Şişli Tiyatrosu, Nâzım Hikmet’in Muhsin Ertuğrul’un isteği üzerine kaleme aldığı ve ilk kez 1932 senesinde Darülbedayi’de sahnelenen “Kafatası” oyununun güncel bir uyarlamasını geçtiğimiz sezon sahneye taşıdı. Şenol Önder’in rejisini, Arzu Önder’in dramaturjisini üstlendiği oyunun yapımcılığını Mustafa Kalkan üstlenmiş. Şişli Tiyatrosu’nu ayakta tutabilmek adına bir araya gelen Tiyatro Mitos, Şişli Tiyatrosu ve Tiyatro Merdiven’in ortak yapımı “Kafatası”.
Nazım Hikmet’in zamansız metni oyuna şans vermeniz için bir sebep. Diğer önemli sebepse Şenol Önder’in bu benzersiz metni ustaca uyarlamasıyla seyircilere sahnede unutulmaz bir seyir zevki sunması… Cem Burçin Bengisu, Dr. Dalbenezo yorumuyla başarılı bir performansa imza atarken, Selçuk Delipınar, Görkem Örskıran, Sevim Erdoğan, Hafize Başak, Zeynep Eylül Çırak ve Deniz İnanç’ın oyunculukları Nazım Hikmet’in eşsiz kalemiyle birleşince tıpkı metin gibi zamansız bir oyun çıkmış ortaya. İzlediğimiz her yapımda kendimize bir kahraman seçeriz. Benim bu oyundaki kahramanım Pedro karakteri oldu. Hayatımızda yer alan Pedro’lara kulak tıkamamamız ve Pedro gibi olmaktan korkmamamız gerektiğini, ses çıkarmanın değil de sesi kesmeye çalışmanın onursuzca bir davranış olduğunu bir kez daha yüzümüze çarptı Pedro karakterine hayat veren Cem Okyay. Bu sebeple kendisine ayrı bir parantez açmak istedim.
Tıpkı hayali ülkede olduğu gibi, günümüzde de büyük balıklar küçük balığı yutma çabası içinde. Şişli Tiyatrosu, Tiyatro Mitos ve Tiyatro Merdiven’in ayakta kalma ve ortak direniş çabasını, Mustafa Kalkan, Şenol Önder, Selçuk ve Handan Delipınar ile konuştuk.
Ayçe Özyiğit: “Kafatası” Nazım Hikmet’in Muhsin Ertuğrul’un isteği üzerine yazdığı Darülbedayi ’de sahnelenen ilk oyunu. Oyunun sizin repertuarınıza girişi nasıl oldu?
Şenol Önder: Mustafa devlet yardımına “Kafatası” oyunu ile başvurmuş. Benden de yönetmemi rica etti. Söz konusu Nâzım Hikmet olduğu zaman, benim için akan sular duruyor. Oturduk, konuştuk ve oyunu yapmaya karar verdik. Oyunun uyarlamasını eşim Arzu Önder’le beraber yaptık. Arzu ayrıca dramaturg olarak da kadroda yer aldı.
Mustafa Kalkan: Ben özellikle çok sahnelenmemiş oyunları bulmaya çalışıyorum. “Kafatası” çok eskiden sahnelenmiş tabii ama İstanbul’da ilk biz sahneledik. Tiyatrolara bakıyorum, hemen hemen hepsinde Shakespeare oyunları sahneleniyor. Dönüp dönüp aynı şeyi yapıyorlar. Kıyıda köşede kalmış o kadar çok oyun var ki. Hatta birkaç tane daha buldum ama hepsi kalabalık kadro. Şenol kızıyor sonra. (Gülüşmeler)
Handan Delipınar: Zaten eski oyunların tekstleri hep kalabalıkmış. Eskiden tiyatro dar kadroyla yapılan bir şey değilmiş ki. Üç perde, 10-15 kişilik ekiple oyun çıkarılırmış. Maalesef günümüzün koşulları kimseye 2,5 saatlik bir oyun sabrı tanımıyor. Öyle bir lüks kalmadı.
Selçuk Delipınar: Seyircinin tüketim alışkanlıkları da değişti. Artık ancak 60-80 dakika, en fazla 90 dakika oyunlara sabredebiliyorlar. Seyirci Şehir Tiyatroları ya da Devlet Tiyatroları’nın oyunlarında ya da çok büyük prodüksiyonların oyunlarında belki 2-2,5 saat kalabiliyordur. Gerçeklik algısını kırdığınız noktada, illüzyona girdiğiniz ya da ışık ses oyunları kullanıp oyunu gösteri haline dönüştürdüğünüz noktada, seyirci oyunu uzun süre izleyebiliyor ama bir hikâye anlatıyorsanız mümkün olduğu kadar kısa zamanda ve vurucu şekilde anlatmak zorundasınız.
Ayçe Özyiğit: Oyunun kadrosunu 3 farklı tiyatronun -Tiyatro Mitos, Tiyatro Merdiven Ve Şişli Tiyatrosu- oyuncuları oluşturuyor. “Kafatası” için ortak bir yapım diyebilir miyiz?
Şenol Önder: Şişli Tiyatrosu’ndan Deniz İnanç, Hafize Başak ve Sevim Erdoğan; Tiyatro Mitos’tan Görkem Örskıran ve Cem Okyay; Tiyatro Merdiven’den de Selçuk Delipınar ekibe dahil oldu. Cem Burçin Bengisu ve Zeynep Eylül Çırak ekibe dışarıdan katılan oyuncular. Zeynep benim öğretmenlik yaptığım okulda bir öğretmen arkadaşımın kızı. Henüz 15 yaşında olması sebebiyle en genç oyuncumuz. Kendisi aynı zamanda Pera Güzel Sanatlar’da oyunculuk okuyor. Onu gelecekte çok güzel yerlerde göreceğimize inanıyorum.
Ayçe Özyiğit: Nâzım’ın metni 1932 yılında yazılmış olmasına rağmen günümüzde geçerliliğini koruyan bir metin. Metni sahneye uyarlarken değişiklikler yapıldı mı?
Şenol Önder: Nâzım yaşasa bize kızacak kadar değişiklik yaptık metinde. Güncelleştirme ve kısaltmalar yapmanın dışında anlaşılması zor olan birkaç yeri daha anlaşılır hale getirdik. Oyun, Darülbedayi’de oynanması planlanan bir oyun olduğu için 17-18 kişilik kalabalık kadrolu bir oyundu. Biz oyunu 8 kişi oynuyoruz ki bu da özel bir tiyatro için çok yüksek bir sayı. Moda Sahnesi dışında birkaç tiyatro hariç İstanbul’da herhangi bir özel tiyatro bu denli kalabalık kadrolu bir işe girmiyor. Oyunu güncelleştirirken hem dili daha sade, daha anlaşılır bir hale getirdik hem de seyircinin ilgisinin dağılmayacağı kısa ama Nâzım’ın söylediği hiçbir şeyden vazgeçmeyerek daha kompakt bir şekilde anlattık bütün derdimizi. Metin kendi başına çok güzel bir metin ama çok uzun olmasının yanında eski ve ağdalı bir dile sahip. Güncelleştirilmiş bir metni de yok. Yanlış hatırlamıyorsam Antalya Büyükşehir Belediye Tiyatrosu’nda Engin Alkan’ın bir uyarlaması var ama onu da okumadım, görmedim, izlemedim; bilmiyorum hiç. O yüzden bizimki bize has bir sadeleştirme oldu. Oyunun sonunu başına aldık, başındaki birkaç sahneyi ortalara aldık. İzlemenin zevkini ve merakını arttıracak ögeler eklemeye çalıştık.
Mustafa Kalkan: Şenol’un dediği gibi, metin dili biraz eskiydi. O şekilde kullansaydık seyirci de sıkılacaktı. Dili güncelledik ama dünden bugüne baktığımızda her şeyin hala aynı kaldığını söylemek mümkün.
Selçuk Delipınar: Günümüze sataştığımız birkaç yer var. O sataşmalar olmazsa olmaz. Çünkü kıvılcım buradan doğuyor, bir yanlış görüyorsunuz ve onu başka türlü söylemek zorundasınız. O yüzden araya sıkıştırdığımız sataşmalar da var.
Mustafa Kalkan: Ben aslında biraz daha sert olmasını isterdim ama Şenol yapmadı. Biraz dokundurdu. (Gülüşmeler)
Ayçe Özyiğit: Oyunda Pedro hariç karakterlerin hiçbiri sistem karşısında direnmiyor. Koşulları çok çabuk sindiriyorlar. Kapitalist sistem bir şekilde bizi tamamen kuşatıyor mu? Ya da sisteme direnmenin sonucu yalnızlık, açlık ve sefalet mi?
Şenol Önder: Kimi zaman çıkar yolu bulamamak ve çaresiz kalmak insanları farklı yollara itebiliyor ama o yoldan ilerlememek insanın kendi iradesi ve bilinciyle ilgili bir durum. Aç kalabilirsin ama namussuz, şerefsiz kalmamalısın. Oyunda şairin değişimini satılan sanatçıların, köşe yazarlarının, siyasilerin, ekonomistlerin eleştirel bir göstergesi olarak düşündük. Oyundaki her şey alınıp satıldı. Her şeyin bir ederi, fiyatı olduğunu, parayı verenin ve alanın da satılmış olduğunu, karakterlerin birbirlerine para yapıştırmalarıyla –reji gereği- ifade ettik. Çünkü sistem bunu istiyor. Biz de bunu eleştiren bir şekilde hani “dini imanı para olmuş” der gibi oyuna ait bir selam bulduk. Sanki haç işareti yapıyormuş gibi ama sonunu para işareti yaparak bitiriyorduk. Dekorundan kostümüne kadar, oyunda kullanılan bütün aksesuarlarda oyunun her ayrıntısında anlatmak istediğimize dem vuran o “satılmışlık” vardı.
Selçuk Delipınar: Bugünkü sistem -Pedro gibiler ya da Pedro gibi düşünenler çoğalmazsa- bizi buna sürüklüyor. Aslında Pedro’nun da değişmesi lazım. Çünkü sonuç itibarıyla Pedro karakterinin de düşüncelerini net anlatamama gibi bir sorunu var. Çok doğru, bilinçli şeyler söylüyor ama, bunu karşı tarafa geçiremiyor. Demek ki Pedro karakterinin de, yani kapitalizmin karşısında olan bu yapının da kendini değiştirip dönüştürmesi ve anlatması gerekiyor. Yoksa Pedro karakterinin başından beri doğruyu söylediğini hepimiz biliyoruz ama genele yaydığımızda maalesef bunun izdüşümünü göremiyoruz. O yüzden Pedro yalnızlaşıyor. Pedro gibiler hep yalnızlaştı. Bugün önden giden herkes arkasına toplumsal destek alamadığı sürece maalesef acı çeken, aç kalan, yalnız bırakılan kişi oluyor. Bu durumu değiştirmeye sayımız yetmiyor maalesef. Benim gördüğüm kadarıyla bugün hayatın bu dinamizminde kimse bunu göze alamıyor. Biraz alıyor bazıları o kadar. Daha ileri gitmiyor, gidemiyor. O zaman ne oluyor? Pedro gibi arkadaşlar bu işin cezasını çekiyor. Ben Selçuk olarak kendi adıma konuşayım; annemi, babamı, kardeşlerimi en genel tanımla yakın çevremi bile değiştiremiyor, Pedro’nun haklılığını onlara anlatamıyorsam burada bir problem var demektir. Bunu da çok iyi tartışmak gerekir. Pedro gibi savunanların, o cenahın da bir araya gelmesi lazım, orada da büyük bir kaos var.
Ayçe Özyiğit: Bir tarafta Pedro gibi insanlar var, bir tarafta da Dalbenezo gibi. Dalbenezo bilim haricindeki diğer tüm uyaranlara kapalı. Toplumsal olaylarla ilgilenmiyor. Sanata dair hiçbir şey ilgisini çekmiyor. Başına gelen her şeyin müsebbibi kendisi değil mi aslında?
Selçuk Delipınar: Yaşadığınız koşulları düşünmeden, etrafınıza bakmadan, sebep sonuç ilişkilerini kafanızda toplamadan, idealist bir şekilde -idealistten kastım sadece kendi idealini düşünüp etrafındaki diğer olaylara kendini kapamak- giderseniz o işin sonu maalesef bu noktaya gelir. Doktor aslında bilimsel olarak çok iyi bir şey yapıyor. Mesela Oppenheimer atom bombasını tamamen bilim adına yapmıştır ama sonuçta geldiği noktayı gördük. Belki Pedro’yu dinleseydi gidişat farklı olacaktı. Şenol ve Arzu çeviriyi o kadar güzel yapmışlar ki, ister istemez; “acaba Pedro mu anlatamıyor yoksa Dalbenezo anlamak mı istemiyor?” diye düşünüyoruz ama orada gerçekten bir kırılma noktası var. Ve oyun orada seyirciye; “buna bir çözüm bulmamız lazım, bu şekilde olmamalı” diyor.
Şenol Önder: O da bizim oyundaki eleştirimiz. Bilim insanlarına diyoruz ki; “kapalı kapılar ardında yapılan bilimin ne insana ne de bilime bir faydası var.” Oyunda öyle bir replik yok aslında, onu biz ekledik. O da bilim ya da benzer iş dallarına dair bir eleştirimiz. Örneğin ben tiyatro dışında başka hiçbir şey ile ilgilenmiyorsam kendimi ne kadar geliştirebilirim ki? Topluma nasıl ayak uydurabilirim? Bilim de, ilim de, sanat da böyle. Yani ben dünyanın en iyi sanatını yapıyorum ama kimse görmüyor. Benim kime ne faydam olur? Öldükten sonra mı görecek insanlar benim sanatımı? Sanatın, bilimin, ilimin toplumla iç içe, toplumla beraber ilerlemesi gerekiyor. Yoksa ayrıştırılıyoruz, ötekileştiriliyoruz, farklılaşıyoruz ve toplumun –dünyanın gelişme hızına ayak uyduramıyoruz. O zaman da tökezlemeye başlıyoruz. O yüzden sanatçı, bilim adamı, doktor, öğretmen, gazeteci vb. meslekteki herkes kendini geliştirmek, yenilemek ve yeniliklere açık olmak zorunda.
Ayçe Özyiğit: Dalbenezo’nun çiftliğe hangi sebepten ötürü çağrıldığını seyirci olarak biz biliyoruz. Pedro da bunun farkında ve onu uyarıyor. Dalbenezo gerçeklerin ne kadar farkında?
Şenol Önder: Metinde Dalbenezo ile ilgili bir sahnede; “sizin artık Dalbenezo’ya dair haber yapmanıza gerek kalmadı. Biz Pedro’yu hapse attık, şair zaten satıldı…” diyor. Dalbenezo zaten para kazanamayan, zor durumda kalmış, kızı da hasta olan bir adam. Başka bir çıkar yol bulamıyor. Yani ölü bir Dalbenezo’nun kızına faydası olmayacak. Buradaki mevzu şu; ilk başta biz onu satılmış olarak algılıyoruz ki amaç zaten öyle göstermek. Dalbenezo kızının yaşaması için sahtekar ve dolandırıcı olmayı göze alıyor mecburen. Çünkü başka bir çaresi kalmıyor.
Selçuk Delipınar: Pedro, ona elinden geldiğince anlatıyor. “Bu bütün insanlığı kurtaracak bir buluş, bunu sen yarattın ve birilerinin eline bırakamazsın. Yani bunu birilerinin eline bırakırsan o elinde tutanlar onu istediği gibi kullanır. Bunu yapamazsın” diyor. Ama Dalbenezo kızının hastalığından sebep artık onu düşünecek durumda değil.
Handan Delipınar: Oyun şunu söylüyor; bilim de sanat da sermayeye teslim edilemez.
Selçuk Delipınar: Bazı şeyleri özele bıraktığınız andan itibaren “kamusallık” yok olur. O zaman -mecburen- özel ne isterse onu yapmak zorundasın. Handan’ın da dediği gibi, bilim, sanat, eğitim ve benzeri birçok alan özele bırakılamaz. Bugün en büyük sorunlarımızdan birisi üretmek… Fakat bununla ilgili de bir sürü sorunumuz var. Çünkü sadece üretmeye odaklanamıyoruz. Maddi olarak bir sürü derdimiz var. Bir taraftan da seyirciyi yaratmak için uğraşmak zorundayız. Biz niye seyirci için uğraşalım? Seyirciyi yaratacak olanlar merkezi hükümetler –belediyelerdir. Yerel güçler, yönetimler ne yapıyor? Onların işi kişileri tiyatroya, sanata, bilime yöneltmek, kişilere sanatı, bilimi sevdirmek ve seyirciyi oraya itmektir ama bizler öyle bir şey görmüyoruz. Mesela Mustafa’nın Şişli’de tiyatrosu var. Gelip desinler ki; “sizin için ne yapabiliriz, nasıl bir yol izleyelim de seyirciyi tiyatronuza çekelim?” Avrupa ve dünyada böyle ilerliyor ama bizde böyle bir şey yok. O zaman ne oluyor? Bir şey üretiyoruz, oyunlar üzerinden bir şey anlatıyoruz ama seyirciyi dönüştürmek yerine biz birbirimizle dönüşüyoruz. Yaptığımız iş seyirciyle hemhal olunca bir işe yarıyor. Yoksa kendimizi eğlendirmek, egomuzu tatmin etmekten öteye gidemiyor.
Ayçe Özyiğit: Pedro oyunda sistemin karşısında, sisteme boyun eğmeyen tek karakter olarak karşımıza çıkıyor. Fakat onun akıbeti üzerine şu soruyu düşünmeden edemiyoruz: Güç kimdeyse çoğunluk her zaman odur. Sistem karşısında elimiz kolumuz tamamen bağlı mı?
Şenol Önder: Pedro’nun oyundaki tüm cümlelerini Karl Marx’ın kitabını önümüze alarak, “Marx toplum ve bilim için ne demiş, bunu nasıl söylemiş?” sorularından yola çıkarak yazdık. Oyunda Marxist bir söylemi olan tek karakter Pedro. Aynı zamanda oyunun en asil, en dik duran karakteri. Sonunda sistemin kurbanı oluyor ama, bu durum sisteme karşı çıkmak mümkün değil gibi düşünülmemeli. Örneğin Gezi olaylarında toplum olarak hepimiz sisteme karşı çıktık. Bunun da meyvesini iki defa İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kazanarak elde ettik. Tabii söylem tarzı da önemlidir. Nasıl söylenmeli, bunu nasıl ele almalıyız, ne doğru ne yanlış onu ben tartamam ama sanat açısından bakarsak söylemem gereken bir şeyi de sakınmam, söylerim. Yani başımıza ne geleceğini bilemeyiz. Bu toplum ne yazık ki böyle bir şeyi getiriyor şu anda ama bunun müsebbibi bizler değiliz.
Handan Delipınar: Pedro’ların da güçleri zamanla ellerinden alındı. Eğitim sistemini, sendikaları iyice parçaladılar. Çünkü birlikten doğan gücü dağıtmak işlerine geliyor. Güç halkın elindeyken talep etme ve isteme yetisi daha güçlü olur ama onu parçalarsan o 3-5 talep zamanla sessizleşip yok oluyor. Sendikalar artık sadece göstermelik olarak varlar. Eskiden her fabrikanın kendi içinde bağlı olduğu, kendi sesini duyurabildiği platformlar varken şimdi bir yapıya dahil olmak fişlenme konusu haline dönüyor. Vatandaş ne kadar zayıflarsa sistemin o kadar işine geliyor. Sana sadece birazcık konuşma hakkı tanınıyor, o zaman da durum konuşabildiğimiz o azıcık şeyden mutlu olmamız, konuştuğumuzu zannetmiş olmamız haline dönüşüyor. Yani sosyal medyada iki üç tane ses çıkaran tweet attığımızda “çok şey söyledim, görevimi yaptım” deyip rahatlamış bir şekilde oturuyoruz. Bu, sistemin bize izin verdiği kadarı aslında…
Selçuk Delipınar: Sistem size diyor ki: “Diğerlerinden size ne? Siz paranızı kazanın, kendinizi kurtarın yeter.” Mesela oyunda benim Pedro’ya çıkıştığım bir sahnem var. “Başkalarının işlerinden sana ne kardeşim, sen kendi karnını doyur. Sen komünist misin?” diyorum. Çünkü bize aktarılan komünistlik böyle bir şey… Şimdilerde herkes bu şekilde… Kişi, “ben yapmazsam nasılsa başka bir kişi yapacak, o zaman ben yapayım” diyor. Bunu kendi içinize sindirdiğiniz andan itibaren geçmiş olsun. Toplum giderek çürümeye başlamış durumda ve bu çürümüşlüğü de bugünden yarına düzeltemeyiz ama en azından tiyatroyla belki bir şeyler yapabiliriz diye düşünüyorum.
Mustafa Kalkan: Tiyatro camiası da çürümüş durumda.
Selçuk Delipınar: Tiyatroyla ilgili bir sorun olduğunda “bir araya gelelim”, dediğimizde gerçek anlamda bir araya gelecek tiyatro sayısı o kadar az ki. Samimiyetle söylüyorum. Yoksa biz de burada konuşur, atıp tutarız ama gerçeklik öyle değil. Gerçeklik nedir? Bizim yaptığımız gibi üç tiyatronun bir oyun çıkartması bir gerçektir. Bu dayanışmadır. Öyle “tiyatro ölmez”, diye gazel okumak dayanışma değildir. Ölür, ölüyor yani. Kiranı ödeyemezsen, kapanırsın.
Ayçe Özyiğit: Oyundaki, Zorlu eleştirisine değinmek istiyorum. Tiyatrolar açısından bakarsak, bir tarafta büyük sermayeli prodüksiyonlar, diğer tarafta kendi kendine yetmeye çalışan tiyatrolar mevcut. Tıpkı oyundaki gibi; her şeyin bir ederi var ve büyük balık küçük olanı yutma niyetinde. Tiyatro bilinci çok oturmamış izleyici tiyatroyu büyük prodüksiyonlardan ibaret görüyor.
Şenol Önder: Ben şöyle düşünüyorum. Nasıl ki Amerika’da Broadway, Off-Broadway, Off-Off-Broadway gibi her bütçeden insanın ulaşabileceği tiyatro varsa, Türkiye’de veya İstanbul gibi büyük bir metropolde de çok üst düzeyin gidebileceği, daha alt düzeyin gidebileceği, çok çok daha alt düzey insanların gidebileceği oyunlar, skalalar, fiyatlandırmalar olabilir. Bununla ilgili bir sorunum yok. Ben diyorum ki tiyatro sadece o büyük prodüksiyonlardan ibaret değil. Tiyatro sadece bizim yaptığımız da değil, Devlet Tiyatrosu’nun ya da Şehir Tiyatroları’nın yaptığı da değil. Tiyatro -sanat bunların hepsini kapsayan bir yerdedir. Biz kendi içimizde birbirimizi ayrıştırmamalıyız. Yapılan her iş sanatsal değer taşıyan, emek ve para harcanan işler. Bizim ve bizim gibi tiyatroların arkasında çok büyük sponsorlar yok. Biz oyunlarımızı gerçekten el emeği, göz nuru; vaktimizden, paramızdan, hayallerimizden vazgeçerek ya da başka başka işleri yapıp tiyatromuzu finanse ederek gerçekleştirebiliyoruz. O yüzden kıyaslanırken, “bu insanlar bu oyunu nasıl çıkartıyorlar?” diye kıyaslansın istiyorum. Büyük sahneler, büyük prodüksiyonlar oyun çıkartabilir, onları eleştirmiyorum. Sadece kimi seyircilerin “ben tiyatroyu sadece Zorlu’da seyrediyorum” demesi bana çirkin geliyor. Tiyatro bir yere indirgenmemeli, toplumun her kesimine ulaşabilmeli ve herkes de gidip izleyebilmeli.
Selçuk Delipınar: Amerika Broadway’e hiçbir şekilde destek vermezken Off Broadway dediği salonlara objektif koşullar -kaç yıllık tiyatro olduğu, salonun büyüklüğü, kaç oyun oynadığı gibi kriterler- dahilinde belirli bir oranda destek sağlıyor. Bizler, şehrimizde bunun olmamasına kızdığımız için oraya sataşıyoruz. Yani diyoruz ki, tiyatro sadece orası değil. Bizim derdimiz başka. Biz bir dönüşüm, bir hikâye anlatıyoruz. İyi, kötü, eksik, fazla olabilir. Amacımız seyirciyle buluşup bunu tartışmak.
Handan Delipınar: Hikâyeyi anlatırken de canımız yanıyor. Tiyatro salonu faturası kestiğin andan itibaren %20 KDV ödüyorsun. Bu çok acımasız bir rakam… Ortalama salon kiraları artık 10-15 bin. Salonu olmayan bir tiyatro olarak o rakamı verirken canım çok yanıyor. Çünkü o parayı çıkarabilmek için ciddi bir seyirci oluşturmam gerekiyor ama o seyirciyi de oluşturamıyorum ve bu kiranın bedeli olarak devlete de ayrıca %20 KDV ve %25 gelir vergisi ödüyorum. Ne kazandım da neyi dağıtıyorum? Hangi parayı dağıtacağım? Öyle kazanılmış bir para yok ama o parayı ödüyorsun. Bazen kredi çekiyorsun. Tiyatro yapmak için kredi çekmek çok acımasız bir şey ama başka türlü o çarkı döndürmenin olasılığı olmuyor.
Ayçe Özyiğit: Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın verdiği desteğin de yardımı olmuyor sanıyorum.
Mustafa Kalkan: Üstüne üstlük bir de Bakanlığın verdiği parayı kazanamadığımızda dosyayı kapatmak için uğraşıyoruz.
Şenol Önder: Şişli Tiyatrosu’nun aldığı devlet yardımıyla Tiyatro Mitos olarak bizim aldığımız yardım arasında miktar olarak çok az bir fark var. Bizim yerleşik bir yerimiz yok. Şişli Tiyatrosu’nun kira ödedikleri bir sahnesi var. Masraf kalemi de ona göre artıyor tabii. Ben devlet yardımının fiyatlandırılması ve değerlendirilmesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Devlet bana diyor ki, “ben Tiyatro Mitos’a 119 bin lira verdim. Bu 119.000 lira karşılığında sen Yan Rol oyununu en az 15 kere oynayacaksın ve bu gösterimlerin bir tanesi de 27 Mart haftasında ücretsiz olacak.” Toplam 16 temsil ediyor. 16 temsili sadece sahne ücreti olarak değerlendirirsek, bu 16 temsil için bana verdiği para sahne parasını bile karşılamıyor. Bunun dekoru, kostümü, prova yeri, prova harcamaları, yazarın telif hakkı, teknisyenlerin ücretleri, reklam, tanıtım, broşür basımı ve aklınıza gelebilecek her şey kalem kalem bizim hayatımıza yansıyor. Bilet satarak bu işi yapmak çok zor. Seyirci çok az. Pandemiden sonra tiyatroyu terk eden seyircinin %30’u geri dönmemiş. Çok ciddi bir rakam bu… İstanbul’da 1 milyon seyirci varsa bu 700 bine düşmüş. Yani 700 bine düşenin de kim bilir kaçı her gün ya da her hafta ya da ayda bir kere bütçesinden bir para ayırıp tiyatroya gelebiliyor, o da meçhul tabii. Evet, devlet yardımı var. İyi ki var ama yeterli değil. Keşke kültüre ayrılan miktar, dine, spora ya da devletin başka bir kurumuna ayırdığı paranın en azından onda biri kadar olsa.
Handan Delipınar: Kültür Bakanlığı’ndaki destek çok komik rakam ve onda da belli kriterler yok. Meselâ, salonum varsa kaç kişilik olduğu bir kriter olmalı, kaç oyun oynadığım bir kriter olmalı, kaç sigortalı çalışanım olduğu bir kriter olmalı. Ben, hangi sütun bana uygun ve onun karşısındaki rakam ne, bunu bilmeliyim. Biz bunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz gibi, kimin kaç para aldığını da bilmiyoruz. Tabii ki arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan duyuyoruz kimin ne kadar yardım aldığını. Arada inanılmaz farklar var. Biri 100 alırken, öbürü 150 almış ama sigortalı sayısı senden daha az, kuruluş yılı senden daha yeni, oyuncu sayısı daha az ama, o neden o kadar aldı da sen bu kadar aldın belli değil. Verilmesi gereken “tiyatro desteği” olmasına rağmen, bakanlık “proje desteği” veriliyor. O sezonda aynı oyunu oynamak istiyorum ama Kültür Bakanlığı diyor ki, “Hayır, yeni bir oyun çıkaracaksın ve ben ona destek vereceğim.” İyi de benim daha oyunum oturmadı ki. Oyunumun oturmasını ve karşılık bulmasını bekliyorum. Yeni bir proje çıkaramazsam eğer o zaman o desteği de alamam.
Selçuk Delipınar: Yani destek projeleri dediğimiz projeler tiyatro desteği, salon desteği vb. gibi çeşitlenirse tiyatrolar için daha kolay olur. Mesela Mustafa’nın kira sorunu çok ciddi bir sorun. Belediye, Mustafa’ya salon desteği vermeli. Bakın bu zincirleme bir durum. Salon desteği alsa rahatlayacak ama destek alamadığı için Mustafa da kendi kirasını arttırmak zorunda kalıyor. Şimdi ben Mustafa’ya kızabilir miyim salon kirasını arttırdı diye? Mustafa rahatlasa bizler de rahatlayacağız. Biz onlardan bedava bir şey istemiyoruz ama niyet bizim gibi tiyatroları ayakta tutmak değil. Niyet kimi ayakta tutmak? Zorlu’yu ayakta tutmak. -Bu arada Zorlu sadece bir örnek, kastettiğimiz büyük prodüksiyonlar- Böyle devam ettiği sürece sadece o büyük prodüksiyonlar ayakta kalacak, ama birbirine benzeyen oyunlarla. Biz o zaman farklı hikayeler duyamayacağız. Bizim en sevdiğimiz ve yakından takip ettiğimiz salonlardan birisi Moda Sahnesi. Bir sürü prodüksiyon yapıyorlar. Eğer o prodüksiyonları yapmazlarsa ayakta kalamayacaklar. Gidin onlara sorun, yapmak istiyorlar mı? Hayır. Onlar da rahat olmak, dinlenmek, kafasına göre üretmek istiyor. Bu bir tekstil atölyesi değil ki.
Ayçe Özyiğit: Demlenmeye vakit olmuyor. Bu da beraberinde hızlı tüketimi getiriyor ama öte yandan seyircinin de bilinçlendirilmesi gerekmez mi?
Handan Delipınar: Yerelin ve merkezi idarenin bunu canlandırmak gibi bir görevi var. Çünkü sanatı vatandaşa ulaştırmakla yükümlüler. Eğer vatandaş bu bilince ulaşmamışsa o bilinci yaratmak zorundalar. Olmayan bilinci yukarı çekecek bir mekanizma yok. O zaman ne oluyor? Seyirci televizyondaki o programları tiyatro zannediyor. Parası olan da ünlü görmek istiyor.
Selçuk Delipınar: Parası olan sizin ne üreteceğinizi bile belirliyor. Bugün, parası olan belirli sayıda bir seyirci var ve hep o seyirciler salonlarda. Bizim hepimizin derdi -bu konuştuklarımızın temeli aslında- o parası olmayan, az olan, tiyatroya gelmek isteyen ve gelemeyen insanları nasıl yaparız da tiyatroya getirebiliriz, sadece bu. Şişli Tiyatrosu’nun gerçekliği tam da bu… Eğer Şişli Tiyatrosu yok olursa -yok olması da çok kolay; bir iki kiraya bakıyor- ne yapacağız? Ne olacak? Azalacağız. Azalmamak adına uğraşıyoruz. Bazen tiyatro camiasındaki arkadaşlarımız “dayanışma” diye kollarını kaldırıyor da öyle olmuyor o işler. Dayanışma dediğiniz şeyin ete kemiğe bürünmesi lazım. Bizim hepimizin tiyatrosu var ama bugün Şişli Tiyatrosu’ndan bahsediyoruz. Çünkü önceliğimiz Şişli Tiyatrosu’nun kapanmaması. O kapandığı an bizim de evimiz olmayacak ve yarın bir gün çok pişman olacağız. Hani diyorlar ya “sarı öküzü vermeseydik”. Veriyoruz ama.
Ayçe Özyiğit: Seyirci sahip çıkıyor mu Kafatası oyununa? Tepkiler nasıldı?
Mustafa Kalkan: Seyirciden yana bugüne kadar ters bir tepki, olumsuz bir eleştiri almadık. Hatta Sultangazi’de oynadığımızda açıkçası ben çok korkmuştum; oradaki seyirci nasıl karşılayacak diye ama son 10 dakika kala 250 kişi civarı seyirci oldu, biz de şaşırdık. Çok beğendiler, ayakta alkışladılar.
Seluk Delipınar: Seyirci profili de çok farklıydı. Yaşlı amca da vardı, 12-13 yaşında çocuk da. Muhafazakâr kesim de vardı, seküler kesim de. O bizi çok hoşnut etti. Belki de ulaşmamız gereken amaç her kesimden seyircidir. Tiyatronun birleştirici gücü burada başlıyor. Bizi ayrıştırıyorlar ve konuşturmuyorlar. Herkesin bir mahallesi olsun istiyorlar. Birbirimize hemhal olmayalım istiyorlar. Çünkü konuşursak bir çözüm üreteceğiz ve bu onlar adına tehlikeli bir durum.
Handan Delipınar: Böylece kavga etmek kolay oluyor. Ama bir araya gelirsen anlayabilirsin. Anladığın yerdeyse kavga biter çözüm bulunur.
Ayçe Özyiğit: Son olarak, eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Şenol Önder: “Kafatası” zor bir oyun. Biz, 3 ekip Tiyatro Merdiven, Tiyatro Mitos ve Şişli Tiyatrosu ortak yapım şeklinde imece usulü bu oyunu çıkardık. Hayatını devam ettirebilsin diye Şişli Tiyatrosu’na destek olduk. İstanbul’un en merkezi sahnelerinden biri, zor şartlar içinde hayatını devam ettirmeye çalışıyor. Seyirciye ihtiyacı var. Desteğe ihtiyacı var. Mesela dün akşam oyunumuzu 10 biletli seyirci izledi. 40 da davetlimiz vardı. 50-60 kişi falan olduk yani o şekilde ancak. Ama seyirci gelmediği zaman yaptığımız işin hiçbir değeri olmayacak.
Selçuk Delipınar: Oyunumuz kıymetli bir oyun. Ben oyunu çok önemsiyorum. Gerçekten bir ekip ruhu oluşturduk. Mustafa çok iyi bir yapımcı ve elinden geleni yapıyor. Dediğim gibi, bu işi kişiler üzerinden çözemeyiz. Bunun çözümü belediyelerde -merkezi hükümetlerde. Bir de bazen tanınmış bir kişi çıkıyor diyor ki; “Bize para veriliyor” ya da “tiyatrolara yardım edildi” başlığı altında para toplanıyor. Bu tür olaylar olduğunda genelde şöyle algılanıyor; sanılıyor ki o para bütün tiyatrolara dağıtılıyor. Öyle değil o iş. Herkes bir dernek, bir vakıf, bir yapı kurarak bir şey toplayarak bunu çözmeye çalışıyor ama bu tür çözümler geçici çözümler. Bu geçici çözümler hepimizi kapsıyor ve biz oradan düzeliyormuşuz hissi yaratıyor. Çünkü o zaman bizim gerçekliğimizi söndürüyorlar. Bizim o durumumuzu basitleştiriyorlar.
Mustafa Kalkan: Belediyeler de aynısını yapıyor. İBB’nin tek kişilik oyuna verdiği para ile bize verdiği para aynı. Biz dekorumuzu kamyonla götürüyoruz, öbür adam koltuğun altına bir tane eşya alıp öyle gidiyor ama ikimize de aynı para veriliyor. Orada da adaletsizlik var yani. Bunu anlatıyorsun, kem küm ediyorlar, hiçbir şey demiyorlar.
Selçuk Delipınar: Mesela Aykut Nuhoğlu zamanında, Kadıköy Belediyesi işbirliğiyle Kadıköy Tiyatrolar Platformu kurulmuştu ve çok iyi projeler geliştirmişti. “Keşke tüm ilçelerde böyle platformlar kurulsaydı” diye kendi aramızda konuşmuştuk. Belediyeler kendi ilçesinde bulunan -özellikle de sahnesi olan tiyatrolarla iletişime geçip projeler üretebilir. Aslında biz hiçbir üretime karşı değiliz. Herkese destek olsun –Zorlu ya da farklı isimler- Bizim derdimiz onlara verilen 50 birim değil. Biz diyoruz ki; “10 birim de bize verin ki biz de hayatımıza devam edelim.” Çünkü bizim onlar kadar para kazanmak, kar amacı gütmek gibi bir kaygımız yok. Biz ayakta kalalım, buradan geçimini sağlayanlar hayatlarını idame ettirsinler, hepimiz bunun derdindeyiz. Bu yüzden belediyeye kızıyoruz.
Mustafa Kalkan: Bizim camiadaki organizatörlerden de kaynaklanıyor. Mesela organizatörler bu oyunu niye desteklemiyor? Çünkü içinde ünlü bir isim yok. Çünkü o isimlerden para kazanıyorlar. Onlar seyirciyi çekiyor. Ben de iki ünlü isim alır iki kişilik bir oyun yaparım, para kazanırız. Ama derdimiz o değil. O zaman da amacımızın dışına çıkmış oluruz.
Selçuk Delipınar: Yapabilirler ama keşke o tarz işlerin yanında tam tersi işlere de fırsat tanısalar. Çeşitliliği azaltıyorlar. Çok çeşitli, farklı bakışlarda bir sürü tiyatro var ama ortalarda değiller. Çünkü oyun çıkaramıyorlar. Nasıl çıksınlar ki? Her şeyin başı para…
Handan Delipınar: Bu arada Kültür Bakanlığı daha önce amatör tiyatrolara bütçe ayırıyorken artık amatör tiyatrolara bütçe ayırmıyor. Oysa amatör tiyatrolar da tiyatronun renklenmesine katkı sunan, belki yenilik getiren -birçoğu üniversite çıkışlı- tiyatrolar, ama onlar da artık gözükmüyorlar.
Selçuk Delipınar: Çok konuştuk. (gülüşmeler) Ama tek derdimiz oyundaki o Pedro’nun anlaşılması, Pedro gibilerin çoğalması… Bunun için uğraşıyoruz. Tam da onu istiyoruz gerçekten.
Ayçe Özyiğit: Bu uzun (gülüşmeler) ve güzel sohbet için çok teşekkür ederim.
Selçuk Delipınar: Bizler de çok teşekkür ederiz.
Handan Delipınar: Çok keyifli bir sohbetti. Teşekkür ederiz.
Şenol Önder: Ben de teşekkür ederim; size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne…
Mustafa Kalkan: Ben de size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne çok teşekkür ederim.
AYÇE ÖZYİĞİT
KAFATASI OYUN TARİHLERİ
4 Ekim Şişli Tiyatrosu
16 Ekim Şişli Tiyatrosu
24 Ekim Şişli Tiyatrosu
31 Ekim Şişli Tiyatrosu