden olurmuş! Olsa olsa ‘’Hazırlığınız nedir?’’ diye soramamanın suçluluğudur. Sonuçta içten bir utanma; kimi nefes almaktan, kimi sıcak evinde olmaktan, kimi üzerini örten battaniyeden, kimi uyumaktan, kimi yediği yemekten, kimi çocuğunu sevmekten, kimi de… 

Kimi de ‘başkaları’ adına. Ah… Başkaları adına ne çok utandık!  

Art arda gelen artçılar, kurtulamayanların acı haberleri, kurtarılmayı bekleyenlerin isyanı… Derken ‘mucizeler’ yaşandığını bildiren haberler gelmeye başladı; bu kez de sevinç gözyaşlarımız aktı; kimimiz enkazdan çıkarılan beş yaşındaki küçük bir kızın, ona su uzatıldığında “ama daha muayene olmadım ki…” demesine, kimimiz kendisini görmediğimiz küçük bir kızın köye yardım kamyonu geldiğinde uzaktan “Kamyon geldiii…” diye seslenişine, kimimiz bir köpeğin kedi yavrularına siper olmuş bedenini gördüğümüzde, kimimiz depremzedelerin günler sonra sıcak bir çorba içtiğini gördüğümüzde, kimimiz çadırı başını sokacak bir dam gibi görüp buna sevinen bir aileye… Kimimiz yabancı profesyonel ekiplerin geldiğini gördüğümüzde, kimimiz komşu ülkenin bir Karadeniz türküsüyle deprem haberini vermesine, kimimiz seferberlik halindeki maden işçilerini, yüzlerce gönüllüleri gördüğümüzde… Adı ister Afad ister ahbap ister ihtiyaç haritası ister babala ister yüzlerce STK’lardan biri olsun… Ne fark eder?  

Acının içinden sevincin filizlendiği anların çoğalmasını ümit ederek bekliyoruz. (Bu yazıyı yazmaya başladığımda ‘şimdiki zaman’ idi ama artık enkazları kaldırmak için kepçeler girmiş, dolayısıyla doğrusu artık “bekledik” olmalı.) 12 saat… 24 saat… 48 saat… Umut kesmemecesine bekledik. Geçmiş olsun, demeye çekiniyorum sırf daha bitmedi, bitemez, daha kurtulacaklar var, diye düşündüğüm için… Herkesin seferber olduğunu gördüm ya, mucizelerin artması için hiç bitmeyecekmiş kurtarma çalışmaları diye düşünmüştüm hep. 

Bitti. 

Bir de öyle bir öfkem var ki… Acı büyüdükçe, o da büyüyor. Sabır, az sabır dedikçe kendime, kendi isyanımı büyütüyorum adeta… İsyan etmek de yeri ve zamanı gelince olması gereken.

Yani sormayalım mı bu evleri kimin yaptığını, kimlerin izin verdiğini, neden bilim insanlarını dinlemediklerini, deprem kuşağı bir coğrafyada yaşadığımız bilindiğine göre hazırlıkların kısa, orta ve uzun vadede neler olduğunu, sormayalım mı? Önceki depremlerden ne ders aldığımızı sormayalım mı? Sormayalım da elimiz göğsümüzde dövünelim mi hep? Bizim payımıza düşen sadece bu mu? 

Geçmiş bitmiş ve son olsun bu acı, demekle olmayacak… Yurttaşlar olarak bu acı bir kırılma noktası ve değişimin şart olduğunun bir idrakı. Çünkü depremin yıktığı binalar, yollar, köprüler, hastaneler, okullar, kurum binaları ve haneler içinde canlar var. Şimdi onların haykırışlarını, isyanlarını anlamak, dinlemek ve onlarla ‘bir’ olmak zorundayız. 

Beklenen deprem için uyarılar yapılırken yeni bir depremle daha sarsıldık. Korku dalgası her yere dağıldı. Yine tuttuk nefesimizi acı içinde. Bir can değil onlarca can için yine seferber oldu herkes… 

İstanbul’u bekleyen depremi düşünüyorum. Bir acı daha göğsüme oturuyor. Kendimizi kadere mi terk edeceğiz? ‘’Olacak olduğunu” bile bile hiç hazırlıksız mı olacağız yine… “Bir şey olmaz takdiri ilahi” mi diyeceğiz? Şimdi bile bile oturup kıyameti mi bekleyeceğiz?

Acımız derinken olası başka depremleri düşünmek yersiz olabilir belki… Ama… Ama başka hayatları kurtarabilmenin organize olmaktan geçtiğini 99’da yaşamıştık. Ve yine hatırlamak zorunda kaldık. Bu deprem yine bir şey gösterdi ki yardım beklerken ivedilikle yapılması gerekenler var. Yapılabilecek en önemli şey bizim elimizden bir şey geliyor olması… Kurtarma eğitimi olan, enkazdan nasıl kurtarılacağını bilen, hatta kepçe kullanmasını bilen, zamanla yarışacak ve organizasyon yapabilen insanlara ihtiyaç var. İlk yardım bilgimizin olması gerekiyor. Acil depremde yapılacakların bir listesini bireysel olarak yapmamız gerek. Olması beklenen bu depremi daha bilinçli karşılamanın bir ihtimali var. Mahalle mahalle, sokak sokak ve yaşadığımız binalarda deprem için çalışmaya başlamalıyız. Okullarda eğitim süratle verilmeli. Saçma sapan anonslarla kimsenin ne olduğunu anlamadığı ‘çakma’ tatbikatlarla olmaz. Bugün yapacağımız her şey yarın kayıplarımızın olmaması için. Bu acının son bulması için. Geleceğimizi Kendimiz Tayin Edelim: Biz böyle yaşamaya devam mı edeceğiz? Korkuyla! Yoksa bilime mi inanacağız? Ne yapacağız şimdi? Şiirinde “Bugün hiçbir şey olmamış gibi mi yaşayacağız? Her şey yolundaymış, kimse ölmemiş gibi mi davranacağız? Mutluymuşuz gibi mi güleceğiz? “İnsan olan yerlerim çok ağrıyor” dediği gibi Birhan Keskin’in… Hepimizin insan olan yerleri çok ağrıyor.

“Bütün yaralar iyileşir, önemli olan o yaranın nedenini doğru tespit etmek…” (Alper Hasanoğlu)

Peki, nasıl saracağız yaraları? Bu “dayanışma” devam edecek biliyorum. Yaralar sarılana dek ve sarıldıktan sonra da… Elbette üstesinden geleceğiz. O vakit deprem kuşağında olan bir coğrafyada nasıl huzur içinde ve güvenli yaşayabileceğimizi düşünüp 23 yılda alın(a)mayan dersleri konuşacağız. Yaramızın nedenini doğru tespit edeceğiz. Ve “bizim için melek oldu gitti”demeyin, hakkımızı arayın…” diyen tüm kayıplarımız adına soru sormaya devam edeceğiz. 

’Bugün artık toparlanıp herkesin kendi uzmanlığı ve mesleği üzerinden yapabileceklerini soğukkanlı bir inatla düşünme zamanı. Ülkeyi kapsayan bir iş bölümüne ihtiyacımız olacak. Bu yastan, bu dayanışmadan yeni bir ülke kuracağız ve bunun için inat, kararlılık ve salim kafa gerekiyor. Bu hafta umarım bu yeni dönemin başlangıcı olsun, çok işimiz var ve yapabiliriz’’ (Ece Temelkuran)

Şu soruyu soruyorum pazarı pazartesiye bağlayan günden beri : “Ben ne yapabilirim?” 

Savaşta ya da doğal afette en çok kadınlar ve çocuklar zarar görür. Bunu biraz tarihten biraz yaşayarak gördük. Şimdi kadınlarla dayanışma zamanı. Çocuklar ise bizim hepimizin sorumluluğu. Onlara iyi bir gelecek vermek zorundayız. Onların hayatlarında derin izler bırakabilecek bir felaketin izlerini hep beraber onarabilmeliyiz. Bunun için atacağımız her bir adım çocuk gelişimciler, pedagoglar ve ‘uzman kişilerin’ gözetiminde olmalı. Ağır ama emin adımlar atmalıyız. Bir gün ben de deprem bölgelerine gidip çocuklara hikayeler, masallar anlatabilirim, oyunlar oynayabilirim ama önce onlara güvenli bir ortam, başlarını sokacak güvenli bir yer ve yiyecek ekmek sağlandıktan sonra. Çadır kentler… Konteyner kentler… ve her gün verilecek aş… ve her bölgenin temizlik ihtiyaçları ve bu arada çocukların eğitimi öncelikli olmalı. Yolumuz uzun, hepimiz birbirimizden devralacağız orada yapabileceklerimiz için… Bizim ülkede çokça sorulur, nerelisin diye… Ben hiçbir şehirden değilim; ben bu ülkenin ta kendisiyim hem Anadoluyum hem Trakyayım… O şehirleri de hayatları da hep beraber yeniden kuracağız.   

Karabekir Akkoyunlu, “Hikâyeni kim yazıyor?” adlı konuşmasında şöyle diyordu: “Bize ortak insanlık dilini, yeryüzünün mirasını yeniden hatırlatacak destanlar, türküler, ağıtlar yazacak yazarlar, aşıklar, ozanlar, modern Homeroslar, Marquezler, Yaşar Kemaller lazım… Çünkü biz, aslında bize anlatılandan çok daha fazlasıyız, çok daha güzeliz.” Buna eklemem gerekenler var: Biz aslında bize anlatılandan çok daha fazlasıyız, çok daha güzeliz, çok daha yürekli ve cesur, çok daha dürüst ve onurlu, çok daha birlik ve beraberliğe inanan, çok daha dayanışma ruhuna sahibiz. Bize bu gücümüzü hatırlatacak felaketlere artık ihtiyacımız yok. Biz kaderin altında ezilecek yerde destan yazabilecek yüreğe sahibiz. Bizim azarlanmaya ihtiyacımız yok. Her şeyi not ettik; unutmamak için… Kağıdımız gözyaşlarımızla ıslandı ama yazılar okunuyor. Kimi de zihnimizde kayıtlı.

Yaraları saracak tek bir dil var, o da şefkat dili. Bu felaketlerin üstesinden gelebilecek tek dil de “bilimin dili”. Acımasız olan doğa değil, kötü olan doğa değil. “Kötüleri bağışlayan, iyileri cezalandırır.” (****) Gün, iyilerimize ve doğaya sahip çıkma günü… Bilime inanmaksa tek yol, tek çıkış. Bunun için direneceğiz. İnsanca yaşamak için…

Herkesin acısını ve öfkesini paylaşıyorum.

AYŞE LEBRİZ BERKEM

 

Kaynakça:

* “İnsanlar hangi dilde konuşuyorlarsa konuşsunlar, bu sözcüğü kullanmadan edemiyorlar. Çünkü “ah”, insanın anlatmak isteyip de tam olarak ifade edemediği her şeyin yerine geçen bir ünlem. Çünkü “ah”, insanın düşünmekten yorulup da o zihinsel yoğunluğunu bir çırpıda özetleyebileceği bir ünlem. Çünkü “ah”, acı çeken insanın bedensel ıstırabını dışa vurabileceği bir ünlem. “Ah” sözcüğü gramerde bir ünlem olarak yer almasına rağmen, sanki “ifade edilemeyen” her şeyin yerine geçen bir “ad” gibi de kullanılıyor. Anlatılacak hissin ya da durumun, sözcüklerde bir karşılığı bulunamıyorsa, “ah” sözcüğü imdada yetişiyor.

O “ah”, belki derinlerde yaralanmış bir yaşamı ve o yaralayanlara karşı edinilmiş bir iradeyi, belki derinlerde bir ruh açılmasını ve insanın kendisini sonsuzluğa bırakışını ya da belki bedeni ile olan yaşamsal ilişkisini barındırır.” 

(Emre Zeytinoğlu) / 2019 Ankara ODTÜ 3.Estetik Kongresi’nde yapılan konuşmadan alıntıdır.)

** Dağ (Birhan Keskin)

*** İnsan İnsan Derler İdi (Muhyiddin Abdal)

**** Bonis nocet, qui malis parcit (Seneca / Romalı düşünür ve devlet adamı)

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku