Orhan Alkaya ile söyleşi: “Bir Sığınma Alanı Olarak Tiyatro” (II.Bölüm)

editor
3,6K Okunma

5. Baro Tiyatroları Festivali kapsamında, İzzet Boğa moderatörlüğünde Orhan Alkaya ile “Bir sığınma alanı olarak tiyatro” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirildi. Alkaya’nın tiyatro kuramı, tiyatro tarihi, tiyatral eyleyişin dünü, bugünü, yarını ve tiyatronun evrensel ve ulusal sorunlarına dair çarpıcı tespitlerini ve aydınlatıcı bilgilerini aktardığı bu önemli söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz. İlk bölümünü geçen hafta yayınladığımız söyleşinin ikinci bölümünü yayınlıyoruz… 

İzzet Boğa: Belediyeler baskıyı çok fazla hisseden kurumlar. Orada galiba bu baskı direkt olabiliyor. Sanat yönetmenlerinin seçtiği repertuvar, yaptığınız işler onların daha tepkisini çekiyor ve oraya hemen müdahale edebiliyorlar. Zannediyorum kendi içlerinde kapalı olan kurumlarda bu hareket tarzı biraz dar oluyor ama örneğin Levent Üzümcü’nün başına gelen gibi. Bunun için ne diyeceksiniz, yani belediyelerin sanat kurumları ve bu baskıyı direkt hissetmesi konusunda?

Orhan Alkaya: İstanbul Şehir Tiyatroları yüz beş yıllık bir kurum… Kaç tane belediye geçti, biz duruyoruz. Sen işine bak arkadaş. Sen bana, ne repertuvar va’z edebilirsin, ne şunu oyna, şunu oynama diyebilirsin. Ben seninle bunları konuşmam bile. Repertuvarımı yaparım ve oynarım. Sen beni genel sanat yönetmeni olarak seçtin mi? Bitti! Ha, bitiyor mu? O zaman başka bir mekanizma başlıyor. Benim genel sanat yönetmenliğim döneminde de böyle oldu. İşe  personel sokma,  adam kayırma çabası vardır. Bu, inanamayacağız seviyededir. Devlet Tiyatroları’nda da benzer bir durum vardır. Ama bunlara rağmen, bir gücümüz de vardı. Mesleğin adabına uymayacak taleplere karşı direniyorduk. Şu anda bu görece özerklik hali büyük ölçüde kırıldı. Başka bir mesele de muhbir vatandaş meselesidir. Beyaz Masa’ya bir şikâyet yazar. Sonra mesela –kod adı- Akit Gazetesi bunu manşete çıkartır. “Ahlaksızlar bir şey yapıyorlar” der. Ondan sonra o yıpratma çarkı dönmeye başlar. Direnebilirseniz direnirsiniz, direnemezseniz teslim olursunuz bu duruma. Biz hep direnen taraf olduk. Ama bir süredir, dediğim gibi  İstanbul Şehir Tiyatroları’nda gelenekten gelen motivasyonda da önemli hasarlar oluştu. Şimdi umuyorum yeni dönemde bir tamirat gerçekleşir. 

 Tiyatroları tümden ele geçirme, elde etme çabası ümitsiz bir çabadır her iktidar için, her erk için. Mesela, 1928 yılında üstelik büyük Maksim Gorki’yi yalvar yakar İtalya’dan Sovyetler Birliği’ne getirdiler, Proleter Yazarlar Birliği’nin başkanı yaptılar ve ondan sonraki Sovyetler Birliği’nin, bunu bir sosyalist olarak söylüyorum, kültür politikası büyük Rus roman geleneğini çökertti. Yıllık konsept ile oyun yazma dönemi başladı mesela Sovyetler Birliği’nde. Bilenler vardır, bizde de bir ara Halkevi Oyun Yazma Yarışmaları vardı. Onlarda da konsept işlerdi, amaca dönük. Olmuyor işte, o zaman olmuyor. Müdahale etmeye başladığınız anda, o özgürlükler alanının içine girip ona çeki düzen vermeye çalıştığınız anda bu kurumları çökertirsiniz ama elde edemezsiniz. 

İzzet Boğa: Şu doğrultuda oyunlar yazılsın dendiğinde, o yazılan oyunlar da sanat olmuyor. Ve bir süre sonra değerini yitiriyor, yok oluyor. Yani sanatı serbest bırakmak gerekiyor. Ancak o zaman değerli metinler ortaya çıkıyor. 

Orhan Alkaya: Claus Peymann çok önemli bir rejisördür. Benim en sevdiğim rejisörlerdendir. Berliner Ensemble’ın başındayken bir mülakatta bir soru gelir kendisine: “Federal yönetimden, hükümetten ne gibi bir beklentiniz var?“ Peymann şöyle yanıtlar: “Parasını verecek ve hiçbir şeye karışmayacak.” Bu o kadar önemli bir mesele ki… Erk sahibi parayı kendi parası zannediyor ve cebinden verdiği zehabına kapılıyor o parayı. Hayır! Sen kanalizasyona para yatırıyor musun? Altyapıya, yola para yatırıyor musun? Sanata da yatıracaksın. Çünkü ben insanların hayatta kalmasını sağlıyorum. Sadece ekmekle suyla değildir çünkü hayatta kalmak. Aynı zamanda insanın içinde yaşadığı yeryüzünü hissedebilmesi, algılayabilmesi, o serüvenin algısına vakıf olabilmesidir hayat. Bu ihtiyaçların karşılanması için de kamu bütçesinden gereken pay ayrılmak zorundadır. Çünkü profesyonelce yapanlar çok iyi bilir, bir tiyatroyu ayakta tutabilmek zordur. Yine Hamlet’ten örnek vereyim. Hamlet ana castı, figürasyonu saymazsak, otuz dört karakterdir. Kamu dışındaki hiçbir tiyatro, gişe açan ve gişeyle var olan hiçbir tiyatro Hamlet yapamaz. Tek kişilik Hamlet yapabilir. Hamlet Polonius’u da oynar, Cladius’u da oynar, annesini de oynar, Ophelia’yı da oynar. Yapılır mı yapılır; ama hayır ben dört başı mamur bir Hamlet yapacağım derseniz, kolayına yapamazsınız! Ancak kamu sübvansiyonu ile mümkün olabilir bu büyüklükte bir iş. Bugün dünyanın en büyük operaları, Milano Scala, Viyana Operası, arkalarında muazzam kamu sübvansiyonu olmasa, kapılarına kilit vururlar. Mümkün değildir bir operanın, bir büyük operanın hele, çok ciddi çok büyük destekler almadan var olabilmesi. Ama bir Viyanalı için Viyana Operası, Viyanalı olmaktan bile daha önemlidir. Shakespeare’in ilk tiyatrosunun yıkılıp yeniden yapılmasına karar verdi belediye meclisi. Bütün kasaba tiyatronun içine girdi ve çıkmadı. 

Dolayısıyla toplumların sanatla ilişkilenişi de çok önemli. Bizde, İstanbul Atatürk Kültür Merkezi de büyük bir sığınma alanıydı. Çok bahtsızdır orası. 1946’da temeli atıldı, 1949’da durdu, 1956’da bakanlığa geçti, 1969da açıldı, 1970’te yandı, 1978’de bir daha açıldı, 2008’de yok edildi. Ve şu anda da yok. Neydi AKM? Her Cuma akşamı her Cumartesi sabahı tıklım tıklımdı o bina. Senfoni konserlerine, operaya, baleye bir ay önceden bilet alırsanız ancak yer bulabilirdiniz. Upuzun kuyruklar olurdu. Ne oldu, biz malum kişiler, direndik itiraz ettik; anlattık, anlattık, anlattık, onun detaylarına girmeyeyim, biz malum kişiler arasında da çok enayiler vardı, farkında olmadan büyük kötülükleri dokundu onların da, oralara şimdi girmeyeyim. Şimdi o toplum meselesi netameli bir mesele. AKM’nin on binlerce izleyicisi AKM’nin önünden ayrılmasalardı, konserimi istiyorum, senfonimi istiyorum, tiyatromu istiyorum, balemi istiyorum, operamı istiyorum deseydi, kaderi farklı olur muydu? Yüzde yüz farklı olurdu. Yüzde bin beş yüz farklı olurdu. 

İzzet Boğa: Bu sığınma alanları birer birer yok oluyor. AKM büyük bir sığınma alanıydı. Bugün Şehir Tiyatroları’nın büyük salonları, büyük sahneleri, Devlet Tiyatroları’nın büyük salonları, belki o alanlar hala sığınma alanı. Bu arada da alternatif sahneler ortaya çıkmaya başladı, yani insanlar kendilerine küçük sığınma alanları yarattılar. Bu, uygulayıcılar, tiyatrocular için olduğu kadar seyirci için de böyleydi. Yani o sığınma alanlarına onlar da sahip çıktılar. Bir de bu çerçeveden, küçük sığınma alanlarına, kendimize yarattığımız küçük sığınma alanlarına bakarsak nasıl değerlendirirsiniz?

Orhan Alkaya: Önceleri Beyoğlu bölgesinde böyle mekânlar açıldı. Odalarda, küçücük mekânlarda tiyatro yapan gruplar ortaya çıktı. Çoğu eğitimli, konservatuvardan arkadaşlar tiyatro yapma aşkıyla tutuşuyorlar. Girecekleri profesyonel nitelikli özel tiyatro sayısı da çok çok sınırlı. Ve çok iyileri çıkmaya başladı aralarından. Tabiatı gereği bu büyük hareket genel anlamda tiyatroyu çok etkiledi., Şu anda Beyoğlu’nda biraz azaldı, Kadıköy’de yüz elliden fazla grup var. Toplam olarak da İstanbul’da üç yüz civarında. Niteliğini tartışmaksızın ama bir tiyatro eğitimi alarak sahneye çıkmış oyuncunun, yönetmenin, yazarın oluşturduğu gruplar. Ne oldu? Gerçeken çok iyileri çıktı, DOT mesela, Murat Daltaban’ı Bursa’da ağırlayacaksınız, harika bir tiyatro yaptılar, yapmaya devam ettiler. Kumbaracı50 mesela, Altıdan Sonra Tiyatro. İşte D22, Dasdas, Moda Sahnesi gibi bir çok iyi gruplar çıktı ortaya. Tiyatro Hemhal’in Dirmit’i muazzam bir oyuncuyu tanıttı. Tabii ki yüzdeleri ne kadar, diyelim ki Türkiye toplamının içinde %10 civarında. Ama çok önemli bir şey oldu, ana akımın önüne geçtiler. Bu bir yandan çok hoş. Belli başlı tiyatro ödüllerinine bakın, Şehir Tiyatroları nal toplamış, Devlet Tiyatroları bir tane nal yakalamış, bütün o büyük ödülleri alanlar bu alternatif gruplardan çıkan oyuncular. Öte yandan, şöyle bir probleme yol açtı, bunu profesyonel bir noktadan söylüyorum, böyle alanlarda oynamak ile büyük uzamlarda oynamak arasında çok büyük fark var. Her mekânın oyunculuk tekniği birbirinden farklı. Geçenlerde bu mekanlardan birinde oyun seyrettin. Mikrofonla oynuyorlardı. Ben açık havada bile, mikrofonla oynamadım, Rumeli Hisarı’nda mikrofonla oynamadım. Dolayısıyla, oyunculuklarının bir yönü gelişmedi, bu küçük alanlarda oynamak nedeniyle. Elbette ben onların başarısından büyük gurur duyuyorum. Bugünün yeni ve farklı sığınma alanları olarak nitelendirilebilir bu alternatif yapılar tiyatro adına. 

İzzet Boğa: Dinleyicilerimizden sorusu olan var mı? paylaşmak istedikleri şeyler vardır belki. Var mıdır? Buyrun Yavuz Bey…

Yavuz Pak: Az önce İzzet Bey’i sorduğu soruyu tamamlayan bir yerden bir soru sormak istiyorum. Özellikle İstanbul’da ama Ankara’da ve İzmir’de de son birkaç yıldır fazlasıyla bir tiyatro arzı söz konusu. Aynı zamanda seyirci artışı var. Sadece özel tiyatrolar için 1.800.000’lik bir rakamdan söz ediliyor İstanbul’da. 

Orhan Alkaya: Toplam seyirci mi?

Yavuz Pak: Evet, Oyuncular Sendikası’nın verdiği rakam bu, ödenekli tiyatrolar hariç. Bu artışı ideolojik, kültürel bir toplumsal yarılmanın izdüşümü olarak görmek mümkün müdür? Ya da sığınma anlamında insanların tiyatroya sığınmaları olarak yorumlanabilir mi? İkinci sorum da, aynı bağlamda, tiyatronun diğer ayağı oyunculuyla ilgili. Sizin 1402’lik olduğunuzu biliyoruz. Mütemadiyen Türkiye’de ödenekli tiyatrolarda tarihileri boyunca bu tür saldırılar hep oldu. En son darbe girişimi sonrası Şehir Tiyatroları’ndan on bir oyuncu atıldı. Daha geçtiğimiz günlerde Bakırköy Belediye Tiyatrolar’ından dört oyuncu arkadaş atıldılar. Daha çok politik ama zaman zaman ekonomik gerekçelerle… Buradan da tiyatrocular için tiyatro ne kadar sığınaktır Türkiye’de diye sormak istiyorum.

Orhan Alkaya: Benim İstanbul Şehir Tiyatroları’na dair duygularım çok değişken oldu: Bir büyük aşk, aşk kırıklığı, bir büyük soğuma, uzaklaşma, görmek bile istememe, sonra günde 16 saat çalışacak kadar kendimi oraya ait kılma, böyle gitti. Çok gençtim, liseyi bitirdim, İstanbul Hukuk Fakültesi’ne ve İstanbul Şehir Tiyatroları’na aynı anda girdim. Arkasından 20 yaşımda kadroya aldılar. Bir de kadrolu oldum ki bu çok önemli bir şey, nadir olan bir şey o yaşta. Arkasından 1980’de attılar, sıkıyönetim kararıyla. Sonra döndüm, oyunculuğu bıraktım reji yapmaya başladım. Erol Keskin Genel Sanat Yönetmeni oldu. Resmen hepimiz tiyatroda yaşadık o dönemde. Arkasından yine bir uzaklaşma, bir kopuş. Genel Sanat Yönetmeni oldum, tam jübile yapacağım derken. O ara işte, günde ortalama 16 saat çalışıyordum. Şimdi Şehir Tiyatroları’ndan uzaklaştım ama aklımın bir tarafı orada. Ne kadar sığınak oldu bana Şehir Tiyatroları, ben de bilemiyorum. İçinden çıkmak istemediğim yerle, önünden geçmek istemediğim yerin aynı yer olması çok tuhaf. Bunu ancak Türkiye’nin şizoid toplumsal ve siyasal süreçleri içerisinde cevap verilebilir. 

Yavuz Pak: Ama sığınak olarak düşündüğünüz ya da öyle yaşadığınız dönemler olmuş, değil mi?

Orhan Alkaya: Çok oldu tabii. Girdiğim dönem Şehir Tiyatroları’nın otonomi dönemiydi. Beş sahneye ayrılmıştı tiyatro. Çok fazla zaman tiyatroda uyuduk, sabahlara kadar çok prova yaptık. Hiç unutmam, Sacco ile Vanzetti oynuyoruz, prömiyer gecesi, Savaş Dinçel yönetmişti; oyunun başında bir sahnem var, bitirdim koşa koşa aşağı indim, Kadıköy Halk Eğitim’de oyunuyoruz o zaman, üçüncü perdenin dekoru bitmemişti. Dekoru hep birlikte  tamamladık. Buradan baktığın zaman evet muazzam, ama çok kötü şeyler de yaşandı, onlar da çok acıklı. Mesela 12 Eylül Türkiye’de her anlamda çok büyük bir kırılmadır. Neyi yok etti? Bir iddiaya göre 38, bir iddiaya göre 41, bir iddiaya göre 43 kişi atıldı tiyatrodan 1402 ile. Atılanlar ve tiyatroda kalanlar arasında çok tuhaf şeyler yaşandı, acıklı şeyler yaşandı gerçekten. 

İzzet Boğa: Siz düşerken sizi tutmadılar yani.

Orhan Alkaya: Biz tutturmayız kendimizi zaten, bizim gelenekte o yoktur…

Yavuz Pak: Benzer bir biçimde, mesela Mayıs ayında Bakırköy’de en son atılmalar yaşandı. Ve bu insanların kendi tiyatrolarından, genel olarak tiyatro camiasında da ses bile çıkmıyor. Bunun haberini yapmak bile sorun haline geldi türlü gerekçelerle. 

Orhan Alkaya: Sendika işin içine girdi. Bugün konuştum Turgay Kantürk ile, BBT’nin genel sanat yönetmeni arkadaşımla. Belediye başkanı ile sonunda görüşebilmiş, ancak “en ufak bir umut yok” diyor. Evet, maalesef böyle vakalar var. Bunu yapan AKP’lisi de var CHP’lisi de var. Bakırköy Belediye Tiyatroları’ndan oyuncu atılmasına belediye başkanı karar veremez. Belediyenin yönetim birimleri de yapamaz. Çünkü Sayıştay’dan geçmiş yönetmeliği var. Yönetim Kurulu yapabilir bunu sadece. Yönetim Kurulu’nun haberi olmadan, Genel Sanat Yönetmeni’nin haberi olmadan oyuncuları attılar oradan. Ve bu ilk değil. Aslında o liste çok daha kabarıkmış. Bu dört arkadaşımızın, aktif oyunu olmadığı için kararları kesinleşmiş. Şehir Tiyatroları’nda da hiç gelenekte olmayan sıkıyönetim haricinde, oyuncuların işten atılması gibi bir durum yaşanıyor son yıllarda. Levent Üzümcü  ve Ragıp Yavuz örnekleri ortada. Bir oyuncu ve bir yönetmen arkadaşımız, belediyenin yüksek disiplin kurulu kararınca, sosyal medya hesaplarındaki paylaşımları ya da yaptıkları konuşmalar nedeniyle atıldılar. Akıl ötesi bir şey bu! 

Yavuz Pak: Orhan Bey, bir de tiyatronun seyircilere sığınak olması anlamında son yıllardaki artışı, seyircilerin tiyatroyu bir sığınak olarak algılaması konusundaki yorumunuzu birkaç cümle ile paylaşır mısınız? 

Orhan Alkaya: Toplumsal depresyonun yükseldiği dönemlerde tiyatroya ilgi bilhassa artar. Çünkü tiyatro aynı zamanda proaktif ilişki kurulabilen bir yer, yani sahne ile salon arasında proaktif ilişkinin olduğu bir yer. Bu 1999 depreminden sonra da yaşandı. Birilerine tutunmak ister insanlar. O içine girdikleri ruh halinin dışına çıkmak isterler, o çaresizlik duygusundan kurtulmak isterler,  birileriyle paylaşmak isterler. Gerçekten çok ciddi seyirci artışı var toplamda. Şehir Tiyatroları’nın niteliksel olarak oldukça zayıf bir dönemi olmasına rağmen tıklım tıklım Şehir Tiyatroları salonları da. Devlet Tiyatroları da keza öyle. İnsanlar bu içinden çıkamadıkları tuhaf ruh haline, çaresizlik duygusuna karşı bir çıkış yolu arıyorlar. O hapsoldukları ruh halinden çıkmaya çalışıyorlar. Böyle bir işlevi de vardır tiyatronun. Yani tiyatronun ödevleri nelerdir sorusuna itiraz ederim ama, işlevleri arasında bunlar da var. Türkiye’de konuşmalarda çok verdiğim bir örnek: Savaş yıllarından hemen sonra 1946 senesi Almanya, yerle bir olmuş bir Almanya. Bonn eyaletinde bir referandum yapıldı 1946’da. Tiyatro vergisi kalsın mı, kaldırılsın mı diye soruldu yurttaşlara. Kalsın dendi. Yani o yıkılmış Almanya’daki, bir kara ekmeği, patatesi zor bulan Alman vatandaşları “tiyatroya ihtiyacımız var “ dediler. Çünkü tiyatro onları hayatta tutuyor. Bizde son yıllarda yaşanan da buna benzer biri durum.

İzzet Boğa: Çok teşekkür ediyoruz verdiğiniz bilgiler ve bu güzel söyleşi için…

Orhan Alkaya: Ben teşekkür ederim. 

 

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku