Şamil Yılmaz ile “Dansöz” Üzerine…

Ayçe Özyiğit

Mek’an Sahne, Ankara menşeili bir topluluk. 10 yıl önce, Domus Sanat Çiftliği’nin çatısı altında iş yapan bazı isimlerin, yeni bir ekip oluşturmasıyla ortaya çıkmış bir tiyatro. Ekip ağırlıklı olarak, Ankara Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden ve Eskişehir Konservatuvardan mezun isimlerden oluşuyor. Artık bir İstanbul topluluğuna dönüşen ekibin son oyunu “Dansöz”, Meryem’in hikâyesine odaklanıyor. Meryem ve onu çevreleyen kişiler, koşullar… İki sezondur adından çok söz ettiren “Dansöz”ü, Mek’an Sahne’nin kurucusu ve oyunun hem yazarı hem yönetmeni olan Şâmil Yılmaz ile konuştuk…

Ayçe Özyiğit : İlk sorum pandeminin etkileri üzerine olacak. Salgın nedeniyle tiyatrolar her anlamda büyük sıkıntılara maruz kaldı. Kapanan sahneler, kaldırılan oyunlar… Kısıtlamalar kaldırıldığında ise, ekonomik kriz çaldı tiyatroların kapısı bu defa. Süreçten siz nasıl etkilendiniz?

Şâmil Yılmaz : Her şeyden önce, kendi mekânımız gibi gördüğümüz Kadıköy Theatron kapandı biliyorsunuz. Galiba ekip olarak pandeminin, ya da pandeminin iyice görünür kılan siyasetlerin, bizden aldığı en büyük şey, Theatron oldu. Çok uzun zamanda, başta Behiç Cem Kola olmak üzere, onlarca insanın emeği ve parasıyla kurulmuş olan bir mekânı, yanlış ve kötü niyetli kültür politikaları yüzünden kaybettik. Bunun dışında herkes gibi biz de, bir kez daha -ama daha sert bir biçimde, ne bağımsız tiyatronun ne de tiyatrocuların bir güvencelerinin olmadığı gerçeğinin sağlamasını yapmış olduk. Bir şey sizi maddi anlamda yaşatmıyorsa, oraya yapacak manevi ve yaratıcı yatırım da bir sorun haline gelmeye başlıyor. Genel durum aşağı yukarı herkeste de bu biçimde galiba. Yaygın bir inanç ve istek kaybı yaşanılıyor.

Ayçe Özyiğit : “Mek’an Sahne”, Ankara’da yola çıkmış bir tiyatro topluluğu. Açıkça söylemek gerekirse, internetten size dair fazla bir bilgi toplayamadım. Oyunlarınız, kuruluş tarihiniz gibi genel bilgiler var sadece. Mek’an Sahne hakkında bilgi alabilir miyiz sizden? Kaç kişilik bir ekipsiniz? Yapısı, hedefleri nedir? 

Şâmil Yılmaz: Mek’an’ı Ankara’da kurduk. Fakat zaman içinde zorunlu taşınmalar oldu. Bu nedenle, ekibin bir kısmı yaklaşık 5 yıldır İstanbul’da yaşıyor. Yani bir Ankara topluluğu değiliz artık. Ankara’da ne yapıyorsak, şimdi iki şehirli bir ekip olarak onu yapmaya devam ediyoruz. İyi tiyatro yapmak için uğraşıyoruz. Özel bir hedefimiz ya da beklentimiz yok. Yaptığımız oyunların hem bizde hem de seyircide bir karşılık bulması her zaman yeterliydi. Şimdi de öyle.  

Ayçe Özyiğit : Mek’an Sahne’nin birkaç oyunu hariç, tüm oyunlarının yazarı sizsiniz. Yazar olarak kendi oyunlarınızı sahneye koymak, farklı bir yazarın oyunlarını yönetmekten daha mı avantajlı?

Şâmil Yılmaz : Oyun yönetmek, benim birincil işim değil, hiçbir zaman da olmadı. Bu konuda iyi miyim, ondan da emin değilim aslında. Mesela Sezen’in yaratıcı tarafı bu anlamda benden çok daha güçlüdür. Mesele hiçbir zaman “kendi oyunlarım” ya da “başkalarının oyunları” ikiliği olmadı benim için. “Ben bu konuda iyi miyim, değil miyim?” daha doğru bir soru benim için. Ama birbirini iyi tanıyan, çok uzun zamandır birlikte iş yapan ve ayrıca çok iyi arkadaş olan insanlardan oluşuyor Mek’an. Kendi oyunlarımı yönetmenin değil, ama bu ortak dilin bir “reji dünyası” oluşturmasının çok katkısı oldu bana. Bir avantaj varsa buralarda bir yerdedir sanırım. Ve eğer ortada bir anlayış varsa, bu bana ait değil. Ben, “kolektif sürecin” ortaya çıkardığı estetiğin bir parçası olarak, yine topluluktaki insanların dahil olduğu bir süreçte işin araştırmasını yapıyorum sadece. Bunu ekibin başka herhangi bir üyesi de en az benim kadar yapabilecek yetkinlikte artık. 

Ayçe Özyiğit : Ankara ve İstanbul’da oyun sahnelemenin farklılıkları neler? Hangi şehir tiyatroya daha fazla imkân sağlıyor sizce? Her iki şehirde tiyatroyu deneyimlemiş biri olarak iki şehri kısaca karşılaştırabilir misiniz?

Şâmil Yılmaz : Ankara’da az sahne ve az ekip var. Üstelik seyirci de bağımsız ekiplerin işlerinden çok Devlet Tiyatroları repertuvarında yetişmiş bir seyirci. Seyir alışkanlıkları çok farklı yani. Ankara’da bu alışkanlıkları ve mekânsal zorlukları aşmaya çalışmak hep yorucuydu. Hala da yorucu. İstanbul ise çok ekibin ve çok mekanın olduğu, çok hızlı bir üretim döngüsünde işleyen bir şehir. Bu da bir rekabet ortamı yaratıyor. Biraz daha gergin bir atmosfer var İstanbul’da. Ama bu Ankara’da hiç gerilmiyorduk demek değil tabii. İki şehirde de uyum sağlayıp mücadele edecek şeyler var, benim için biri diğerinden “şimdilik” daha iyi ya da kötü değil.    

Ayçe Özyiğit : Dansöz oyunu “bakış” temasını farklı yönleriyle sorgulatıyor. Meryem’in hayatına, dansına eşlik eden bakışın, bakmanın  hikayesini izliyoruz. En sevdiği şeyden, danstan mahrum bırakılıyor ve uzun süre dans etmesine izin verilmiyor. Belk de Meryem’i çıldırtan şey dansını değiştirmek zorunda kalması olması oluyor. Ama zaten Meryem en başında seyircilere “bakarak” oynadığı dansı değiştirmemiş miydi?

Şâmil Yılmaz : İlk talep “bakacaksın” talebiydi. İkinci talepse bizim “istediğimiz gibi oynayacaksın” talebi oldu. Buna arada yaşadıklarını, temel kırılma noktasında duran pavyonun köpeği Ghost’un başına gelenleri falan da eklerseniz, Meryem’in “çıldırma” değil ama “karar anı” daha net çıkar ortaya. “Değişim” talebi, Meryem’in Mısır ekolünden aldığı bir biçim ve etiği, daha çok klip estetiğinden öğrenilmiş figürlerle değiştirmesini istendiğinde geldi. Biz Meryem’i hiç o figürlerle dans ederken görmedik. Bakarak dans ederken gördük sadece. Meryem o gece o dansı hiç gerçekleştirmedi yani. Ne öncesinde, ne sahnede bizim önümüzde. 

Ayçe Özyiğit : Oyunda Meryem’i mahallede dans ederken gören komşusu cinselliği çağrıştırdığı gerekçesiyle annesine şikâyet ediyor onu. Yıllar sonra Meryem’in sahnede dans ederken seyircilere bakması yine cinsellikle bağdaştırılıyor. Her iki sınıf da kültürel olarak birbirine yakın. Öte yandan tiyatroda Meryem’i (Sezen Keser’i) dansöz kıyafetleri içinde izliyoruz ve sanıyorum ki çoğu kişi Meryem’in vücuduna göz gezdirmiyor bile. O halde “size göre”, bu cinsel açlık ya da bazı kişilerin her şeyi cinsel çağrışım olarak algılaması, sınıfsal (kültürel) farklara mı dayalı yoksa sınıf fark etmeksizin mekana ve zamana göre duyguların bastırılıp saklanmasından mı kaynaklı? 

Şâmil Yılmaz : Bunu kabul etmek, sınıfsal olarak çok sıkıntılı bir yorum olurdu. “Üst sınıf erkekler alt sınıftan erkeklere göre daha medenidirler” yorumuna çıkabilecek olası bir cümleyle adımın hiçbir biçimde yan yana anılmasını istemem. En fazla, kendi yırtıcılıklarını/açlıklarını gizlemeyi daha iyi öğrenmişlerdir herhalde diye düşünüyorum. Ama hepimiz, iş rıza gibi somut gündemlere geldiğinde, o sınıftan erkeklerin de cinsel çağrışım ya da talepkarlık konusunda iyi bir sınav vermediğini gayet iyi biliyoruz. Ya da ilişkideki manipülatif stratejiler konusunda, “kültürel sermayeleri” gereği, daha usta olduklarını… Doğrudan cinsel şiddet ve taciz faili olan onlarca örnek zaten var.  Sınıfsal eşitlik, kuşkusuz, hepimiz için bir şans olurdu. Meryem de dahil. Bunun iki sınıfın erkeklerinden çok, kadınların elde edecekleri, elde etmek için kendi mücadelelerini verecekleri ayrıcalık ve imkanlarla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yoksa erkekler, “her ayrıcalıklı grup gibi”, her durumda kendi ayrıcalıklarını korumaya çalışacaktır ve zaten halihazırda çalışıyorlar…     

Oyunda Meryem’e bakmamak, eğitimli alternatif sahne seyircisinden çok, oyunun kendini kurduğu mesafeyle ilgili bence. Biz size o alanı açsaydık, muhtemelen daha rahat bakardınız. Orta sınıfın terbiyesi değil yani seyirciyi tutan, bizim bilinçli biçimde geliştirdiğimiz “teknik, reji, oyunculuk ve anlatı stratejileri”…  Bir de orada mesele cinsellik değil. Dans, Meryem için kendi varoluşuna dair bir şey. Ne olup bitiyorsa, çok daha derinde olup bitiyor. Eğer seyirci oraya bakmıyorsa, bunun nedeni Sezen’in performansının seyirciyle oradan bir diyalog kurmuyor olması. Çıplaklık değil asla mesele, Meryem de hiçbir zaman çıplaklığından utandığını söylemiyor zaten, umarım o kadar yüzeysel ve muhafazakâr bir yerde durmuyordur oyun…

Ayçe Özyiğit : “Dansöz”,  aslında tüm sektörlere indirgenebilecek bir oyun. Pek çok kimse yapılan işe, sanata sizin gözünle bakamıyor bu bir gerçek. İşin içine dışarıdan bir müdahale olunca artık yaptığınız iş de sizin olmuyor, seçtiğiniz meslek de. Bu durum bir bakıma hiçbirimizin mesleki veya sanatsal konularda özgür olmadığımızı kanıtlar nitelikte değil mi?

Şâmil Yılmaz : Bu söylediğiniz ekip olarak bizim için oyunun en “kişisel” tarafıydı diyebilirim. Bizler de sevdiğimiz işleri farklı mecralar için sevmediğimiz biçimlerde yapmak zorunda kalıyoruz. Yazmak, oynamak, düşünmek zorunda kaldığımız birçok şey, asıl yapmak, kendimizi var etmek istediğimiz yerle ilgili değil. Birçok insan ve iş kolu için bu durum böyle ne yazık ki. Oyunun en genel temalarından biri de bu sanırım. Çok haklısınız. Meryem gibi söyleyecek olursam: “Sevdiği ne varsa çekip alıyorlar insandan böyle!” 

Ayçe Özyiğit : Oyunu izlerken şöyle bir şey sezinledim. Metnin bir “erkeğin” kaleminden çıktığı… Çoğunlukla bir durum anlatışı sezinledim. Meryem’in ani çıkışları hariç, kadınsı duygular biraz daha geri plandaydı. Bu bilinçli bir tercih miydi? 

Şâmil Yılmaz : Değildi. Genel olarak kadınları tanımıyorum çünkü. Benzer biçimde, genellikle erkekleri de tanımıyorum ama. Ben sadece özel bir durum içinde, yine özel ama “kurmaca” bir karakter olan Meryem’i “biraz” tanıyorum. Genel “kadınlık durumuna” dair ondaki tek işaret, bana göre, başkalarının bakışındaki saldırgan talepkarlık karşısında gösterdiği “huzursuzluk”. Gece yabancı bir erkekle aynı sokaktan geçen çoğu kadının bildiği bir huzursuzluk bu. Bu da kadın doğasından çok, “toplumsal” bir fenomen. Ve oyun bütünüyle bu huzursuzluğun üzerine kurulu. Bunun dışındaki her şey, özel bir kadının özel koşullarına dair yine -kaçınılmaz olarak- özellikle kısıtlanıp daraltılmış kurmaca bir hikâyenin parçası. Bütün kadınları bağlayan bir yanı yok.  Bir kriz anının hemen sonrasında, dökülen kan bile henüz sıcakken anlatılan bir hikâyenin yüksek/gergin duygusuyla konuşan biri var tabii sahnede. Buna “kadınsı” diyebilir miyim peki? Sanırım hayır… Arada öfkeyle ya da bir hayvana gösterdiği şefkatle dolduğu anlar var, sıkışmışlık, içerleme, hayal kırıklığı, korku, aşk, beklenti, küçümseme, suçluluk, özlem, yorgunluk, şaşkınlık, ihanet, yalnızlık ve benzerleri oyunun içinden geçtiği diğer duygular…  

Bunlar ortada, hatta oyun bu duygulardan yapıldı, ama bunların da ne kadar “kadınsı” olduklarını bilmiyorum. Dürüst olmak gerekirse, çok tuzaklı buluyorum bu bölgeyi ve bu çeşit soruları. Bir adım sonrası “kadın uzmanı erkek yazarlar” gibi çok sorunlu bir kategoriye imkan veriyor çünkü. Haddimi aşmamaya çalışarak, cesaret edebildiğim bu kadarı diyeyim…     

Ayçe Özyiğit : Son olarak, Mek’an olarak planladığınız yeni projeleriniz var mı?

Şâmil Yılmaz : Yazım aşamasında olan birkaç proje var. Yıl bitmeden hiç değilse birini tamamlayıp yeni bir oyunla seyirci karşısına çıkmayı çok istiyoruz. Ama koşullar ortada, ne olur hiç bilmiyorum şu aşamada…  

Ayçe Özyiğit : Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.

Şâmil Yılmaz : Ben de size ve Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’ne çok teşekkür ederim.

AYÇE ÖZYİĞİT

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku