Salih Bademci, Neslihan Arslan ve Nurhan Özenen ile “Fanatik” Oyunu Üzerine Söyleşi…

Ayçe Özyiğit

Çoğumuz fanatizmi futbolla özdeşleştirdiğimiz için,  taviz vermeden, eleştiri kabul etmeden, düşüncelerimizi körü körüne savunmanın “fanatizm” olabileceği aklımızın ucuna dahi gelmez. “Fanatik” oyunu bu ince noktalara değinerek bize haklı ve masum gelen çoğu icraatımızın bir başkasının hayatını ne denli kötü etkileyebileceğini anlatıyor. Futbol üzerinden fanatizme giriş yapan oyun, aslında fanatizmin sınırlarının futboldan ibaret bize gösteriyor. 

“Ölümüne seninleyiz” gibi bağnaz düşüncelerin derinine inildiğinde fanatizmin ne kadar zarar verici boyutlara ulaşabileceği de yadsınamaz bir gerçek; ama daha korkutucu olanları da var. “Benim gibi düşünmelisin, benim istediğim gibi hareket etmelisin, benim doğrularımı sorgulamamalısın” yaklaşımlarıyla dayatıcı olmak. Bu tür dayatmalarımızı maalesef en rahat şekilde kendi çocuklarımıza da uyguluyoruz. Evet, yaptıklarımız onların iyiliği için, onlar henüz doğruyu ve yanlışı ayırt edemiyor, onların hayatlarını en iyi biz çekip çevirebiliriz diye düşünüyoruz. Bahaneleri kolayca sıralayabiliriz ama ya doğru diye savunduklarımız gerçekten doğru değilse? Ya başka doğrular, başka hayatlar da varsa. Belki de bu gerçeği kabul ettiğimizde her şey daha güzel olacaktır.

Fanatizm sadece futbolla mı olur? Savunduğumuz, bağlı olduğumuz ve icraata döktüğümüz düşüncelerimiz sandığımız kadar masum mu? Fanatizmin ılımlısı olur mu? Tüm bunları ve daha fazlasını Nurhan Özenen, Salih Bademci ve Neslihan Arslan ile sıcak, keyifli ve samimi bir sohbetimizde konuştuk.

Ayçe Özyiğit: Her hikâyenin bir başlangıç aşaması vardır. Fanatik’in hikâyesi nasıl başladı?

Neslihan Arslan: Salih ve Çağrı İstanbul Üniversitesi’nden sınıf arkadaşları. Ben Mimar Sinan Üniversitesi’nde okudum ama Salih’le konservatuar girişten beri tanışıyorum. Oyunlarını hep izliyordum. Fanatik oyunu için bir akşam Salih beni aradı. “Sana bir metin yollayacağız bakabilir misin?” diye sordu.  O gün de kendimi çok iyi hissetmiyorum. Salih’e “yarın konuşalım” dedim. Sonra metne göz ucuyla bakayım derken kendimi tüm metni eğlenerek okur buldum. O akşam bir saat içinde Salih’e geri döndüm ve“Eğer  düşünüyorsanız, ben oynamak istiyorum” dedim. 

Salih Bademci: SBR’yi (Siyah-Beyaz ve Renkli Tiyatro) Çağrı ile 2016 senesinde kurduk. Daha doğrusu Çağrı kurdu, ben sonradan dâhil oldum. O zamandan beri bu yolculuğa devam ediyoruz. Birlikte “Sağanak”, “Ateş Yüzlü”, “Annemin Cinayet Listesi”, “Tesir” gibi bir çok oyun sahneledik. Son olarak “Fanatik” oyununu yapmaya karar verdik. Bir komedi oyunu yapalım, yerli bir metnimiz olsun istedik. Yazarımız da Michael Önder. Yerli metin derken o kadar yerlileşebildik yani (gülüşmeler). İsmine kanmayın Michael yerli bir yazar. Onunla beraber metni okuyunca çok sevdik. Sonrasında da kadroyu oluşturduk. Michael, Nurhan’ı önerdi. Biz Neslihan’ı önerdik derken, bir baktık bir araya gelip oyuna başlamışız.

Nurhan Özenen: Bana ilk teklif geldiğinde ben kararsızlık çektim. Çünkü uzun seneler tiyatro yapmamıştım. En son Ankara’da sahneye çıkmıştım, o da 16 yıl önceydi. İstanbul’a geldikten sonra sadece dizi ve film çekmiştim. O yüzden, teklif geldiği zaman bir yandan çok istekli oldum diğer yandan da çok heyecanlandım. Rolün altından kalkabilir miyim diye bir korku oluştu. Elimi kolumu ne yapacağımı unutmuş olabilir miydim? Zaten ilk provada onlara da söyledim: “Arkadaşlar ben 17 senedir sahneye çıkmıyorum. Ne yaparım, ne ederim bilmiyorum. Bin bir beceriksizlikle de karşılaşabilirsiniz.” dedim. Ama öyle olmuyormuş bunu gördüm. En başta ekibi çok sevdim. Michael’ı daha önceden de tanırdım. Bana ilk teklifi getiren oydu zaten. Ama Çağrı, Salih ve Neslihan’la ilk kez bu oyuna başlamadan hemen önce tanıştık. Tüm ekip bana çok yardımcı oldu, benim işimi çok kolaylaştırdı. Daha doğrusu hepimiz birbirimize çok yardımcı olduk. İyi bir üçlü olduk diyebilirim. Yönetmenimiz çok iyiydi. Güzel bir prova süreci geçirdik. Uzun sürdü, ama iyi bir prova süreciydi. Yazarımız Michael da provalarımıza katılıyordu. Hem sahne çalışmaları yapıyorduk hem ezberimizi halletmeye çalışıyorduk hem de tartışabiliyorduk. Yazarın da provaya gelmesi bize o imkânı tanıdı. Oyunu, “Şurayı şöyle diyor ama niye diyor? Burada acaba şunu mu söylüyor?” diye tartışa tartışa çıkardığımız için rolleri üzerimize daha iyi giydik sanıyorum.

Ayçe Özyiğit: Kulis arkasında oyunu Nurhan Özenen’e göre şekillendirdik deniliyor…

Nurhan Özenen: (Gülüşmeler) Evet, o aramızda bir espri oldu artık. Her yerde böyle söylüyoruz. Yaptım, ama o kadar değil. Ezbere geçtiğim dönemde karakteri yer yer biraz alaturkalaştırabilmek adına -Michael’dan izin alarak- bazı lafların yerleriyle oynamak için tekstte çıkarmalar, eklemeler yaptım. Tabii Salih ve Michael bununla çok dalga geçiyor, Nurhan bambaşka bir tekst yazdı geldi diye. Birazcık oynamam var, ama onların abarttığı kadar değil.

Ayçe Özyiğit: Oyunun prömiyerinden kısa bir süre sonra pandemi nedeniyle yasaklar başladı. Tiyatrolar kapandı, açıldı derken, uzun bir aradan sonra özgürce perde açmaya başladılar. Peki, bu durum seyirciye nasıl yansıdı?

Salih Bademci: Ben açıkçası iyi buldum. Seyirci korkak bir şekilde, pandemiden çekinerek salonlara gelmedi. Biliyorsunuz, önce belli bir oran vardı. Daha az seyirciye oynadık. Sonra seyirciler yarı yarıya alındı salonlara. En sonunda salonların açılmasıyla bizde de “Acaba ne olacak” korkusu vardı. Ama korktuğumuz olmadı. Salonlar dolmaya başladı. Bu bana çok umut verdi. Gördük ki insanlar sosyal hayatlarından, alışkanlıklarından vazgeçmemiş. O kadar kolay bir şey değilmiş yani bu. O yüzden seyirci açısından ben kendi adıma çok memnunum.

Neslihan Arslan: “Nasıl olacak?” sorusu hep vardı, ama ilk oyundan itibaren kapalı gişe oynadık.

Salih Bademci: Tiyatro salonu neredeyse pandemiyi unutturur hale geldi.

Ayçe Özyiğit: Nurhan Hanım az önce de değindiğiniz üzere, siz uzun yıllar sahnelerden ayrı kalmıştınız. Tiyatroya geri döndüğünüz zaman tiyatroyu bıraktığınız gibi buldunuz mu peki?

Nurhan Özenen: Ben tiyatroya 1978’lerde Ankara Sanat Tiyatrosu’nda -tiyatronun o çok iyi dönemlerinde- başladım. 2004 senesinde de tiyatroyu bıraktım. O dönemlerde biz politik tiyatro yapıyorduk. Bir sezonda haftanın altı günü üç ayrı oyun oynuyorduk. Bir tek Pazartesi günlerimiz repoydu. Uzun yıllar böyle çalıştım ben. Çarşamba, Cuma, Cumartesi ve Pazar da matine, suare oynanıyordu. Fazlasıyla yoğunduk. O dönemlerde Ankara ve Ankara seyircisi de şimdiki gibi değildi. Öğrenci kesimi meraklıydı. İnsanlar tiyatroya akın akın gelirdi. Zamanla tiyatroda bir düşme başladı. Biz de haftada dört gün oynamaya başladık. Derken üç güne indik. Hafta içi pek seyirci olmamaya başladı. Ben 2004 senesinde bıraktım, ama zaten benim bıraktığım yıllarda Ankara seyircisi de biraz değişmişti. O eski coşkulu seyirci yoktu. Bunun için pek çok neden söyleyebiliriz. Ekonomik nedenler, politik nedenler. Sanata verilen değer biraz daha azaldı, yeni gelen nesil daha bir farklıydı. 80 sonrası çocukları diyorum ben onlara. Şimdi, öyle bir dönemde  geri döndüm ki, sadece 10 oyun oynadık, ne olduğunu anlamadan pandemi patladı. Pandemi kısıtlamaları sonrası tekrar başladığımızda ise seyircide yine aynı coşkuyu gördüm ve bundan da çok memnunum. Çok coşkulu bir seyirci var. Biletler çok iyi satılıyor. Kalabalıklara oynuyoruz. Bu bana iyi geldi. Yeniden başlara dönmüş gibi hissettim. Sanki tiyatroya bir özlem başlamış. Üstelik “Şu yaş grubu seyirci daha çok” diyebileceğim bir durum da yok. Genci de orta yaşlısı da geliyor. 

Ayçe Özyiğit: Salgından çıkıp hayata adapte olmaya çalışan mutsuz bir çoğunluk söz konusuydu. Sonrasında bu mutsuzluğa ekonomik sıkıntılar tuz biber oldu. Bu mutsuzluk  ve karamsarlık sürecinde mizahın rolü nedir sizce? Komedi oynamanın böylesi bir tarihsel süreçte üzerinize daha farklı bir yük daha bindirdiğini düşünüyor musunuz?

Salih Bademci: Seyircideki etkisini biz olumlu anlamda görüyoruz. Dediğiniz gibi, oyunun konusu ve içeriği itibarıyla komedi olmasının büyük bir şansı var. Onu çok yaşıyoruz. Seyircinin üstündeki yükü aldığımızı çok hissediyoruz. Yüklerini bir nebze -90 dakika olsun- hafifletebildiğimizi gördüğümüzde çok memnun oluyoruz.

Nurhan Özenen: Galiba güldürüp rahatlatıyoruz da. Ben Ankara Sanat Tiyatrosu’nda çok fazla komedi oynamadım. Daha ağır, politik oyunlar sahneliyorduk. Dario Fo’nun bir iki oyunu dışında bu tarz bir komedi oyunu hiç oynamadım. Bunda biraz vodvil de var. Vodvili ben de ilk kez oynuyorum. En başta uzun yıllar tiyatro yapmamamın dışında bir de üstümde “Ben bu komediyi yapabilecek miyim?” sorumluluğu vardı. Komedi için de, “Hep doğal olmak lazım” diye düşünürdüm. Eğer tekst iyi bir tekstse ve doğal olunursa çok komik oluyor. Dur ben komiklik yapayım, demeye başladığın noktada olmuyor. Seyirci gülmüyor. Ben oynadığım karakterde annemden, annemin arkadaşlarından gözlemlediğim şeyleri kullanmaya çalıştım. Kendime karşı sorumluluklarımı anlattım. Seyirciye karşı “Onları güldürelim” kaygısından ziyade, iyi bir oyun seyretsinler sorumluluğu ağır bastı. Ne kadar güldüklerinden çok, iyi bir oyun izlemeleriyle daha çok ilgileniyorum galiba. Evet, dönem kötü bir dönem… Gülmek önemli bir ihtiyaç, ama şu anda komedi değil, dram oynuyor olsaydık, seyirci gülmese, ama iyi bir oyun seyretmiş olsaydı, bu da insanları huzurlu ve mutlu kılabilirdi. Sadece komedi olarak bakmıyorum, ama çok güldüklerini görmek beni ayrı keyiflendiriyor.

Neslihan Arslan:  Evet, seyirciler çok keyifli ayrılıyorlar salondan.

Salih Bademci: Biz de çok keyifli ayrılıyoruz salondan. Oynadıktan sonra hakikaten bir mutlulukla çıkıyoruz oyundan. Gerek oyundan gerek partnerlerimden kaynaklı olarak benim için bu oyunu oynamak, oyun öncesinde de sonrasında da beni çok mutlu ediyor. Bir de seyirciden aldığım reaksiyonu katarsak, hakikaten bir oyuncu olarak ben de bu salondan mutlu ayrılıyorum. Bu beni çok mutlu ediyor, ama tabii ki insanların alım gücünün bu kadar düşmesi, hayat pahalılığı beni de düşündürüyor. İnsanlar tiyatro bileti alırken artık seçiyorlar. Seçmek zorunda kalıyorlar ve bize de şu yük binmeye başlıyor: Ben aynı zamanda SBR’nin kurucularından biri de olduğum için insanları buradan “İyi ki geldik”, hissiyatıyla göndermek istiyorum. Çünkü onların buraya ne zorluklarla, sırf ekonomik olarak değil, aynı zamanda yaşamsal olarak da  karşılaştıkları zorluklarla geldiklerinin farkındayım. O kadar kaotik bir dönemden geçiyoruz ki seyirciler kafa olarak da çok dolu geliyorlar. İstanbul’un da durumu malum… Trafik, keşmekeş. Onlara karşı sorumluluğumuz zaten vardı -seyirci sorumluluğu her zaman vardır tiyatroda- ancak bu dönemlerde bizim sorumluluğumuz da arttıkça arttı.

Ayçe Özyiğit : İçinde bulunduğumuz bu durumdan tiyatro ne derece etkileniyor?

Neslihan Arslan: Bu gidişat bütün hayatı çok etkiledi. Şu anda bizler seyirci sıkıntısını çok fazla yaşamıyor gibiyiz, ama ekonomik faktörlerin çok da iyiye gitmediği bir gerçek. Ruhsal gerçeklik yanında fiziksel gerçeklik de var. Bu durum nereye kadar bu şekilde devam eder açıkçası biz de bilmiyoruz.

Salih Bademci : İnsanların ihtiyaçlarını karşılayamadığı yerde kültürel zevklerine ne kadar vakit ve nakit ayırabileceklerini açıkçası biz de bilmiyoruz. Yani bu gidişatla sonumuzun ne olacağını biz de göremiyoruz. Farklı bir yerdeyiz diyebilirim. Ama şu da var; insanlar artık sosyal medyaya gömülüp kalmayı da istemiyor. Bir zamanlar sosyal medyanın etkisiyle insanlar telefona gömülüp yalnızlaşıyordu. Artık o da yetmiyor bence. İnsanlarda pandemi sonrası yeniden sosyal hayata dönüş çabası başladı. Çok sıkıldılar. Mümkün olduğu kadar, ellerinden geldiği kadar çabalıyorlar, ama bu çabaları içinde bulunduğumuz bu sosyo-ekonomik durum karşısında nereye kadar devam edecek hiç bilmiyoruz. Gerçekten belirsizliği hissediyoruz. Henüz yaşamıyoruz, ama hissediyoruz.

Ayçe Özyiğit: Oyunda her karakter bir diğer karakterin arkasından iş çeviriyor ama söz konusu ortak çıkarları olduğunda gözü kara savundukları o değerlerinden taviz vermekte hiç tereddüt etmiyorlar.

Salih Bademci: Türk aile yapısına çok uygun olduğunu düşünüyorum bu anlamda. Oyun o çok övündüğümüz Türk aile yapısının aslında güzel bir yergisi. Oyunun adı futbolu çağrıştırıyor gibi ama hayır, aslında insanların içinde barındırdığı fanatizmi eleştiren bir oyun. Fanatizmin aslında ne kadar temelsiz ve köksüz olduğunu gösteren bir oyun. İnsanların aslında ne kadar kolay vazgeçebileceği, saplandığımızı ya da bağlandığımızı sandığımız değerlerin aslında ne kadar köksüz ve niteliksiz olduğunu bize gösteren bir oyun. Bu anlamda tam olarak şu anda içinde yaşadığımız toplumun ve Türk aile yapısının iyi bir yergisi diyebiliriz.

Nurhan Özenen: Evet, daha bizdenler ama hepsinin de kendince bir fanatizmi var. Fanatizm bana da hep itici ve korkutucu gelir. Fanatik deyince bazı seyirci sadece futbol olarak algılıyor ama oyuna geldikten sonra algılıyor ki, sadece futbol değil. 

Neslihan Arslan:  Ben oyundaki repliğime katılıyorum açıkçası. Ne yapıyorsak biz yapıyoruz aslında.

Salih Bademci: Ben iş çevirmiyorum kimsenin arkasından demen gerekiyor. (Gülüşmeler) Ne yapıyorsak biz yapıyoruz, evet. Başka kimsenin bir şey yaptığı yok. Kendi hayatımıza da çocuğumuzun hayatına da ne yapıyorsak biz yapıyoruz. Bu da “her koyun kendi bacağından asılır” cümlesinin net bir örneği.

Ayçe Özyiğit: Fanatizm denilince biz genelde futbol ya da din olgusunu akla getiriyoruz. Körü körüne bağlanmayı ya da başkalarının hayatını istediğimiz gibi şekillendirmeyi fanatizm olarak görmüyoruz. “Bizim aşırılığımızın bir başkasının hayatına zarar verecek boyutlara gelmesi fanatizmdir” diyebilir miyiz?

Neslihan Arlan: Bence yüzde yüz diyebiliriz. İçinde, ama gizli ama gayet illegal biçimde yaptırım gösteren herhangi bir duyguyu zaten sınırlandıramayız ki bir şeyle. Onlar da uyguladığınızla alakalı. Evet, dediğiniz gibi fanatizm deyince akla ilk olarak futbol geliyor. Evet, bizim oyunun açılışı da biraz öyle görünüyor ama, konusuna derinlemesine indiğiniz zaman fanatizmin aslında sadece futbolla sınırlı olmadığını görüyorsunuz. Ben seyirciye de bunu anlatabildiğimizi düşünüyorum, umuyorum. Seyirci buraya bir fikirle geliyor muhtemelen ama aslında durumun o fikirle sınırlı olmadığını anlayarak çıkıyor diye umuyorum. Biz oyunu da öyle kurmaya, öyle prova etmeye çalıştık.

Salih Bademci: Fütursuz biçimde, aşırı ve temelsiz savunulmuş her düşünce fanatizmdir. Takım tutmak dediğimiz apre de oradan gelir. Bir takım tuttuğunuzda takımı her şeyiyle, iyisiyle kötüsüyle savunursanız, bu fanatizm olur. Benzer biçimde, herhangibir düşünceyi de irdelemeden, değerlendirmeden savunuyorsanız bu da bir fanatizmdir. Toplumun her alanında fanatizm vardır. Din olsun, siyasal düşünce olsun, futbol olsun… Bir şeyleri temelsiz savunduğunuz her yerde fanatiklik yapmış olursunuz.

Neslihan Arslan: Hangi konu olursa olsun, özeleştiriyi ortadan kaldırdığınız zaman fanatizm oluyor zaten.

Salih Bademci: Ve bilgisizlik de bunun temelidir değil mi?

Neslihan Arslan: Ya da o alanı bilgiye kapatmak. O düşünceye öyle bir arzu duyuyorsun ki, ona dair kafanda bir şeyler uyduruyorsun, gerçeği görmeyi reddediyorsun. Bunu o şekilde savunuyorsun.

Nurhan Özenen: Bir başka örneğini de toplumun yaptığı dayatmalar olarak görebiliriz mesela. Mesela, toplum erkeğe “Para kazanacaksın, ailenden sen sorumlusun” diye dayatma yapıyor. Bu da bir fanatizm… Olabilir, hepimizin işi kötüye gidebilir, zaman zaman az para kazanabilirsin. Daha kıt kanaat geçinirsin o zaman. Kadın olarak ben hayatım boyunca böyle baktım. Bu sene kötü mü geçti, o zaman daha az yersin, daha az içersin, daha az alışveriş yaparsın ama sonra bir şeyler yoluna girer, tekrar kazanırsın. Erkeklerde böyle olmuyor işte. Ekonomisi kötü gittiğinde, işi kötü gittiğinde hayatı bitiyor adeta. Tamamen toplumun erkeğe yüklediği bir dayatma bu. Kadını da daha zayıf kabul ediyor. Ona da sana bakarlar nasıl olsa diye dayatma yapıyor. Buna da karşıyım. Ne münasebet niye bana baksınlar? Ben kendime bakarım yani sağlığım yerindeyse. 

Ayçe Özyiğit: Fanatik deyince, istediğini zorla dayatmaya çalışan, bunu yeri geldiğinde şiddet uygulayarak da yapabilecek korkunç bir canavar hayal ediyorum. Oyuna ve karakterlere baktığımda ise, biraz daha yumuşatılmış, ılımlı bir fanatizm gördüm. Bu göz yanılsaması mı? Fanatizmin masumu olur mu?

Salih Bademci: Masumu olmaz ama, hafifi olur tabii ki. Mesela Eda’nın savunduğu düşünceyi hafif görebiliriz.

Neslihan Arslan: O oyunun konusundan, komedi olmasından ötürü öyle gibi duruyor. Bence Eda’nın savunduğu çok şiddetli bir düşünce… Küçücük bir çocuğa nasıl davranması gerektiğini dikte ediyor. Düşünsene çocuğu bir şeye itiyorsun. Et yedirmemek, hayvansal proteinden uzak tutmaya çalışmak. Evet, belki bağırmıyorsun, dövmüyorsun, kızmıyorsun ama hayatına müdahale ediyorsun.

Salih Bademci: Yaptırım uygulamıyorsun ama dikte ettiriyorsun. Evet, bu sert bir şey oluyor. Yumuşağı olmayabilir.

Neslihan Arslan: Görüntüde böyle daha şık bile görünüyor olabilir ama içgüdüsel olarak doğru değil. Karşındakine kendi kararını dikte ediyorsun. Hâlbuki onun hayatı ve onun düşüncesi sadece. Çok hafifi olduğunu düşünmüyorum ben o yüzden. Yani daha şık sunuluyor olabilir ama kesinlikle hafif değil.

Salih Bademci: Ne kadar boyansa da şiddet içeriyor.

Nurhan Özenen: Zaten buna çocuk üzerinden eleştirel bir bakış getiriyor oyun. Dede çocuğu kendisi gibi yapmak istiyor, baba kendisi gibi yapmak istiyor. Anne kendisi için özel okula gitmesini istiyor. Baktığında çocuğu hiç kimse özgür kılmıyor. Buna da eleştirel bakışı var zaten.

Ayçe Özyiğit: Neden aileler çocukları için her şeyin en iyisini kendilerinin bildiğini düşünüyor sizce? 

Salih Bademci: Öyle hissediyorlar sanki. Ben yeni çocuk sahibi olmuş bir insan olarak cevaplayayım soruyu. Çocuğa karşı her şeyin en iyisini yapmakla yükümlüymüşsün gibi hissediyorsun. Ben kendi adıma öyle hissetmemeye çalışıyorum. Mükemmel olmak zorunda değilim. Olduğum kadarı yetecek bence. Olduğum insanın asgari müştereklerinden memnunsam, -tabii ki hepimizin içinde bir kötü vardır- ama ortalamaya vurduğumuzda iyi bir insan olduğumu söyleyebiliyorsam, onun da hayata bu kadarını geçirebiliyorsam, tamamdır bana göre. En iyisini yapmaya çalışmak hastalık olur. Ailelerin böyle bir saplantısı var maalesef ve kendilerini de yıpratan bir şey bu. İleride çocuklarda çok kötü yansımalarını göreceğiz bunun. 

Nurhan Özenen: Diyorlar ya; anne baba olmak isteyenlere diploma verilmeli. O diploma da olsa işe yaramayabilir. Yaşam içinde şartlar söz konusu olunca bir sürü şey değişebiliyor, yaşamda bir sürü falsolar olabiliyor. Yanlış yapılabiliyor, doğru yapılabiliyor. Çok karışık bir şey aslında… Öte yandan, kendi hayatıma baktığım zaman ben hiç yönlendirilmedim diyebilirim. Annem tiyatro yapmama çok karşı çıktı. Babam avukattı, hukukçuydu. Ablama da bana da hep şunu derdi: “Biriniz avukat olun, bunca kitap ne olacak evde?”  Benim tiyatro yapmamı hiç istemedi. Başlarda kurslara falan hep gizli gizli gittim. Epey tepki gösterdiler. Ben kendi yönümü çizdim. Babam da, “Madem bu işi yapacaksın konservatuar oku” dedi. Babam bunu söylediğinde ben zaten Ankara Sanat Tiyatrosu kursunu tamamlayıp sahneye çıkmıştım. Bizim zamanımızda kurslar, konservatuar eğitimi kadar sıkı ve iyi hocalarla veriliyordu. Tekrar sil baştan yapıp, o profesyonelliği arkama alıp yeniden öğrenci olmak istemedim. Öyle devam ettim. Orada da yönlendirilmedim. Ben istedim, ben yaptım. O bile benim şansım. Özgür bir insan olarak çok isteyerek ve çok severek yaptım. Şimdi geri dönüp baktığımda ben zaten başka bir meslek yapamazmışım. Benim yapabileceğim tek meslek buymuş. Ama benim 34 yaşında bir kızım var. İlkokulu bitirdikten sonra birkaç müzik hocasının “Kulağı çok iyi demesi” ve kendisinin de enstrüman çalma isteği üzerine ona sınavlar öncesi kulak eğitimi verdirerek konservatuarlara yönlendirdim ve 10 yıl Bilkent okullarında okudu. Üniversiteyi bittikten sonra yurtdışında yüksek lisans yaptı. Geldi burada doktora yaptı. Ben çok böbürleniyordum müthiş bir kariyer yapıyor viyola müzik alanında diye. Doktorasını bitirdiği gün; “Ben yıldım müziği bırakacağım” dedi. Yönlendirdim ama böyle oldu. Dolayısıyla, belirli bir süreden sonra insan kendi istediği yöne tekrar gidiyor. 

Ayçe Özyiğit: Nurhan Hanım gerçekte kız annesisiniz, oyunda ise tipik kaynanayı canlandırıyorsunuz. Ne eksik ne fazla… Buram buram kaynanasınız diyebilir miyiz?

Nurhan Özenen: Henüz kaynana olmadım ama umarım öyle de olmam olunca. (Gülüşmeler). Gerçi ben kız annesiyim. Erkek anneleri farklı oluyor derler. Özellikle bu konuya da değinmek istiyorum. Kendi özel hayatımda da, çevremde de gözlemliyorum bunu. Erkek çocuğu başka bir şey oluyor galiba. Kadınlar oğullarıyla aşk yaşıyorlar adeta. Ben de çok anlamıyorum onu, erkek annesi olmadığım için belki. Belki bu söylediğim çok iddialı bir şey olacak ama şöyle düşünüyorum: Kadınlar, özellikle evliliklerinde çok tatmin ve mutlu değillerse, oğullarını kocaları gibi görüyorlar galiba. Aşırı sahiplenme, büyük bir aşk yaşıyorlar. Bunu gözlüyorum. Onun için ortaya bu kayınvalide-gelin çelişkileri çıkıyor diye düşünüyorum. Yine söylüyorum oğlum olmadığı için bilmiyorum ama bu oyunda da Bilge oğluna aşık kadınlardan birisi.

Ayçe Özyiğit: Karakterlerin de kendi içinde bir tutarlılığı yok sanki. Bilge, dindar bir karakter ama bir yandan kumar oynuyor, bir yandan reenkarnasyona inanıyor. Eda, Allah’a inanmıyor ama günün sonunda tahtaya vuruyor.

Nurhan Özenen: Aslında izleyici ya da bu oyunu okuyan bir kişi olarak düşünüldüğünde, canlandırdığım karakteri oyunun en tutarlı karakteri olarak görüyorum. Kendi içinde tutarsızlıkları var ama, diğer iki gençte daha fazla sapmalar olabiliyor. “Ben kumarımı oynarım ama Allah’a da inanırım. Ben cennet cehennem bilirim ötesini bilmem laf edemezsiniz” diyen bir kadın. Bana göre tutarlı değil ama, kendi içinde tutarlı bir karakter Bilge. 

Neslihan Arslan: Çok doğru bir şey mi söyleyeceğim bilmiyorum ama benim hissettiğim bu. Dünyada da bu böyle diye düşünüyorum: Bir şey söylüyoruz ama onu yaşıyor muyuz gerçekten? Ben o konuda kendimize de dürüst olmadığımızı düşünüyorum. Evet, Eda refleksle tahtaya vuruyor ama söylemlerine baktığınız zaman Tanrı olgusunu sonsuza kadar reddediyor. İzleyen kişi, Eda karakteri üzerinden dışarıya daha şık görünüyor veya bunun daha doğru olduğunu düşündüğü için böyle bir hayata geçiş yaptığını veya artık buna inandığını söyleyebilir. Evet, ama günün sonunda o tahtaya vuruluyor. Sadece bir alışkanlık veya bir fire gözüyle bakmak Neslihan olarak bana çok doğru gelmiyor. Aslında hepimiz kendimizi sürekli bir şeye ikna etmeye çalışıyoruz. Bunda bazen başarılı oluyoruz, bazen de ama öngöremediğimiz ama reddettiğimiz ya da görmezden geldiğimiz şeylerden dolayı çuvallıyoruz. Yani biz hepimiz aslında nasıl yaşamamız gerektiğini, nasıl ilişki kurmamız ya da kurmamamız gerektiğini çok iyi biliyoruz, ama yolda ayağımız bir şeylere takılınca öylece kalıveriyoruz. Ben kendi hayatımda da öyle yapmaya çalışıyorum. Biri bir tutarsızlık yaptığı zaman önce ona kendi özelinde nasıl karşılık verdiğine bakıyorum. Bu oyundaki karakterlerde de bence aynı şey var. Hepimiz bir noktada çözülüyoruz. Örneğin Eda; “Ne yapıyorsak biz yapıyoruz” diyor. Bence bu iyi bir yüzleşme sayılır. Ve hiç yapmayacağı bir şey yapıyor sonunda. “Ne yapıyorsan karar senin” diyor. Tabii çok dramatik işlemiyoruz orayı ama o olay bana bir yüzleşme gibi geliyor. Provalarda da öyle olduğunu düşündüm. Oynarken de öyle düşünüyorum.

Salih Bademci: Ben, bilgisiz fikirsizliğin şuursuz tercihleri diyebilirim. Oyunu da öyle değerlendirebilirim. Bilgisiz fikirsizliğin yol açtığı tercihlerin şuursuz bir komedisi. Oyun tam olarak bu. Tam olarak biziz, bizim toplumumuz. Hiçbir şeyi tam öğrenmeden, hiçbir şey hakkında bilgi sahibi olmadan fikir üretip kendimizi trajikomik durumlar içinde buluyoruz. Tam olarak hayatımızda yaşadığımız da bu bizim. Biz bunu oyun olarak koyduğumuzda seyirciyi biraz yabancılaştırıyoruz, ama sahneye koyduğumuz oyun aslında seyircinin ya da oyuncular olarak bizim tam olarak yaşadığımız hayatı gösteriyor.

Ayçe Özyiğit: Salih Bey, 2016 senesinden bu yana Siyah-Beyaz ve Renkli Tiyatro’nun kurucularındansınız. Tiyatronuzun derdi nedir diye sorsam?

Salih Bademci: Ben hiç motto taraftarı olan birisi değilim. Bana hayatla ilgili mottomu sordukları zaman cevabım hep şu olur: “Bir gün bitecek”. (Gülüşmeler) Hayatı fazla anlamlandırmak hoşuma gitmiyor. Hayata karamsar bir yerden bakmıyorum, çünkü insan çok değişken… Yaptığı iş de çok değişken. Ben, SBR’nin oyununa gelen bir insanın gerçekten derdi olan bir oyun izleyeceğinden emin olarak gelmesini seviyorum. Burada bir oyun var ve bu oyunun bize anlatmak istediği bir dert var. Seyircinin bu bilgiye sahip olarak gelmesi benim için yeterlidir. Benim tiyatromun bir tek şeyi bu olsun. Ben dertsiz metin sevmiyorum. Mottomuz bu olabilir. Dertsiz metin bizim tiyatroda işlenmiyor.

Ayçe Özyiğit: Hazırda bekleyen projeleri var mı SBR’nin?

Salih Bademci: Proje aşamasında çok fazla şey var ama henüz hiçbir şey yok, öyle söyleyeyim. Bir de daha yeni pandemiden çıktık, Fanatik’i daha yeni yoluna koyduk. Bu devam edecek. SBR’nin yeni projeleri olacak, onun üzerine konuşuyoruz ama netleşmiş bir şey yok.

Ayçe Özyiğit: Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederiz.

AYÇE ÖZYİĞİT
0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku