“Yolcu” Oyunu Üzerine Orhan Alkaya ile Söyleşi

Şimdi ve Burada... Önlenebilir Bir Felaketin Kapı Ağzında: "Yolcu" 

Burcu Okutucu
5,2K Okunma

Nâzım Hikmet’in 1941 yılında kaleme aldığı “Yolcu” oyunu, Orhan Alkaya rejisiyle İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda 1 Mayıs 2024’te prömiyer yaptı. 

İzmir Şehir Tiyatrosu’nun sanat siyasetine, tutumuna, yürüyüşüne, sanatsal tercihlerine yakışan “Yolcu”nun prömiyerin ardından Orhan Alkaya ile oyun üzerine konuştuk…

Burcu Okutucu: Nâzım Hikmet’in ‘Yolcu’ oyununu İzmir Şehir Tiyatroları’nda sahneleme fikri nasıl oluştu? Neden Nâzım ve neden Yolcu? Sizi tetikleyen şey ne oldu?

 Orhan Alkaya: Sondan başlayayım, beni tetikleyen her zaman, ben oldum. Nâzım, babamın hafızasından çocukluğuma süzülmüş bir büyük “şiir”di. Oyun yazarlığını da ekseri iyi buldum. En iyi oyunu saydığım Ferhat ile Şirin’i sahnelemeyi düşünmedim ama iki oyunu zaman aşırıdır bence. Biri Kafatası -ki yapmak istiyorum-, diğeri de “absürd” dokunuşa erkenden başlamış bir “metafor oyun” olan Yolcu.  

Yolcu’yu yapma motivasyonum, Yücel Erten’in teklifi ile bitişen, felâketlerin ritmik zamanına yakalandığımız bir sıra, “şimdi ve burada” bir söz söyleme imkânı tanımasıydı. Bu söz, tarihteki büyük bir bağımsızlık mücadelesi veriliyorken, kendi küçük dünyalarına sıkışmış insanlara, “farkında mısınız?” deme hipertextine alan açmasıydı. Elbette, ekibimizle birlikte yaşadığımız yepyeni ve hayli heyecanlı bir tiyatro dilini araştıracak, deneyimleyecek olmamızdı. 

Yolcu, İzbbşt

Burcu Okutucu: ‘Yolcu’, 1 Mayıs 2024’te İZBBŞT’de prömiyerini yaptı. Peki, prömiyere kadar sorun yaşadınız mı? Meselâ, ihale yasaları ya da kimi prosedürler süreci etkiledi mi? 

Orhan Alkaya: Bir kahkaha emojisi koymalıyım buraya! Evet, beni doğrudan etkileyen 1 ve doğrudan işimizi etkileyen 2 “ihale patlaması” yaşadık.  El sıkıştığımız tarihten iki yıla çok yakın bir zaman sonrasında da prömiyerimizi yaptık. Bu süreç, kurucuları arasında yer aldığım İzmir BB Şehir Tiyatroları’nın deneyim edindiği, kamu sanat kurumlarında sanat yönetiminin bürokrasiyle kuracağı ilişkiyi tartıya koyduğu, tecrübe kazandığı bir süreçti. Benim için mutluluk verici olan ise, ekip arkadaşlarımın -oyuncular, kreatif ekip, teknik ekip, reji masasının çoğunluğu- projemizden hiç kopmamış olmalarıydı. İtiraf etmeliyim, bir ara ben koptum, onların projeye inancıyla kendime geldim! 

Burcu Okutucu: Oyunda iç içe geçmiş paralel iki hikayeye tanıklık ediyoruz. ‘Yolcu’ oyunu devam ederken, bir yandan da Kuvayi Milliye Destanı’nı duyuyoruz. Duyuyoruz diyorum, çünkü müzikler ve koreografi adeta destanı bize ‘duyuruyor’. Katmanlı bir anlatım dili ve biçiminiz var oyunda. Bu zor seçim ve yolculuktan biraz bahseder misiniz? 

Orhan Alkaya: Ukalalık zamanlarımda başlattığım, olgunluk zamanımda doğruladığım bir iddiam var: Az buçuk tiyatrodan anlayan herkes mizansen yapabilir. Yönetmenin işi “konsept” ortaya koymaktır. Aristoteles’ten Stanislavski’ye, oradan Meyerhold’a, Brecht’e uzanan derin yoldan da, şunu çıkardım: Tiyatro kurmacadır, kurmacanın kurmacası yapılmaz! Ekip arkadaşlarımı, prömiyer akşamı, oyundan bir buçuk saat evvel, kulise çağırdım ve onlara -benim için tarihi- bir “itiraf”ta bulundum. “Sizi kandırdım” dedim! “Yapacağınız işin çocuk oyuncağı olduğuna, her oyuncunun bunu kolaylıkla yapabileceğine sizi inandırdım. Oysa, biliyordum ki, değme profesyonelin, ustanın altından zor kalkacağı bir işe sürdüm sizi. Dramatik aksiyonun zirve ânında oyunu kesip, bir şapka kodlamasıyla bedeninizi, sesinizi ve duygunuzu anlatıcı formuna çevirmenizi istedim sizden. Epopik formdan, kısa sürede çıkıp, dramatik aksiyona bıraktığınız yerden devam etmenizi de istedim. Başardınız çocuklar” dedim.

Bir işe inanarak katılmanın tadını çıkardığımız, benim de arkadaşlarımla yeni bir tiyatro dili denediğim, meşakkatini unuttuğum, her zamanki gibi, sözümüzü tahtanın üzerinde söylediğimiz bir -sizin deyişinizle- yolculuktu Yolcu. 

Yolcu, İzbbşt

Burcu Okutucu: Oyunda iç mekan ve dış mekanın yarattığı bütünlük algısı ve atmosfer oldukça etkileyici. Dışarıda olup biten her şey, savaşın soğukluğu, bunalımı ve karamsarlığı, ses ve ışık tekniği ile mekanın içine taşınıyor. Önce bir eve, sonra bir odaya ve oradan da insana… Sinsice, haince ilerleyen bir kurt gibi… Bu hikâyenin seyirciye bu şekilde geçişi sizin amacınızla da örtüşüyor mu? 

Orhan Alkaya: Teşekkür ederim, aktardığınız algı yorumundan da anlıyorum ki, amacıma ulaştım. Ben “Kartezyen” düşünce ekolünde yetiştim ve bu 400 küsur yıllık felsefe kaidesine zaman içinde itiraz etmeye başladım. Meselâ, parçadan bütüne ulaşma önermesini hasarlı buldum ve parçayı bütün olarak yorumlamak gerektiğini düşündüm. Yapageldiğim işlerde, iki şeye dikkat ediyorum; ilki parçaların tamamına itina göstermek -bunun tiyatrodaki asıl karşılığı “ân”dır; diğeri ise bunu tek başıma yapmadığımı, kâh insan biyografisiyle, kâh kelimeyle ve elbette ilkindeki gibi, parçanın kendisiyle imkân yaratılabileceğini unutmamak.  

Tiyatro elbette estetik alanındadır ama estetik tek bir form değildir. Bu işte, iliklerime kadar hissettiğim, Nâzım’ın estetik etkisi, kalıp dışı ahengi idi sanıyorum. 

Burcu Okutucu: Oyuncuların başarısını, dekor, ışık, ses ve kostümler kadar rejinin tercih ettiği müzikler ve koreografi destekliyor. Cem İdiz ve Dolun Doyran’ın oyuna katkıları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Orhan Alkaya: Bütün ekibimiz ortaya çıkan işin ortak sahibidir; bir Cem İdiz’i ayırıyorum! Kadîm arkadaşım Cem, projenin bütünlenmesini sağlayan büyük aktördü, Dicle onu sahnede temsil etti. Defalarca çalıştığım, dil ortağım, partnerim, ışık tasarımcımız Kemal’le… Can’la, efekt cini Bora’yla, gusto sahibi kostüm tasarımcımız Deniz’le, sahne tasarımında dilimiz tutan Özlem’le, -harika bir adam olduğunu ekleyerek- koreografımız Dolun’la, her an sol omuz başımda oturan dramaturgumuz Halil’le, oylumlu diliyle prova günlüğü tutan çalışkan asistanım Selen’le, Devrim ve Benan’la, yoktan var eden Eylem’le, Evren’le, ghost yerine parsifal gelen perdemizi her gün itinayla düzelten Hakan ve Osman’la, enerjisini ve sert kahvesini sakınmayan sahne amirimiz Çetin’le, sonlarda Alp’le, bütün teknik ekiple, İsmet İnönü Sahnesi’nin bütün çalışanlarıyla duygu birliğimiz vardı. Biz Yolcu’yu birlikte yaptık. Benim yapmak istediğim şey bir tasavvurdu, hep birlikte gövdesini kurduk.  

Orhan Alkaya, Burcu Okutucu

Burcu Okutucu: ‘Benim bir ülkem vardı!’ cümlesi takıldı kulağıma oyunda. Bu cümle ‘Yolcu’ ile nerede, nasıl karşılaşıyor? 

Orhan Alkaya: Kusturica’nın Underground filmi, beni derin etkiledi, Emir’in de aforoz edilmesine yol açtı. Yugoslavya iç savaşı denilen, finans kapitalin en uzun “Genel Prova”sı ve aynı zaman diliminde yoğunlaştırılmış Ruanda’daki Hutu-Tutsi iç savaş fecaati ile ulus devletlerin dağıtılarak yönetilmesi arayışını test ettiler. Arkasından hızar ve tilt ile Ortadoğu’ya daldılar. Yugoslavya -Tito- modeli, beni hem ilgilendirmiş hem evrensel insan maddesi konusunda endişelendirmişti. Gramsci modelini, komünist ideada hep, olabilenin en iyisi olarak kabul ettim. Tito ekibi de bu muhtariyetçi modeli kurdu, enikonu da başarılı oldu. Yugoslavya deneyimini çalışırken, oralara gidip gelirken, yazarken, oyun yaparken epey hemhal oldum bu, ülke kaybetme trajedisiyle. Türkiye’ye, bize olmaz demeyin, dedim defalarca. Bağımsızlık Savaşı ile kurulan Türkiye’nin, halı altlarını süpürmesi için uğraşırken, benim bir ülkem vardı, demenin endişesine transfer oldum. Erdal İnönü’nün meşhur anektodudur, Ankara Palas’a mı ne gitmişler parti ileri gelenleriyle, garson, ne yersiniz efendim, diye sormuş. Erdal Bey, sen masanın üstünü boşalt, biz birbirimizi yiyeceğiz, demiş. 

Evet, ilk ve son cümlesi “Benim bir ülkem vardı” olan o film de bu konsept projeye yakından gülümsedi. 

Burcu Okutucu: Bir dönem İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Genel Sanat Yönetmenliği görevini üstlendiniz. İzmir Şehir Tiyatroları’nın kurulmasında aktif rol oynadınız. Bu oyun ile İzmir Şehir Tiyatroları’ndaki oyuncularla bir araya gelmek sizin için nasıl bir deneyimdi? İzmir’i nasıl buldunuz? 

Yolcu, İzbbşt

Orhan Alkaya: İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sadece Genel Sanat Yönetmenliği yapmadım, pek çok başka iş de yaptım. 18 yaşındaydım, o evden içeri girdiğimde, ruhen -ve konuk yönetmen olarak!- hâlâ oradayım. İlk dönemimde oyunculuk, reji asistanlığı ve ne gerekiyorsa -dekor boyamaktan kollektif oyun metni yazmaya kadar- yaptım; alkış tatmini -ya da tehlikesi- ile tanıştım ve ikinci dönemimde sahne oyunculuğundan vazgeçtim. İlk dönemde, 1980 Aralık’ında, meşhur ve meşum 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu dayanağıyla kovulan 43 tiyatrocu arasındaydım, onurlandım ve Genel Sanat Yönetmeni Hayati Asılyazıcı ile el sıkıştığımız İki Kişilik Hırgür’ün reji projesi kursağımda kaldı…. 9 sene üzerine eve döndükten sonra, rejisörlüğe geçtim. Birkaç kere, artık yayınlanmayan yayın organımız Türk Tiyatrosu dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptım.  Seçilmiş Yönetim Kurulu üyeliği yaptım ve o esnada, epey dirensem de, GSY oldum. Tarihimizin en büyük kadro alımını 2008/2009’da gerçekleştirdim -62 kadroya alım ve 130 ek kadro-. Vesselam, ilk günden itibaren tiyatromuz odağında tiyatroların, lâfta değil, hakikatte özerk yapılandırılması için çabaladım, bilmem kaç yüz konuşma yaptım, yazı yazdım. Ellili yaşlarım hâlâ sürerken, dönemin “Merkezi Belediye” yönetimi, bana siyasi bir soruşturma açmaya cesaret etti ve kimseye haber vermeden, sadece “ayağımın altından çekilin” deme fiyakasıyla kendimi emekliye ayırdım! Haber vermedim, çünkü arkadaşlarımın gitmemem için yapacaklarını göğüsleyecek ruh hali içinde değildim. 

İzmir BB Şehir Tiyatroları, kurulması için çaba harcadığım bir tiyatro. Bir dönem Avni Dilligil başlatıp bitirilmiş, bir dönem sevgili ağabeyim Özdemir Nutku başlatmışken durdurulmuş bu proje, Tunç Soyer’in yürekli kararı, Zeynep Altıok’un büyük çabası, benim de dahil olduğum Danışma Kurulu’nun katkılarıyla gövde buldu. Şimdi sıra, İzmir BB Şehir Tiyatroları’nın geçici bir süreçteki statüsünün “kamu tiyatrosu”na yükseltilmesi -yani iyi hazırlanmış bir yönetmeliğin Sayıştay onayı alarak yürürlüğe girmesi-. 

Oyuncuların seçildiği sınavda, kahir ekseriyet için, iç ferahlığı ile oy kullandım. Uzun rötarlardan sonra, bu projeyi, herkesin birbirine sarılmak istediği, sarıldığı bir ekip olarak tamamladık. Oyuncularla çalışmayı çok severim, aslında birlikte çalıştığım bütün ekip için geçerli bu… Bir ara nedenini fark ettim, ben ilk geceden sonra el sallayıp gidiyorum, oyunumuzu onlar taşıyor.  

İzmir’i ise, çocukluğumdan beri “bulurum”. 

Yolcu, İzbbşt

Burcu Okutucu: Şehir Tiyatroları’nın özerkliğini koruması için, tiyatro ile belediye yönetimi arasındaki ilişki sizce nasıl olmalı? Bu ikisi arasında sınırlar nasıl çizilmeli, varsa dinamikler nasıl korunmalı? 

Orhan Alkaya: Kısa yoldan bir cevabım var ama anlaşılması kolay değil: Herkes haddini bilmeli!  

Açarsak, ilk statü edinen kamu tiyatromuz -Güllü Agop’un “imtiyaz”ını saymıyorum- Darülbedayi (Ali Ekrem Bolayır’ın tercemesiyle, motamot çevirisi “güzellikler evi” ama aslında “konservatuar” demektir), yani tarihten edindiği adıyla İstanbul Şehir Tiyatrosu’dur… 1931’de, Muhittin Üstündağ Belediye Reisi iken, Müdürlük olarak yapılandırılmıştır. Bunu mümkün kılan, İzmir İktisat Kongresi kararlarına dayanan 1050 sayılı Katma Bütçe Kanunu’ydu, 2006 1 Ocak tarihi itibariyle lağvedildi. Geriye, kuşa çevrilmiş de olsa -istihdamı sağlayan 5. Maddesi yürürlükte, şükür- 5441 sayılı kanun kaldı. Bu kanun, bütün sabotajlara rağmen, büyükşehir belediyelerinde eşdeğerdir. Mevcut prosedür, bürokratik devlet prensipleri -ma’lesef “rogue state”den iyidir- gereği, Müdürlük ve Genel Müdürlük’ü işaret ediyor. 1931’den 2006’ya Yönetmelik’teki statü tanımı, Müdür’ü “ita âmiri” olarak tarif eder -kurye de diyebiliriz statüyü incitmeden-ve tiyatroyu geçici bir süre, yasal mevzuat çıkartılana kadar Müdürlük mertebesinde tarif etmiştir. Bu bile çatışmaları engelleyemezken, Müdürlük, Şube Müdürlüğü’ne indirildi.  Bürokratik açmaz, yerel yönetimin kanalizasyon yapmak ile tiyatro sübvanse etmeyi eşdeğer bulduğunda aşılabilir. İkisi de “temizlik” sağlar çünkü… 

Kısa kesmek gerekirse, yeter miktar bütçelendirme, sponsor alma konusunda yasal yetki, bütçenin sıkı denetimle kurum tarafından kullanılması, temel prensipler -yerli oyun, ilk oyun, yeni oyun yazarı oranları- yerine getirilmek koşuluyla mutlak sanatsal özerklik, üretimi gerçekleştirecek atölyelerin kurulması, Fransa modeli istihdam keşke, vb… Olmayacak şeyler değil ama, Mümtaz Zeki üstâdın “Yoklar Dağındaki Nar”ı da hep “yürürlükte”! 

Orhan Alkaya, Burcu Okutucu

Burcu Okutucu: Bir önceki soruyla bağlantılı olarak, şunu da sormak istiyorum size: Türkiye’de tiyatro-politika ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Orhan Alkaya: Reel politikanın sanattan deli gibi ürkmesi, salt bize özgü değil elbette. Olguyla kavga edilmez, onlar statükoyu savunacak, biz hayal gücünü. Benim alacağım tek rüşvet, misal, aksesuar sorumlusu Fiko’nun veya Eylem’in gözlerindeki parıltıya tanık olmaktır ve kaybedeceğim, haysiyetimden başka hiçbir şeyin olmaması. Apolitik ya da depolitik sanatsal üretim olamaz. Yeter ki gündelik (reel) politikanın tuzaklarından imtina edilsin. Türkiye’de bürokratik bir rejim vardı, otokratik denemeler üzerinden patrimonyalizme evrildi bu rejim -önlenmezse Türk tipi faşizme de evrilir-. Hiçbir ortaklığa yüz vermeyen bürokrasi, modernitenin mühendislik cetvelleri ve metotlarıyla topluma hiza istikamet vermeyi ezberledi. Ezber bozanlar ise, Cevat Fehmi’nin Buzlar Çözülmeden’indeki ekürinin kötülük saçanlarıydı.  

Kısaca, ilişkimiz hep kötü oldu. 

Burcu Okutucu: Son olarak, Nâzım Hikmet sizin için şimdi ve hâlâ ne ifade ediyor? 

Orhan Alkaya: Nâzım benim için çok fazla ifade ile yüklü. Adını aldığım büyük amcama Burjuva Orhan lakabını takan o, hapis ufaklığı babamın ezberindeki şiirlerini, dört buçuk yaş civarı ezberime katan da o -Bahr-i Hazer’in bir mısrasını hep yanlış okuyorum, babamın müthiş hafızasına yanlış yerleştiği için-, moderniteyi -ki iyi bir şey değil, bir formasyondur- en sevecen geçen sanat erbabından olduğu için, şaheser şiirleri için -ki kötü şiirleri bile iyidir-, Türkçeme Yaşar Abi’den bile fazla katkısı olduğu için, elbette “Sevdalınız Komünisttir” diyen bir yoldaş olduğu için, hatta erillikten kaçınmayı öğrenmeme yol açtığı için…  

Aynı şeyleri tekrar etmeyi ustalık değil, hazırlopçuluk sayarım. Bana, bir oyun değil, bir süreç sunduğu için Nâzım’a mükerrer müteşekkirim. Yolcu’yu, canımın içi Erol Abi (Keskin) mi ilk sahnelemişti, Nâzım’ın gidişinden üç yıl kadar sonra? Emin olmasam da, Erol Keskin’i eğlenceli gülüşünden öperek hatırlıyorum, Fatih Tiyatrosu’nda ’77 senesinde, Savaş’ımın (Dinçel) yönettiği Yolcu oynanırken, Makasçı rolündeki Mustafa (Alabora) ve Betül’ün (Arım) evladı Memet Ali doğmuştu. Belki bu yüzden, benim için evlat kıvamındaki “Yolcu”yu yönetmemi teklif eden Yücel Erten’e son teşekkürümü etmeliyim, galiba.   

Bu kadar. Ötesi sahnede. 

Burcu Okutucu: Çok teşekkür ederiz Orhan Bey.

Orhan Alkaya: Ben de size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne teşekkür ederim.

BURCU OKUTUCU

 

Yolcu – İzbbşt

Yöneten: Orhan Alkaya
Müzik: Cem İdiz
Koreografi: Dolun Doyran
Sahne Tasarımı: Özlem Karabay
Giysi Tasarımı: Deniz Bilgili
Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Dramaturg: Halil Ünsal

Oyuncular
İstasyon Şefi: Ayhan Anıl
İstasyon Şefinin Karısı :Şirin Saraçoğlu
Makasçı: Efe Ünal
Atlı: Deniz Gürzumar
Ses : Devrim Karakoyun

Yönetmen Yardımcıları: Nazlı Benan Özkaya, Selen Şeşen,Devrim Karakoyun
Sahne Amiri: Çetin Ok, Alp Okur
Kondüvit: Bora Yücel
Işık Kumanda: Can Tangal
Sahne Işıkçıları: Tuğrul Kaya
Sahne Makinistleri: Osman Şen, Hakan Dağlı
Sahne Aksesuvarcıları: Eylem Özdemir, Evren Til
Sahne Terzileri: Türkan Ezgi Ercan
Piyano:  Cem İdiz, Dicle Taylan Talayhan
Afiş Tasarım: Mahir Akkoyun
Fotoğraf- Video: Aslıhan Güçlü, Serhan Çiner

Basın Yayın Halkla İlişkiler: Mert Ersel Şahin

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku