Tiyatro Keyfi’nin kurucusu, yönetmen, oyuncu, eğitmen, çevirmen Kemâl Başar’ın 27 Mart Dünya Tiyatro Günü dolayısıyla kaleme aldığı yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz:
TİYATRONUN ATEŞİ
Ben bir tiyatrocuyum. Tiyatro varlığımın, sahip olduğum her şeyin kaynağı, ömür boyu asla ihanet etmeyeceğim, hainlerden, tiyatroyu dejenere edenlerden, onu yok etme, bozma pahasına kendine menfaat sağlamaya çalışanlardan her zaman, tüm gücümle koruyacağım mesleğim. Bitmeyecek tutkum. Sonraki nesillere taşıyacağım emanetim.
Şimdilik meslekte 38. yılım. Konservatuardayken tek cümleli bir figüran olarak, Roksalan adlı bir piyeste, bir Osmanlı hikayesinin içindeki toz zerresi olarak başladı profesyonel hayatım. Venüs Sahnesi’ndeyiz. Öğretmenim Raik Alnıaçık yönetti, bana ilk yolu o açtı. Bana güvenmiş, rolü vermiş, ama ne yapsam olmuyor. Konservatuarda ukala ukala Hamlet parçalamak başka, gözümde çok büyüttüğüm aktörlerin karşında İçoğlan oynamak bambaşka. Çok zor! Dönemin en sert bakışlı aktörlerinden Atilla Olgaç’ın gözüne bakarak söylemek zorunda olduğum tek cümleye, o geçmek bilmeyen 10 – 15 saniyeye lanet eden bir figüran olarak ilk Devlet Tiyatrosu sahnesine çıkışım, ilk beceriksizliğim, ilk hüsranım, ilk mesleki başarısızlığım, ilk aşağılanmam dün gibi aklımda. Ne yapayım, karşımda gümbür gümbür Engin Şenkan, sert, ezmeye her an hazır Atilla Olgaç, ateş gibi, ne olacağı o zamandan belli Sumru Yavrucuk, gencecik, pırıl pırıl Zuhal Olcay ve kuliste nereye sığışacağını bilmeyen, çişe gitmeye bile çekinen beceriksiz bir çaylak… Bende hepsine bir saygı, artık saygı mı, korku mu, şuursuzluk mu, aşağılık kompleksi mi… Hiçbirinin umrunda da değilim, doğal. Daha birinci sınıftayım, oyunculuk kim, ben kim. Ne işim var burada? Olur mu, 4 sene sonra onlar gibi olmak zorundayım. Ama nasıl? Tamamen psikolojik çöküntü halindeyim. Ne kadar korkutucu bir meslek bu! Onlar gibi olamazsam 4 sene sonra beni rezillik bekliyor. Ne yapacağım, geri dönüşü de yok! O tek cümleyi, kuliste bunları düşüne düşüne, o 3-4 saati kendime zehir ede ede, hem de koca bir sezon boyunca, hiç doğru dürüst söyleyemedim. Birkaç kere sahneye girdim, yine ne yapacak bu yeteneksiz bakışları altında, nefesim kesildiğinden ağzımdan çıkamayan sözümü başkaları söyledi, ben mal gibi kalakalınca Atilla Ağabey “Çık dışarı” dedi. Sonra dayak mı yiyeceğim diye hemen oracıkta beklerken sahnesi biten Atilla Ağabey olay hiç yaşanmamış gibi, kulağı diyafonda, yanımdan rüzgar gibi geçip kuliste yarım kalan satrancına koştu. Bu kadar adam sayılmıyordum yani, ulan bari bir fırça at! Fırça yiyeyim de adam sayılayım diye bekliyorum seni hemen sahnenin dışında. Yanımdan yokmuşum gibi geçmek ne?
Evet, yoktum. Bir hiçtim. Hiç bile değildim. Asla unutmadım ben o sezonu. Ben işte o acıya basarak yükseldim. Çok düşündüm. Çok okudum. Çok çalıştım. Çok gezdim. Çok gördüm. Yarışım hep kendimle oldu.
Oyuncusu, müzisyeni bol bir ailede, klasik müzik eşliğinde büyüdüm. Sanatın, gerçek sanatçının değerini, sanat yapabilmenin zorluğunu, gerçek sanata ulaşmanın, o tanrısallığın neredeyse imkansızlığını, gerçek sanatçının eşsizliğini çocuk yaşta öğrendim. Sonradan anladım, hayranı olduğum oyuncuları işlerini yaparken, bu kadar yakından izlemek beni işte böyle büyülüyor, işte böyle kendi işimi yapamaz hale sokuyordu.
Artık büyüdüm. Hangi kuşaktan, hangi yaştan olursa olsun gerçek sanata benzer, yaratıcı işler beni büyülüyor. Gıpta ediyorum yapana, coşkuyla doluyorum. Kimi büyük yaratılar ağlatıyor. O kadar heyecanlandırıyor. Kiminin parçası, kiminin yaratıcısı olmak ise gururlandırıyor; tek başına kaldığımda, yine ağlatıyor. Yaş ilerledikçe sulu gözlü oluyor insan.
Tiyatronun daha iyi günlerini mutlaka göreceğiz. Ama yeni biçemler şart, bunun için de cesaretli, bilinçli, tutkulu gençlere güvenmek, yol açmak… Tiyatronun geleceği gençlerin elinde. Tutun o ellerden, tehlikeleri öğretin, tünelin sonunu gösterin, ileri itin! Güvenin!
27 Mart Dünya Tiyatro Günü kutlu olsun. Tiyatronun ateşi alçakları, soysuzları yaksın. Sönmez ışığı tüm insanlığı aydınlatsın.