Londra Uluslararası Mim Festivali’nden İzlenimler: “Interiors”

Bahar Akpınar

Tiyatro, bir sanat olarak tanımlanmadan çok önce, Antik Yunan’da mekân olarak ‘théatron’ adı ile tanımlanır. Kelime olarak baktığımızda bakmak anlamındaki théa ile görmek, dikkatlice izlemek gibi anlamlara karşılık gelen àthréo kelimelerinin birleşimidir. Bu mekâna insanlar sosyal yaşamın gerçeklerini görmek için gelirler. Zira tiyatro, üretildiği zamanın röntgenini çeker. İnsanlara yaşamla ve içinde oldukları toplumla ilgili gerçekleri gösterir. Tiyatro tarihinde bakmak ve görmek, duymak ve anlamanın önceli olarak kendini var eder. Mim tiyatrosu dediğimiz sözsüz oyunlarla günümüze kadar gelir. 

Londra’da Barbican Center’da bu yıl kırk altıncısı yapılan Mim Festivali  29 Ocak – 5 Şubat arasında gerçekleştirildi.  Benim için bu festivalin en çarpıcı gösterisi İskoç tiyatro topluluğu Vanishing Point’in gösterisiydi. Gösterimden bahsetmeden önce kısaca bu topluluktan konuşalım. The Guardian tarafından Britanya’nın eşsiz tiyatro gruplarından biri olarak tanımlanan The Vanishing Point 1999 yılında Glasgow Üniversitesi mezunu bir grup sanatçı tarafından Matthew Lenton önderliğinde Glasgow’da kurulur. Zaman içerisinde Creative Scotland, National Lottery, Glasgow City Council tarafından çeşitli fonlar kazanan topluluk uluslararası festivallerle de adını duyurur. Öne çıkan yapımlarından biri 2011 yılında sergiledikleri Saturday Night oldukça ses getirdi. Okuldaş olmaktan mutluluk duyduğum bu toplulukla ilgili ilk kesiştiğim oyunları da bu olmuştu. 

Saturday Night pek çok açıdan akıl uçurucuydu. Sahnenin seyirciye bakan cephesi geniş pleksiglas paneller ile bölünen bu oyunda iki katlı bir evin oturma odası, banyosu, bahçesi, üst kattaki yatak odasını ve de gökyüzünü görebiliyorduk. Dikey bir kesitle ikiye bölünmüş evin bir tarafından onlar yaşar (oynarken) karanlık tarafındaki bizler o yaşantıya bakıyor, onları gözlüyorduk. Saturday Night yeni evli ya da birlikte yaşamaya yeni karar vermiş bir çiftin tuttukları ilk evlerindeki yaşantıyı anlatıyordu. Oyunun başlamasıyla bomboş bir eve büyük bir heyecanla girildi, dekore edildi, sevişildi, derken bir Cumartesi akşamı parti verildi. Sahnede olan her şey herhangi bir sansüre uğramadan olanca çıplaklığı ile gözlerimizin önünden akıp geçiyordu. Bir oyun yazarı olarak tek bir replik duymadan bu kadar etkilendiğim başka bir oyun hatırlamıyorum. Hikâye, hayatın kendisiydi ve seyreden herkes bu hikâyenin çeşitli kısımlarını zaten deneyimlemişti. Saturday Night yıllarca unutamadığım yaşam dolu, coşku dolu bir oyundu. Barbican Center’daki Mim Festivalinde adlarını görünce bu coşku ile gittim. Ancak Interiors bambaşka bir hikâye anlatıyordu. 

Aradan geçen on yıl ve pandemi, topluluğu epey etkilemiş görünüyor. İlk değişiklik daha oyun başlamadan göze çarpıyordu. Sahneyi yine pleksiglas panellerle seyirciden ayıran  topluluk bu defa evin tamamını değil, sadece yemek odasını göstermeyi seçmişti. Pandemi süresinde aylarca eve kapalı kalan yanım bu tercihin arkasında artık evin her odasının, ev içi yaşam ile ilgili her ayrıntının kolay kolay başkalarına gösterilmeyecek kadar özelleştiği hissini verdi. Bu yüzden diğer odaları merak bile etmedim. Pandemi ya da karantina hayatı bazı odaların kapılarını tamamen kapatmışa benziyordu. 

Bir başka farklılık ev içi yaşamındaki coşkunun azalmasıydı. Saturday Night’da birlikte yaşama yeni adım atan çiftin heyecanı yerini torunu ile yaşayan yaşlı bir adamın ağır aksak hayat ritmi almıştı. Öyle ki, ergenlik çağındaki kızın büyükbabasına çaktırmadan orasına burasına parfüm sıkıp, dişiliğini yeni yeni keşfeden halleri de bu heyecanı seyirciye geçirmeye yetmeyecek kadar cılızdı. Genç kızın anne babasını ve yaşlı adamın karısını hiç görmedik. Odalar gibi insanlar da eksilmişti. Bu insanlara ne olmuştu? Hikayeleri nasıl bitmişti? Bilmiyoruz. Dahası, olmadıklarını görmek ve başlarına kötü bir şey gelmiş olduğunu hissetmek o an için bana yetti. Son iki yılda daha fazlasını öğrenmek istemeyecek kadar kötü haber almış olan yanım onların hikayelerini merak etmedi. Söylenmeden bilinen, anlatılmadan kavranan gerçekler gibiydi. Yaşlı adamın, yüzünde mutluluğa, heyecana dair hiçbir mimik olmadan ağır adımlarla göremediğimiz mutfağa gidip gelerek sofrayı hazırlamasıyla başladı oyun. Dağ başında, ulaşımın kolay olmadığı hissettirilen evin yalnız haline sessizce eşlik etmeye başladık. Derken ilk misafir geldi. Elinde kendi yaptığı kocaman keki ev sahibine verdikten sonra çantasından çıkardığı silahı büfenin üzerine bıraktı. Aylarca karantinada gözle görülmeyen tehlikeden korunmaya çalışan yanım dışarıdan silahla gelmeyi de, eve girince onu göstere göstere bırakmayı da absürt veya anlaşılmaz bulmadı. Gelen misafirler, ‘Evet, dışarısı tehlikeli ama ben sana bir tehlike getirmedim’ der gibiydi. Bu mesaj eve gelen her misafir tarafından tekrarlandı. Kimi tüfeğini, kimi bıçağını bıraktı. Sonunda masanın çevresinde üçü erkek, ikisi kadın misafirler toplandı ve yemeğe başladı. 

Başlarda neşeli bir sofra görüntüsü vardı. Şarap içilerek neşeli anlar yaşanıyor gibiydi. Ev sahibi mutfağa gidip elinde özenerek taşıdığı domuz yahnisi ile geri gelirken anlatıcının sesini duymaya başladık. Elinde kek ile gelen misafirin domuz etinden nefret ettiği, yıllardır yemediği bilgisi geldi. Ancak kadının yüzünde hiçbir hoşnutsuzluk görmedik. Anlatıcı bize masada gösterilmeyen tavırlar ve durumlara yönelik bilgiler verdikçe evin içinden çok, kişilerin dünyasına ve  aralarındaki ilişkilerin içine giriyorduk. O noktada masadaki yapay samimiyetsizlik hissedilmeye başladı. Sanki sofrada her şey plastiktenmiş gibi lezzetsiz, insanlar zorla oraya getirilmiş gibi keyifsiz bir hava oluştu. Anlatıcı sahnenin bir ucundan diğerine ağır ağır yürürken bize içerdekilerin hikayelerinden bazı satırbaşlarını verdi. Kimin kiminle neden yakın olmak istediği, kimin ne iş yaptığı, ne gibi çıkarları olduğu, kimin kimden hoşlandığı derken birbirleri hakkındaki cinsel fantezilere kadar öğrendik. Seyirciler, sofradakiler hakkında daha fazla bilgiye sahip olduğunda pleksiglas duvarın fonksiyonu da değişti. Onları bizden değil, bizi onlardan ayırır oldu. O noktadan sonra onların giderek daha da sıkıcı olan, samimiyetsiz mutluluk pozlarıyla alınan lokmalara geldi sıra. Her birinden sofraya tükenmişlik, yorgunluk, üzüntü ve sıkıntı akıyor gibiydi. Bir an önce kalkıp gitsinler ve o metazori birliktelik bitsin istemeye başlamıştım ki, anlatıcı yüzüne seyirciye dönerek o gecenin sonrasından haberler vermeye başladı. Ne kadar ömürlerinin kaldığı ve nasıl öldüklerini öğrendik. Bu yeni bilgilerle birkaç dakika önce samimiyetsizliklerinden sıkıldığım insanlara için için acımaya başladım. Ara sıra buldukları şeylere gülen, kendilerini ite kaka eğlendiren bu insanlarla beklemediğim anda özdeşlik kurdum. ‘Bir havam değişsin’ diye buluştuğumuz insanları, ortamın ahengi bozulmasın diye sürdürmek zorunda hissettiğimiz sohbetleri hatırladık, kırılmasın diye devam ettiğimiz içimizi kıyan ilişkileri hatırladım. İşte tam bu dönemeçte sofradan kalma zamanı geldi. Bütün o hengame içerisinde, keki masaya gelmeyen kadın, çaktırmadan mutfağa gidip elinde kekiyle birlikte evi terk etti. Derken teker teker eksildiler. İşin tuhafı gidenlerin hiçbir şekilde eksikliği hissedilmedi. Gözlerimizin önünde bize sergilenen hayat, ölmüş bir hastanın bileğinden nabız almaya çalışmak gibiydi. Nabzı atıyor sandık, atmıyordu. İnanamayıp tekrar baktık. Yaşam belirtisi yoktu. Her sahnede yeniden umuda kapılıp ‘hah, şimdi atacak’ desek de beklentilerimiz her seferinde boşa çıktı. 

Pandemi sonrasında nasıl oyunlar seyredeceğimi ve nasıl oyunlar yazacağımı düşünüp durdum. Interiors bu anlamda yazmaktan ve yaşamaktan kaçtığım bir yaşamla beni buluşturdu. Sahneden ve yaşamdan boşvermişlik, yılgınlık, yorgunluk akıyordu. 

Böyle olmayalım… 

BAHAR AKPINAR
1

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku