Kerem Yılmazer’e, 20 Kasım 2003 Tarihli Bir Mektup…

Pınar Çekirge

20 Kasım 2003  Perşembe 

Sayın Kerem Yılmazer,

Yazdan kalma, ılık bir gündü. Güneş bulutların arasında bir gözüküyor, bir kayboluyordu. Saat tam 11.59’du.

Kerem Yılmazer otomobilindeydi. Levent girişinde sarı ışık yanmak üzereydi.

Galatasaray’daki İngiliz Konsolosluğunu’nun hemen karşısında taksi bekliyordum. Kalabalıktı. Yaklaşan bayram nedeniyle olacak, fazla kalabalıktı. İnsanlar Balıkpazarı’nda alışveriş yapıyor, yaşlı bir kadın elinden tuttuğu, bir çocukla (torunu olmalıydı)  az ilerdeki Melis Eczanesi’ne doğru ağır aksak ilerliyordu.

Sarı ışık yanmıştı. Kerem Yılmazer frene bastı.

Ne çok araba vardı, ne çok taksi. Hepsi de doluydu. Tek tük boş taksi geçiyordu; ama onlar da işaret ettiğimi görmüyor ya da aldırmıyor, durmadan geçip gidiyorlardı. Kaldırımda birbirine çarparak yürüyen insanlar… Dolmuş bulabilmek için aşağıya doğru seyirtecektim, vazgeçtim. Nasılsa sıra falan yoktu. Kimin gücü yeterse atlıyordu taksiye.

Yanımda mandalina, portakal, muz dolu tahta arabayı iten gençten bir adam “Haydi dalından kopmuş bunlar” diye bağırıyordu. Sesi çapaklıydı. Uzun boylu, zayıf, ince kara bıyıklıydı. Hızlı adımlarla yürüyüp börekçinin tam önünde durdu.

Bir an önce Gayrettepe’de olmam gerekiyordu ve dakikalardır boş taksi bulamamıştım. Acaba daha ileriye doğru mu yürümeliydim? Halim yoktu. Bir kırıklık vardı üzerimde. Uykusuzluğa gelemiyordum hiç. Bir gece önce davetli olduğum galadan sonra keşke kokteyle kalmasaydım. Laf lafı açmış, eve dönmem saat ikiyi bulmuştu. Bir an önce akşam olsa da, diye geçirdim içimden.

Hayat senaryosunu çekmeye devam ediyordu.

Şişhane yönünden gelen bir taksiyi fark ettim. Duracak gibiydi, yavaşlamıştı. Az ötemde durdu. İçinde müşterisi vardı. Öff, daha şöföre para uzatıyordu adam. Geç kalacaktım. Trafik yine tıkanmış, sabırsız sürücüler kornalara asılmışlardı bile.

Taksiye doğru yöneldim. Tam binmek üzereydim beyaz, küçük bir kamyonet konsolosluk kapısına olanca hızıyla çarptı. Otuz, otuz beş metre ötesindeydim demir kapının.

Polis kulübesinden fırlayan bir polisin araca doğru koştuğunu seçebildim bir an. Müthiş bir patlama oldu! Yer sarsılıyordu… Kasırga benzeri bir rüzgarla savruldum kaldırıma. Gözlerime gri, sarı kıvılcımlı toz dolduğunda, korkuyu iliklerimde hissettim.

Sonra zaman durdu. Böyle olmamalıydı diye düşündüm. Böyle ölmemeliyim, burada… Şimşek çakıyordu. Şimşekler… 

Haykırışlar duyuyordum. Tutunmalıydım. Koşmalıydım. Kaçmalıydım. Titriyordum. Binalar is içindeydi. Camlar kırılıyordu durmadan.Her yan cam kırığıydı. Üstüm başım toza toprağa bulanmıştı. Doğruldum. Nasıl koştuğumu, nereye bastığımı bilmeden, can havliyle uçar gibi hareket ediyordum.

Korku, panik, endişe, dehşet, güvensizlik…

Kan ve ölüm ağır ağır gizli bir fısıltıyla çöküyordu sokağa. Siren sesleri duyuluyordu. İnsanlar çığlık çığlığa koşuyordu. Koşarken düşüyordu bazıları… Poşetler, çantalar, ayakkabılar saçılıyordu oraya buraya. Sol kulağımda bir sızının karıncalandığını fark ediyordum o an. Sesler uzaklaşıyordu.

Telefonlar kilitlenmişti. O dakika her sözcük hayatı ve ölümü taşıyordu. Dizlerimde kurumaya başlamıştı kan lekeleri. Üşüyordum. Çenelerim birbirine çarpıyordu.

İnce bir toz ve duman yayılıyordu kırık pencerelerden, yerinden fırlamış menteşelerden. Televizyon kanalları ölü ve yaralıların olduğunu bildiriyordu. Kollar arasında cansız bedenler taşınıyordu. Beton ve cam parçalarıyla sıvanmış gibiydi sokak…Cam kırıkları arasından kan boşanıyordu.

Kıl payı kurtulmuştum. Bir kaç çizik ve çürükle. Mucizeydi. Tam bir mucize! Paltonun paraşüt gibi üzerime dolanması mı kurtarmıştı o korkunç basınçtan beni? Yarı çıplaktım. Takım elbisenin pantolonu, ceketi yırtılmış, kravatım savrulmuştu…Kalabalığın içindeydim. Şaşkındım; sonrası panik atağa dönüşecekti, güvensizlik büyüyecekti içimde. Sonrası psikoterapi seanslarıydı… Neden kurtuldum, neden ölmedim sorularıydı. Endişeydi. Suçluluk duygusuydu. Çünkü hayattaydım.

Ambulanslar yığılmıştı.

Bütün bunlar gerçek olamazdı. Olmamalıydı!

Yazdan kalma bir gündü. Güneş bulutların arasında bir gözüküp, bir kayboluyordu. Tesadüf bu ya, konsolosluk girişinin tam karşısında taksi bekliyordum, Kerem Bey.

Sizse sarı ışık yanınca yavaşlayıp, durmuştunuz.

Kocaman bir NEDEN sorusu var şimdi kafamda. İşinde, gücünde olan veya olay mahallinden geçen masum insanlardık hepimiz. Yüzlerce yaralı, elliyi aşkın can kaybı… NEDEN?

KEREM YILMAZER Sahnesi’ne her gittiğimde, fotoğraflarınızla gözgöze geldiğimde aklıma 20 Kasım tarihi geliyor. O Perşembe günü geliyor.

Ürperiyorum. Hakimiyet-i Milliye Aş Evi, Kuyruklu Yıldız Altında, Kuş Operasyonu, Yaygara 70, Uyy Balon Dünya, Gürültü Patırtılı Bir Hikaye,  Kuşlar, Hürrem Sultan, Bizans Düştü, Hayırdır İnşallah, Ah Kadınlar Vah Erkekler, Nalınlar, Lüküs Hayat ve daha  ne çok oyunda izlemiştim sizi.Gelin filmi bir oyuncunun sayılı doruk noktalarından biriydi hiç kuşkusuz.

Türkiye Tiyatrosu’na onca emeğiniz vardı, kim bilir daha kaç oyunda alkışlayacaktık sizi…Kaç ödül töreninde, galada karşılaşacaktık. Hangi dizilerde rol alacaktınız? Belki Kerem Yılmazer şarkıları bir CD de toplanmış olacaktı.

II.Beyazıt yorumunuzla gelen, Avni Dilligil En İyi Erkek Oyuncu Ödülü.

Yine 20 Kasım 2003 Perşembe akşamına dönelim… Evdeydim… Boş gözlerle televizyona bakıyordum. Haberler aralıksız HSBC’ye ve İngiliz Konsolosluğu’na yapılan saldırıyı anlatıyordu. İşte o sırada ölüm haberinizi aldım!

Orada, tam trafik ışıklarının yanında…

Aynı gün bir kaç dakika arayla patlayan iki bomba.

Esin Afşar‘ın ardınızdan yaptığı konuşmayı hatırlıyorum : 

“Hain terör O’nu çok vakitsiz aramızdan aldı. Ama bu cehennem dünyada yaşamaktansa, zaten cennete gideceğini düşünerek teselli bulabiliriz..” 

Füsun Önal aramıştı: “Bak Göksel’i veriyorum konuş onunla, yaşadığın anı anlat. Nasıl bir şok yaşadığını yere düştüğünü bile hatırlamadığını anlat..” demişti.

Göksel Kortay telefonda sessizce ağlıyordu. Konuşmakta, teselli edecek sözcük bulmakta zorlanıyordum.

Bu hafta yine Üsküdar’dayım. Adınızı taşıyan tiyatro binasında. Muhtemelen tiyatro fuayesinde, tam da fotoğrafınızın altında bir defter olacak. Yanında mumlar yanacak.

Gerçek bir tiyatro insanını; sizi, özlemle anacağız.

Kerem Bey, hiç tanışmamıştık sizinle. O yıllarda üzerinde çalıştığım bir döneme damgalarını vurmuş oyuncularla yaptığım söyleşi kitabı için Göksel Kortay ve sizden tam randevu almak için harekete geçmiştim. Tarih 20 Kasım 2003’de durdu.

Tiyatro, sinema, müzik, televizyon, seslendirme stüdyoları.

Oliverda unutulmaz Bill Sykeskompozisyonunuz, sonrasında pek çok müzikal. Çocuk oyunları, komediler.

Sizi tanımak, mesela buğulu bir cama ilk ne yazmak istersiniz diye sormak isterdim. Sözü dönüp dolaştırıp bıçkın, serseri Bill Sykes‘a getirmek, en sevdiğiniz rolü didiklemek, Gelin‘in setinden anılar dinlemek isterdim. Ne kadar geç…

20 Kasım 2003 Perşembe. Ölümü yaşamak nedir, biliyorum artık. Ve yine biliyorum tiyatroda olsun, sinema da olsun yeriniz hiç dolmadı. Oyuncu kimliğinizle yaşam verdiğiniz onlarca rol, öylece kalakaldı işte.

Sabah ışıklarıyla aydınlanmış gecenin sonunda hep o yalnızlık. Hep o lanetli tarih. On yedi yıl geçmiş olsa da…

PINAR ÇEKİRGE

(Ana görsel: Ragıp Yavuz)

1

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku