“Topuklu Terlik Süt Yapar” Hepimiz Tutunmalık Dal Arıyoruz

Pınar Erol

Onlar çok biliyor. Onlar kim mi? İşte canım, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış makbul çoğunluk. Yani onlara öğretilenleri sımsıkı tutan uslu ruhlar. Çoğunluğu oluşturan onlar olduğuna göre, kadının ve erkeğin duracağı yeri de, toplumsal rolleri de belirleyen onlar olacak. Bize -iç sesimiz yeterince söylemiyormuş gibi- hadi artık yaşın geçiyor, evlen, yuvanı kur, çocuğunu doğur diyecekler. Ne de olsa her bağımsız birey, elinde özgürlük bayrağını sallayan birer tehdit. Ayrık otları koparılmalı. Beter bir polis yaşıyor içimizde. Biz de hem içerden hem dışardan sıkışıyoruz. Yine de bu çabaya değer. Anlamaya çalışmakla, karşı gelmek zigzağında ilerlemeye değer. Önümüzde dönemeçler var. Bitmedi ah! Kadın bedeninin aidiyet sorunu. Bu algının yapbozunda hiçbir şey yerli yerinde değil. Yaraları açıkta kalan nüktedan Müjde’nin varoluşunda kaç kadın tanıdık biz! Kaç erkek ezberini tamamladı… İnsan yaralanmadan büyümüyor. Kuyruğu dik tutmakla, hüsran zıt kardeşler. Yansılıyoruz. Yanılıyoruz. Her aile güzel olmuyor. Benden söylemesi. İşte tüm bunlara ağlayabilirdik, bir de benden dinle, bir de buradan bak diyen karakterlere kulak vermeseydik eğer! Biz gülümsemeyi seçtik.

25 Ekim’de prömiyer yapan “Topuklu Terlik Süt Yapar” oyununun serüvenini birlikte konuştuğumuz Altuğ Görgü, İrem Altuğ, Nilgün Türksever ve Jülide Kar’ın ellerini tutmak, onlar için iyi şeyler istemek kaçınılmazdı. Tiyatronun insanı kardeş yapan heyecanını ortaklaşanlar çok şanslı.

Sanırım ilk kıvılcım Jülide Kar’dan çıktı. Sizi bir araya getiren ve projeyi başlatan o.

Jülide Kar: Aslında uzun süredir, değişik zaman ve mekanlarda ayrı ayrı Altuğ ve Nilgün’le, Figen’le, İrem’le konuşuyorduk. Beraber bir şeyler yapalım, kolektif bir şey, tiyatro yapalım diyorduk. Altuğ, yıllardır Bursa’da oyun yönetiyor/oynuyor. İrem’in tiyatro yapmasını, Altuğ ve Nilgün’ü aynı sahnede -kurum tiyatrosu dışında- görmeyi çok istiyordum. Ve  Figen Şakacı. Kalemini de kendisi kadar çok sevdiğim bir yazar. Sonra; bir gün bu teksti Altuğ’a gönderdim, “Bu teksti bir okur musun? Oku ve neler olacak görelim” dedim… İşte buradayız.

Altuğ Görgü: Sonra teksti okudum. Tekstin ilk algısı, zaten ismi de çok fena çağırıyor, “ben kadın oyunuyum” diyor. Ama tekrar tekrar üzerinden geçince, tamam, özde kadın merkezde bir hikaye ama bir kadın hikayesi değil; bir insan hikayesi. Müjde’nin yerinde tutunamamış, tutunmaya gayret eden herhangi bir erkek figürü de olabilirdi. Tabii o zaman durumlar farklı olacaktı. Burada cinsiyet ortadan kalkıp insani bir durum olarak algılandığında, benim açımdan daha başka bir şey olacaktı. Buradan okudum ben de teksti. Sonra Figen’le konuştuğumda da aynı şeyi söyledim. Kadın merkezli bir insan hikayesi ve fakat diğer karakterlerin hikayesi de kıymetli. Çünkü onlar da öznel hayatlarına dair bilgi sızdırıyorlar oyun boyunca. Sadece asal karakter Müjde’ye hizmet etmek için yoklar. Biz doktorun da kendi hayatındaki mutsuzluğunu görüyoruz Müjde’nin üzerinden. Yazarın bütün karakterlere söz hakkı vermiş olması çok kıymetli. Ben oyunun, ilk okuduğumdan itibaren sulu zırtlak bir komedi olmadığını düşündüm. Figen’le de bu konuda mutabık olduk. İnsanlar hem gülsün, hem özlerinde, hem gözlerinde bir sızı da kalsındı emelim. Bugüne kadar tüm buluşmalarımızda, seyirci geri dönüşleri de bu durumu doğrular biçimdeydi. Yani asal amacına ulaşmış durumda oyun. Dolayıyla yönetmen olarak sonuçtan mutluyum ben.

İpek Bilgin oyunu izledi mi? Figen Şakacı’yı dürten ve zorla tiyatro metni yazdıran o olmuş. “Pala Hayriye”yi okuyunca bu dil tiyatroya lazım diyor. Hatta yazar, “Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı”nın zamanından çalma pahasına “Pişti” hikayesinden bir oyun çıkarıyor. 

Nilgün Türksever: Evet, İpek Bilgin romanı okuduktan sonra, yazılması için ısrar ediyor. Hatta bildiğim kadarıyla Craft’ta yapmak istemişler oyunu ama sonra ne oldu bilmiyorum.

Belki 2017’de Aysa Prodüksiyon yapımını izlemiştir.

Altuğ Görgü: Biz tabii ki önceki yolculuğunu bilemeyiz. Bizim yorumumuza elbette bekleriz.

Figen Şakacı, 1997-1999 yıllarında kadın-erkek ilişkilerini konu alan tek kişilik gösteriler yapıyor. Yani bu onun konusu. 2000’de “Oyun Alaturka”da aralarında Yeşim Özsoy’un da olduğu bir ekiple birlikte sahneye çıkıyor. 2018’de “Müzeyyen”i oyunlaştırıyor. Dolayısıyla tiyatroyla yakın duran biri. Bence çağdaş yazarların oyununu sahnelemek ve o sözcüklere can veren haline bürünürken yazarla tartışabilmek büyük nimet. Sanırım Figen Şakacı da ilk iki provaya katılmış. Dediği gibi anlaşılmanın hazzını yaşadı mı?

Nilgün Türksever: Ben ilk kez yaşayan bir yazarla oyununu çalıştım. Bence bu avantajlı bir şey.

Altuğ Görgü: Avantajlı yanları da var. Dezavantajlı yanları da var. Eser O’nun çocuğu. Bir yazardan, metninden bir şey atmasını istemek çok zor. Bunu tatlı biçimde yapmak gerekiyor. Çünkü bir şeyler de atılmalı. Bence tiyatro metinleri için de, edebi metinler için de geçerli bu. O metinler, yazarın beyninin boşaldığı ve yazıya hunharca aktığı anlar. Ama buradaki algı bombardımanının bizde -izleyici olarak da, oyuncu olarak da, yönetmen olarak da, tasarımcı olarak da- karşılığı olmayabilir. Ya da bazı şeyleri söylemek adına yazar çok ısrar ediyor olabilir. Fakat reji ya da izleyici algısı bunları tekrar tekrar duymak istemiyor olabilir tiyatroda. Bazı şeyler kasıtlı biçimde yinelendiğinde, bu sefer oyun ana aksını kaybeder ve izleyici çıkışta sadece o sayıklamaları hatırlar. O şitrih bir yerden sonra çok da kıymetli hale geliyor. Bir de yaşadığınız çağ, uzun uzun bir şeyler seyretme çağı değil. Kendi adıma şunu yapmadığım gibi, tahammül de edemiyorum: İki perdelik bir şey seyredemiyorum. İki perdelik oyunlar çalışabilirim ama bunlar izleyici ile buluştuğunda iki perdelik olmayacaktır. Ben Bursa’da “Can Ateşinden Kanatlar”ı sahneye koydum. O bir memorat ve uzun bir tekst. Mesela onu da ben tek perdeye indirdim ve bunu oyundan hiçbir karakteri atmadan; karakterlerin kendi içindeki budamalarla yaptım. Burada da aynı şeyi yaptık. Oyunun içinden cümleler cımbızlayarak, oyuncunun diline daha rahat oturacak cümleler izleğini takip ederek yaptık bunu. Biz gündelik dille izleyicinin karşısındayız ama teatral dil diye de bir şey var. İzleyici oraya girdiği andan itibaren, bir tiyatro izleyeceğim algısında ve orada ne kadar kocaman kocaman cümleler söylersek söyleyelim ya da ne kadar küçücük küçücük cümleler söylersek söyleyelim, izleyici için bunların hepsi tiyatro. Ama eserin gündelik hayata yaklaşabilmesi gerekir. Çünkü okumak ve izlemek arasında çok büyük fark var. Ne okursak okuyalım kendi dilimizle okuruz; yazıldığı dille okumalıyız. Ama yönetirken/oynarken öyle bir zaruriyet ortaya çıkar. Yazarın dilini tutman ve bunu korumak gerekir. Ve bunu aynı zamanda çok gündelik şekilde yapman gerekir. Buradaki dengeyi ayarlamak için bazı şeylerin gidip; yerine belki anlamdaş kelimelerin gelip, oyuncunun duygusunu, davranışını, partner’ine karşı olan tutumunu daha net ortaya çıkarabileceği söyleyiş biçimleri bulabilmesi gerekir. Bunların tiyatroda kati şekilde olması gerektiğine inananlardanım.

Kendi yazarlarımızın azlığından ya da sahnelenme azlığından yıllarca dem vurduk. Sonra sahnelendiğinde ise beklenen heyecanı veya tatmini göstermedik. Böyle bir misyona hizmet etti mi bu oyun seçiminiz? Yoksa anlatmak istediğiniz hikayeye mi denk geldi? Bazen de çünkü tam dilimizin ucundakini, dünyanın bize en uzak köşesindeki biri söyler. Bu metnin sizdeki karşılığı neydi, onu merak ediyorum.

 

İrem Altuğ: Ben de yazıyorum bir şeyler. Yazarken kadın erkek ilişkileri üzerine düşünmeyi de seviyorum. Hem kendi geçmişimde yaşadıklarım hem de çevremdekilerin yaşadıkları hep ilgimi çeken konular. Figen Şakacı’nın bu üçlemesi “Bitirgen”, “Pala Hayriye” ve “Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı” bence muhteşem kitaplar. Çok sürükleyici ve karakterin çocukluğundan, altmışlı yaşlarına kadar giden yolculuğu, bu serüven içerisinde yaşadıkları, hayata karşı bakışı, ilişkileri, o ilişkideki insanların tutarsızlığı, karakterin beklentilerinin karşılanmaması gibi şeyler. Okudukça ve karakterin özelinde derine indikçe, bu kitaplarda çok kendimi buldum. Yaş olarak çok benim dönemime ait olmasa da kendi hatıralarım canlandı. Bir de çok sinematografik bir anlatımı var. Karakterlerin görsel detaylarıyla betimlenmeleri, o anki duygu hallerinin betimlemeleri falan bende çok karşılık buldu. Üç kitabı yaklaşık iki günde bitirdim. Önce oyunu okumuştum. Oyundan sonra da hemen kitapları okudum. Sonra da Figen Şakacı ile üzerine uzun sohbetler ettik. Sanırım Müjde karakteri de her oyuncunun oynamak isteyeceği bir rol. Duygu geçişleri olan, devinimli, keyifli ve zor bir karakter. Tüm bunları bir kenara bırakırsam; oyuncu egom da “bu oyunu, bu karakteri oynasam ne güzel olur” dedi. Aynı zamanda “ben bununla baş edebilir miyim” de dedim. Açıkçası korktum. Her seferinde daha önce hiç oynamamışım gibi bir heyecan sarıyor beni.

Seni Müjde’nin kendisi olma serüveninde izliyoruz. Sahnede Müjde’yi sırtlanıyorsun. Oyuncunun tiyatroyla ilişkisi, televizyon ve sinemadan farklı ve sınanmaya, irdelenmeye daha müsait. Aynı oranda tatmini de büyük. Sen neler hissettin?

 

İrem Altuğ: Ben aslında oyunculuğa ilk tiyatro ile başladım. Çocuk oyuncu olarak çok sahneye çıktım. Sonra Konservatuar’da oyunlar oynadım. Daha sonra da yurtdışına gittim. Orada bir oyunda oynadım. Süreçte idealist bir fikirle, kariyer seçimimi sinema üzerinden devam ettirmeye karar verdim ve o yola girdim. Böylece sahneden uzaklaşmış bulundum. Uzaklaştıkça da korktum açıkçası. Arada oyun teklifleri de geldi ama hep yapabilir miyim, olur mu acaba diye bir özgüvensizlik yaşadım. Son birkaç senedir gerçekten çok istesem de çekincelerim devam ediyordu. Üstesinden gelebileceğim bir rolü oynamak istedim. Bunu nasıl anlatabilirim? Yani kimseyi yormak istemedim bu süreçte. Hem Altuğ hem Nilgün bunca zaman hep sahnede bir şeyler yapmışlar. Hayatlarını sahnede geçirmişler. Kendimi onların yanında amatör hissettim. Bu amatör ruhumdan sıkılıp yorulmayacak birileriyle olmayı tercih ettim. Ama korktuğum gibi olmadı. Sanırım onları yormamak için ben de kendi özel alanımda çok uğraştım. Daha önce de Altuğ’la birkaç şey çalışma aşamasında bir araya gelmiştik. Onun da verdiği bir rahatlık oldu. Jülide’nin de bu işte olması, Figen’le tanışmak, metnin ardında bu kitapların yatıyor olması, karakteri anlamak açısından benim işimi çok kolaylaştırdı. Ama ne olursa olsun, sahneye çıkmayalı on yedi yıl olmuş. Provalarda da, seyircili provalarda da çok heyecanlıydım. Ama ilk oyun günü, arkada dururken, oyunun başlamasına son on dakika kala beni bir uyku bastırdı. Sanırım o kadar heyecanlandım ki heyecanımı bastırmak için  bedenim böyle tepki verdi. Sanırım bu bir savunma mekanizması. Mesela bu akşam oyun var burada. Sakin konuştuğuma bakma; içim fırtınalar, anksiyeteler, kalp çarpıntılarıyla dolu.

Altuğ, oyunun hem yönetmeni hem oyuncususun. İkna edilmişlerle yola çıkılmaz; yola inanmışlarla çıkılır diyorsun. Yukarıda İrem’le teşviki mesainizden bahsettiniz. Ekiptekiler de sanırım birlikte çalıştığın, sahnedeki hallerini bildiğin kişiler. Ya Ankara Dil Tarih’ten ya Bursa Sanat ve Turizm Vakfı’ndan ya da Bursa Şehir Tiyatrosu’ndan tanışıyorsunuz.

Altuğ Görgü: İrem’le de daha önce bir tiyatro kalkışmamız olmuştu. Yine Jülide’nin önerisiyle İran’lı bir yazarın çok güzel bir oyununu çalışmıştık. Çok enteresan bir şey oldu. O oyunun uğuru diyelim buna ki bu arada oyun çıksın isterdik; çok güzel bir oyundu. İrem “Çukur” dizisine girdi. Oyunda Bedir Bedir vardı. Bir hafta sonra o başka bir diziye başladı. Fatih Al’ın zaten dizisi devam ediyordu. Ben “Ufak Tefek Cinayetler”e başladım. Açelya bir diziye başladı. Bir anda, altı kişilik oyunda beş kişi, televizyon piyasasında aktif biçimde iş yapmaya başladık. Öyle olunca, set programları uyuşamaz hale geldi.

İrem Altuğ: İki hafta üst üste, oyunun provasını aldık. Sonra yine ara ara provalar devam etti. Ve ben Altuğ’un çalışma yöntemini ve çalışma disiplini çok beğendim. Klasik bir çalışma yöntemi yok. Önce okuma provası yapalım, sonra ezber alalım gibi şeylere girmiyor. Doğaçlamalar yaptırarak, oyuncuları rahat bırakarak ve onlardan beslenerek bir şeyler geliştiriyor. Elbete oyunun çıkmasını isterdim ama oradaki çalışma da o kadar hoşuma gitti ki yaşamış olmaktan çok mutluyum. O beni tiyatroya ısıttı. Hem kendimle hem oyunculuğumla ilgili çok güzel şeyler keşfettim. O yüzden bu oyuna başlarken de Altuğ olduğu için güzel bir serüven olacağını biliyordum. Onunla çalışmak bir atölyeye katılmak gibi. Kendi oyunculuğunu pekiştirip yaratıcılığın üzerine düşünüyorsun. Onunla prova yapmak çok besleyici.

Altuğ Görgü: Ben oyuncu olarak birçok yönetmenle de çalıştım. Yönetmen olarak da bir sürü oyuncu ile de çalıştım. Aynı zamanda oyuncu olduğum için oyuncuya şunu yapmak çok hoş gelmiyor. Böyle bir karakterdir diye anlatmak fazla ısmarlama bir şey. Oyuncuya yine tam da kafanızdaki oynatabilirsiniz. Burada kıymetli olan şey, sizin aklınızdakini oyuncunun bulması, daha doğrusu bunu kendisinin bulduğunu hissetmesi. Oyuncu bir şey öneriyor. Adı üzerine oyuncu; okuyucu değil. Ve üst üste inşa ediyoruz. Ben son dönemde sahneye koyduğum hiçbir oyunda okuma provası yapmadım. Buna karşıyım. Figen’le konuştuktan sonra da “Topuklu Terlik Süt Yapar” provasında tüm ekibe şunu söyledim. Arkadaşlar otuz dakikanız var. Bana oyunun tamamını oynayın. Ve doğaçlama olarak benim aklımdakileri oynadılar. Bana da sadece gördüklerimi süslemek kaldı. Hani kaba ve klişe bir söz vardır ya tiyatro hayat gibidir diye. Hayat da böyledir. Düşlediğin, düşündüğün, planladığın hiçbir şey  olduğu gibi gerçekleşmez. Tiyatroda da böyledir. Tiyatronun her daim tesadüflere açık olması gerektiğine inananlardanım.

Geçenlerde CAS’ta yaşadığınız jaluzi örneği gibi.

Altuğ Görgü: Olabilir. Çok daha korkunç şeyler olabilir. Bu tiyatronun doğasında olan bir şey.

Jülide Kar: Tiyatronun gerçeği bu değil mi zaten? Şimdi, şu anda, burada var olması.

Altuğ Görgü: Krize, aksiliklere rağmen devam edebilmektir aslolan. Tiyatro aslında o zaman izleyicinin gözünde daha kıymetli oluyor. Jaluzi örneğinde olduğu gibi, seyircilerin gözü önünde ortaya çıkan ve tamamlanıp çözülen bir aksilik, onlara açıklandıktan sonra beş beğenildiyse dokuza, ona çıkıyor o parametre. Çünkü diyor ki; bana hissettirmeden bu krizi tamamlamayı başarmışlar. Zaten seyirci güdülüdür. En son selama çıkanı en çok alkışlar. Siz bu güdülenmeyi değiştiremezsiniz ama meselenin kolektif olduğunu göstermek adına tüm oyuncular beraber ve aynı anda selam vermelidir.

Nilgün, sanırım bu oyun sende başka anlamlar da taşıyor. Bursa Şehir Tiyatrosu dışında ilk kez özel bir tiyatroda oyuncu olarak yer alıyorsun. Ve artık Bursa Şehir Tiyatrosu oyuncusu değilsin.

Nilgün Türksever: Evet yirmi bir yıl Bursa Şehir Tiyatrosu’nda oynadım. Orası benim büyüdüğüm yer ama bir yerden sonra orası büyümedi. Ve ben sabah uyanır uyanmaz kendimi bulduğum yere gitmek istememeye başladım. Bu duygu çok büyüdü ve dayanılmaz oldu. Bir sabah, provaya diye gidip o an, yok ya dedim ben burada olmak istemiyorum. Ve istifa ettim.

Yıllardır meslekte olmana rağmen İstanbul seyircisi için yenisin. Uzun süre aynı yerde olanların geliştirdikleri bir oyunculuk düsturu, ekolü oluyor. Sen şimdi oradan çıktın ve Şogen Yapım’ın altında bu oyunla yeni bir serüvenin içindesin. Özgürlük alanı, endişesi, motivasyonu farklı mı?

Nilgün Türksever: E tabi ama Altuğ’la çalışmaya devam ettiğim için bir tarafıyla da çok tanıdık bu serüven. Ayrıca onunla çalışmayı da çok seviyorum. Tabii farklar da var. Bence burada tiyatro yapmak daha kolay. Çünkü daha özgürsün. İstediğin şeyi yapabiliyorsun. İzleyiciye daha kolay ulaşıyorsun. Burada bir oyun yapıyorsun. Ve o oyunun zaten izleyicisi var; o geliyor. Bursa’da, Tayyare’de yaptığın oyunu, Nilüfer’de oynayamazsın örneğin. Bence burası o anlamda büyük bir ferahlık. Bir de burada alternatif bazı salonların küçük olması güzel. Ben hep 750-800 kişilik salonlarda oynadığım için seyirciyle böyle yakın, sıcak ve birebir iletişim olamıyordu. Kendini daha rahat ifade edebiliyorsun burada. Bu yakınlık, oyuncu olarak da çok haz verici bir şey.

Ben resmen gün sayıyorum hem oyuncu arkadaşlarımla buluşmak, onlarla sahnede birlikte olmak adına, hem seyircilerle karşılaşmak adına. Benim için gerçek bir nefes alanı oldu. İlk kez çalışıyorum bu arkadaşlarla bu arada. Mesela İrem, o kaygılarını dile getirince, araya giren on yedi yılı düşününce ve sizi yormak istemiyorum deyince, başlarda bir kaygılanmadım değil ben de. Ama hiç de dediği gibi olmadı. Onun disiplinini, çalışkanlığını başka bir yerde tutuyorum. Mesela geçen oyunda yaşadığımız talihsizlikte biz birbirimizin gözünde o çaresizliği gördük ama İrem çok iyi kotardı. Hepimiz çok iyi kotardık aslında. Kimse oyunu bırakmadı. Bırakmadığı gibi herkes daha da asıldı.

Aslında sadece tiyatro diye de bakmamak lazım. Hayatta da öyle değil mi? Böyle anlarda birbirini kaldırmak, destek olmak başka bir yerden bağlıyor insanı. Böyle zamanlar paylaştığında artık ekip oluyorsun. Ve daha güçlü oluyorsun.

Altuğ Görgü: Evet çok doğru bir şey söylüyorsun. Hayatta krizde dağılmıyorsan devam edersin. Tiyatroda da öyle. Tiyatro hayat gibidir aslında bunlar olmalı, böyle algılanmalı.

Nilgün Türksever: Arkada birbirimize şöyle fısıldıyorduk. Sen onu öyle yapmasaydın ben devam edemezdim. Hayır, asıl sen öyle yapmasaydın; ben bunu yapamazdım. Bu çok hoş bir dayanışmaydı. Ben sonra çok düşündüm o anı iyi ki yaşadık diye. Tabii ki müthiş bir stres, korkunç bir yorgunluktu sonrası ama oyunculuk reflekslerimizi görmek için de güzel bir deneyim oldu bence.

Altuğ Görgü: Aslında bu çok olağan bir şey. Tiyatroda olur böyle şeyler. Asıl güzel olan, oyun içinde oyun olmasıydı. Bir yandan oynamaya gayret ederken, bir yandan da oyunculara kendi kurgularında devam etmesini sağlamaya çalışıyorsunuz. Bar sahnesinde, barın perdesi açılmadı. Görsel olarak alkol alınması gerekiyor ama tüm oyuncular barda alkolsüz biçimde duruyor. Burada yönetmen sorumluluğu işin içine giriyor. Hem sarhoş bir adamı oynuyorum hem  oyunun yönetmeniyim. Partner’lerim kadehlerini alamamışlar. Arkaya gideyim, şişeyi alayım gibi düşüncelerle hareket ediyorum. Tabii orada kafa başka çalışıyor. Eyvah ışıktan çıktılar, hadi şu tarafa gitsinler diyorum o an.

Nilgün Türksever: İrem kendi oyununu oynarken bir de sağdan sufle vermeye çalıştı o durumdayken.

İrem Altuğ: Ben laflara takıldım. Tek hatırladığım onlara doğru gidip jaluzi açılmıyor deyip geri geldiğim an. Ama onlar zaten farkındaymış. Ben de yerime dönüp dedim ki “hiç açılmazsa bayılırım.”

Oyunda kadınlık hallerinden yola çıkarak açarları olan başka konulara uğrarken ana eksende bir kadın görüyoruz. Ama erkeklik hallerini de, toplumsal sınırları ve olur olmaz tariflerini de, toplumsal hicvi de izliyoruz. Bu kadın aslında kahraman değil. Tökezleyen, anlamaya çalışan, dayatmalarla kendisi arasında sıkışan, hayat acemisi olmasıyla defolarını saklamayan bir kadın. Ayrıca bilmek, öğrenmek, anlamak istiyor. Bunu da hesaplaşarak yapıyor. Ve “merak bu hayatla kurduğum tek bağ” diyor. Gerçeklikle derdi var. O yüzden sürekli Yiğit’e “gerçekten mi, gerçekten mi” diye soruyor.

İrem Altuğ: Müjde çok daha yalın bir yerden bakıyor. Yani toplumun dayattığı; şu yaşına geldin, evlenmelisin, bir çocuk yapmalısın gibi  projeleri reddediyor. Ama zaten kendi aile hayatını da baz alamamış. Belki orada çok büyük bir tatminsizlik, belki sevgisizlik var. Müjde, toplumun özellikle kadınlara dayattığı rolleri kabul etmemiş ve daha saf bir yerden baktığı için de algılayamıyor ya da algılamak/kabul etmek istemiyor.

Altuğ Görgü: Bence Meral’le Müjde’nin aksı birbirine çok benziyor. Farklı sosyal sınıfların içinde, aynı eksendeki kadınlar gibi düşünüyorum onları. Çok farklı görünüyorlar, çok farklı hayatlar yaşıyorlar. Müjde’nin hayatı reddediş biçimiyle, Meral’in hayatı reddediş biçimi birbirinden farklı ama ikisinin de hayatında bir reddediş var. Meral de evliliğini reddediyor baktığında. Her ikisinde de bir baba sorunsalı var. Aslında oyundaki üç kadında da baba sorunsalı var. Bu gizil biçimde ilerliyor. Aslında tekst, babayı yani ataerkilliği eleştiriyor. Müjde, babası yüzünden böyle bir kadın olmuş. Meral babası yüzünden Erol gibi bir adamla evlenmiş. Necla tam da babasının istediği gibi bir kadın olmuş. Baba asker, kadın da asker. O yüzden de karakterleri böyle bina etti oynayan arkadaşlar. Ama tabii bu içselleştirmelerinden, marifetlerinden, yaklaşımlarından da kaynaklı. Tiyatroda bazı şeyleri bağırmadan söylemek gerekir. Necla karakterinden duyuyoruz. “Babamlar burada” diyor; “annemler” demiyor. Oysa hep böyledir. Biz ne kadar ataerkil bir toplumuz desek de derleyen toplayan hep kadındır. Annemler geldi deriz. Annemlere gideceğiz deriz. Pek babam cümlesini kullanmayız. Orada yazarın da bir kastı var zaten. “Babamlar bizde” diyor. Oyunun gidişinde telefon konuşmalarında biz Necla’yı görmüyoruz, onu duymuyoruz da. Teksten bir şeyler attık ama yerine bir şeyler de koyduk. Necla’nın Nedim’in arkasında sürekli görünmesi işte rejinin faydasıdır tiyatroya. O kadını, o adamın arkasında gizil bir güç olarak görürüz. O kadın, o adamın hep ensesinde. Jaluziler şöyle de bir işe yarıyor. Zaten eser sinematografik. Aslında Nedim’le Müjde oturuyorlar, konuşuyorlar. Biz kadının Nedim’e anlattığı geçmiş olayları birdenbire canlı görüyoruz. Aslında onun kafasında açılıyor o perdeler ve biz seyirci olarak bu imajı yenilenerek görüyoruz. Kadın kendi hikayelerinin içine giriyor. Oradaki jaluzi de adamınki. Yani o da o adamın hayatı, kafası, geçmişi, dünü/bugünü

Güneş altında söylenmeyen söz kalmadı. Biz kadın-erkek ilişkisi ekseninde kaç hikaye izledik. Oyunu yapılmayan konu da kalmadı. Mühim olan aynı konuyu anlatmak için nasıl bir dil seçtiğin, onu nasıl ele aldığın. Yani artık rejinin buluşçu, çözümcü olması ve bunun estetik bir dille yapılması önemli. Senin de dekoru jaluzilerle düşünmen tutarlı bir dil yaratmış.

Altuğ Görgü: Dediğin gibi, hikaye bilindik. Bunu tiyatroda çok izledik. Televizyonda sürekli izliyoruz. Tiyatroda sinemasallık dünyada çok fazla kullanılıyor artık. Tam da sinema gibi kullanılıyor üstelik. Barkovizyonla, görüntü perdeleriyle tiyatro içinde bir şeyi “flashback” olarak, geçmişe dönük bir hikaye olarak yaratma fikri, ilk metni okuduğumda heyecan veren ve nasıl yapacağım diye düşündüren bir şeydi. Bulduğun şey, hem atmosferi bozmayacak hem seyircinin ilüzyonunu parçalamayacak hem ikna edecek hem işlevsel olacak, hem de bittiğinde her şey normale dönmüş olarak devam edecek. Bendeki jaluzi algısı hep öyledir. Doktor muayenehaneleri hep jaluzidir benim için. O jaluziler kapanır. Orası artık kapalı bir yerdir. Açılır; biz o zaman dış dünyayı görürüz. Dolayısıyla o jaluziler açıldığında, biz Müjde’nin iç dünyasına giriyoruz. Zaman zaman da arkadaki oyunların, öndeki oyuna küçük küçük müdahaleleri var. Yani jaluzinin aralanıp gözleniyor olması. Ya da Nedim’in dış dünyayı gözlerken ikisinin öznel dünyasını dışarıya doğru refüze etmesi. Mesela Yiğit’i oynayan Atilla’nın sahnesinde var. Müjde ile Yiğit’in sevişme sahnesinde jaluziler başta açık. Oradan aralayıp izleyiciye bakıyor. Sonra kapatıyor. Orada iki yönlü bir röntgenleme meselesi var. Bunu söylemeye gerek yok. Zaten seyirci içeriye girdiği ilk andan itibaren röntgenci. Ama bunu hissedebileceği küçücük bir an kıymetli hale geliyor. Bu sefer sadece dinlemek durumunda kalıyor. Bir taraftan da edebi bir gönderme olduğunu düşünüyorum. Yani o sevişme onun düşünde gerçekleşsin istiyoruz. Tıpkı kitap okumak gibi.

Meral ve Müjde karakterinin kadınlık halleri, aşk, ilişki, arkadaşlık, şok, rekabet, kırgınlık, empati ve en nihayetinde dayanışma duygularını yaşadığı önemli bir sahne var. Hangi taraflara tutundunuz ve rollerinizi savunabildiniz?

Nilgün Türksever: Ben bir kere Meral’i çok seviyorum. Beklentisiz bir şey yaşıyor kadın. En çok o kısmını seviyorum. Hani Müjde soruyor ya, “Yiğit de sana aşık mı?” diye. “Bilmem” diyor. Yani o kadar beklentisiz. Bir şey yaşamaya o kadar aç ki. Oradan tuttuğumda bence çok haklı.

 

İrem Altuğ: Ben Müjde’nin hiçbir şey beklemediğini düşünmüyorum. Hepimizin ilişkide bulunduğu insanlardan doğal olarak bir beklentisi vardır. Her ne kadar karşılıksız yaşamaya çalışsak da bir şeyler bekleriz. Mesela babam da beni sevsin diye beklersin. Birlikte olduğum insan da bana karşı aynı duyguyu hissetsin dersin. Dolayısıyla Müjde’nin de Yiğit’ten bir beklentisi var. Bu, evlensin, çocuğuna babalık yapsın türünden bir beklenti değil. O anda yaşadığı neyse, duymak istediği güzel lafları duyunca, kendi kendini kandırıyor. Fazlasıyla hayal kırıklığı var Müjde’nin. Etrafındaki insanlar -buna doktor da dahil- ona karşı dürüst değiller. Hayata karşı isyanı da o. Niye herkes yalan söylüyor? Niye dürüst değiller? Meral mesela, niye kocası varken böyle bir şey yapıyor ki? Müjde’nin o akşam bir şey yaşadığını tahmin ediyor. Görüyor çünkü. Salak bir kadın değil. Buna rağmen niçin hiçbir şey söylemiyor? Kendi karakterimizin özelinde daha derinine inmeye çalışıyoruz. Çok saf bir yerden bakıyor. O saflığı da kaybetmek istemiyor. Bir arkadaşım söylemişti. Dünyada sadece uyum sağlayan canlılar hayatta kalır diye. Hakikaten öyle. Bu oyunda da uyum sağlayamayan tek kişi var. O da Müjde. O yüzden de zaten doğurmak ve doğurmamak arasında gidip geliyor. Daha kendi uyum sağlayamadığı bu dünyaya başka birinin daha uyum sağlamasını talep edecek biri değil.

Müjde’nin odası, kitapları, posteriyle ne kadar bu dünyayla uyumlu, ne kadar değil görüyoruz zaten. Hiçbir şeyi tam olarak becerememiş. Onu kırmızılar içinde izlerken, her kalp kırıklığında, kırılma noktalarında bir parçasını bırakması diye yorumlayabilir miyiz? Yoksa her bıraktığı parçasıyla özgürleşiyor mu?

Altuğ Görgü: Karakterlerin hepsi kaybetmiş. Oyunda kazanmış bir karakter yok. Fakat tutunmayı becerenler ve tutunmayı beceremeyenler var. Tutunmak için kendine neden bulmuşlar diyelim. İrem’in dediği gibi, durumu kabullenmiş ama kendine bir kapı açmış. Nedim’in o gece orada Müjde’yi tutup onunla sohbet etmesi, yani o flörtü yaşaması, onun için bir nefes alanı. Meral’in Yiğit’le sevişmesi onun için bir nefes alanı. Oyunda en yan iki karakter Erol ve Necla. Onların hiç böyle alanları yok. Böyle bir alana ihtiyaçları da yok. Çok düzler çünkü. Belki de Necla ailesinin istediği cici kız olarak tutunmayı seçmiş. Erol’u barda fazlasıyla alkollü görmemizin nedeni de belki onun da içerek ve unutarak tutunuyor olması. Yiğit de çok güzel bir referans veriyor. “Ben etraftaki diğer erkekler gibi, istemediğim işlerde çalışıp çocuğun babası gibi gezecek bir adam değilim” diyor. Bu cümle birçok erkek için bir hayal aslında. Hepsi bu olmak istiyorlar. Bir taraftan da bu bizi şuna sıçratıyor. Karakterleri kadın ya da erkek olarak unutup; insan boyutuna çektiğimizde, Yiğit bir şeyi hiç yaşamayarak reddediyor. Meral ise, içindeyken reddediyor. Aslında Yiğit’in yaptığı şeyle, Meral’in yaptığı şey arasında hiçbir fark yok. Yiğit’in Müjde’ye yaptığı şeyi, Meral Erol’a yapıyor. Necla da Nedim’e yapıyor. Biz bir erkek izleyiciden geri dönüş aldık. “Bu kadın hikayesi değil; bu bir hikaye” dedi.

Nilgün Türksever: Hatta “tam da böyle çocuk sahibi oldum” diyen izleyicimiz oldu. Oyun çok güzel yazılmış dediler. Ben bunu biraz da reji başarısı olarak görüyorum. Metni bu kadar anlaşılır bir şekilde ve aynı zamanda özgün aktarmak başarıdır. Metni okuyunca geçişlerin zor olduğunu görüyorsunuz. Yani çok iyi yazılmış bir metnin alt metni çok iyi yönetilmiş demektir benim için.

O çocuğu doğurmalı mı, doğurmamalı mı? İşte bütün mesele bu.

İrem Altuğ: Müjde, bu kadar hayal kırıklığını kendi kendine yaşıyor. Yanında kimse yok. O yüzden doğurmasa daha mı iyi olur diye düşünüyorum. Müjde bencil bir karakter değil. Çok fazla düşünüyor. Aslında çocuğu doğursa, çok sever dediği gibi. Korur da gücü yettiği kadarıyla. Ama yanında kimse olmayacak, orası belli. Bu kadar var olamadığı bir yere başka birini var etmek çok bencilce olur.

Altuğ Görgü: Orası meçhul zaten. Ama ben Müjde gibi birini tanısam doğur derim. Doğur ki hayata tutunacak bir şeyin olsun. Çünkü iki çocuğumuz var bizim. En büyük krizleri ben onları sarılarak atlatıyorum.

Sohbet için teşekkür ederim. Ben oğluma sarılmaya gidiyorum.

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku