Tolga Polat
Geçtiğimiz yıl dünyayı kasıp kavuran, İtalya’da büyük bir başarı yakalayan, Paolo Genovese’nin yazıp yönettiği “Perfetti Sconosciuti” (Muhteşem Yabancılar) filmi, Türkiye’de ilk kez bir tiyatro oyunu olarak seyirciyle buluşuyor… “Mutluyduk Belki Bugüne Kadar “ ismiyle seyirci karşısına çıkan oyun, dijital dünyada kurduğumuz mahremiyetin açığa çıkmasının nasıl bir tehdit olabileceğini ortaya koyuyor… Sinema filmi olarak, Serra Yılmaz’ın yönetmenliğinde, “Cebimdeki Yabancı” adıyla da vizyona giren ve hayli dikkat çeken proje, bu kez TwoTwo Tiyatro’nun ilk projesi olarak tiyatro sahnesinde…Tiyatro uyarlamasını Kerem Pilavcı’nın gerçekleştirdiği oyunun yönetmen koltuğunda ise Ahmet Sami Özbudak yer alıyor…
Mahremiyeti ; yani yalnız kalma hakkını, kişisel özel bilgilerimizi, diğerlerinden koruma hakkı olarak da elbette tanımlayabiliriz… Amaç elbette sadece gizlemek değildir… Bağlantılar kurma bu bağlantıları belirli sınırlar içerisinde tutma ve böylece bir denge kurmak ister insanoğlu… Geçmişte günlük tutulur ve sıkı sıkı saklanırken, bugün akla gelen her şey internet üzerinden yüzlerce kişi ile paylaşılmakta ve elimizden düşürmediğimiz telefonlarımız, bir anlamda geçmiş kişisel günlüklerimizin yerini almıştır… Geçmişte günlükler saklanırken , günümüzde ise telefonlar üzerinde şifreleme ve parmak izi gibi uygulamalarla, mahremiyet vurgusunu hem kendimize hem de etrafımıza hatırlatır dururuz… Farkında olalım ya da olmayalım; kontrol edelim ya da etmeyelim, kişisel verilerimiz, mesajlarımız ve paylaşımlarımız her teknolojik ve dijital yenilikle biraz daha fazla “online ağın” parçası haline geliyor… Yedi yakın arkadaşın bir akşam yemeğinde buluştuğu, “Mutluyduk Belki Bugüne Kadar “ işte bu noktada tüm dünyamızı hapsettiğimiz akıllı telefonlarımız üzerinden samimiyerimizi ve gerçeklikliğimiz sorguluyor, sorgulatıyor…
İzleyicinin, tophanede bulunan Plan Be Loft ‘a girer girmez oyuna dahil olduğu, oyuncuların kullandığı mekan ile iç içe olarak; seyircinin dekorlara dokunabildiği, oturabildiği hatta oyun sonrası oyun içinde kullanılan yiyeceklerin tadına bakılacak kadar, izleyicinin mekanla bütünleştiği bir tasarım ve formda oyuna dahil oluyorsunuz… Örneğin oyun başlamdan önce çay kahve aldığınız mutfak, oyun başladıktan sonra oyunda kullanılan mutfak oluyor… Oyunun gerçekliğine uygun bu seçimin mekanı verimli kullanmanın ötesinde, rejinin özel bir tercihi olduğu çok açık… Bu noktada seçimi için başta yönetmen Özbudak olmak üzere, sahne tasarımını yapan Hande Göksan’ı kutlamak gerek… Malum Sinema perdesinin yarattığı büyünün sahneye taşınması şüphesiz çok zor… Bu noktada etkili ve başarılı uyarlaması için Kerem Pilavcı’da alkışı hak ediyor…
Cep telefonlarının birer kara kutuya, hatta birer dijital mayın haline dönüştüğü oyun, dinamik temposu ve etkili oyunculukları ile dikkat çekiyor… Birbirinden farklı meslekleri ve hayata bakışları farklı olan üç evli çift ve bir boşanmış arkadaşın en önemli ortak noktaları, uzun süredir tanışmaları ve her koşulda iletişimlerini bugüne kadar koparmadan sürdürmüş olmaları… Yedi arkadaş eğlenmek için bir oyuna başlar… Oyunun kuralı son derece basittir, herkes cep telefonunu masaya koyar ve o akşam alacakları her mesaj, mail ve telefon görüşmeleri açık şekilde yapılmak zorundadır… Gizli sırlar ve itiraflar sürerken heyecan ve dramatik örgünün hızla yükseldiği oyun, şaşırtıcı ve sürükleyici bir biçimde doğal bir gerilim düsturu üzerinden ilerler… Can ciğer kuzu sarması olan karakterleri; dakikalar geçtikçe nasıl parçalanma sürecine girdiklerini, doğallıktan uzak, yerine göre yalancı, yerine göre çıkarcı ya da beklenenin aksine sevgi dolu olduğunu şaşkınlıkla izliyoruz…
Oyunun sahnelenmesinde yönetmen Özbudak, oyunu kötü bir bulvar komedisine dönüştürmekten imtina ederek, sade ve gerçekçi bir yorumla oyunu sahnelemeyi tercih etmiş… Oyun kişilerinin son derece abartıya müsait olduğu ve durum komedisinin yerli yersiz abartılacağı kötü bir yorum yerine gerçekçi ve sade bir yorumla hüzünle kahkahayı gerilimin tetikleyiciliğini de es geçmeden buluşturmuş… Bence oyuncuların başarılı performansı dışında oyunun en önemli özelliği de bu sahici ve mekan tasarımı ile bütünleşen rejinin yorumu… Renkli ve gerçeklikle bütünsellik sağlayan ışık tasarımı, Cem Yılmazer’e, çağın dinamiklerine uygun kostüm tasarımı Ceylan Atınç’a , özgün müzik tasarımı Burçak Çöllü’ye ait… Ve bence oyuna çok önemli bir katkı sağlayan ve estetik bir anlam yaratan yemek tasarımı ise İnci Bak’a ait…
Ve oyuncular… Canan Atalay, Başak Kıvılcım Ertanoğlu, Gökçe Eyüboğlu, Giray Altınok, Faruk Barman, Fehmi Karaarslan ve Deniz Karaoğlu… Daha önce birbirinden farklı oyunlarda izlediğim oyuncular; birbirleri aralarında yakaladıkları uyum ile dikkat çekiyor… Atalay “Fü” performansı sonrası yine burada da son derece ikna edici… Ertanoğlu, olağanüstü “Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin” yorumu sonrası çağdaş imajı ve sahiciliği ile etkin… Eyüboğlunu ilk kez izledim… Mimikleri hakimiyeti ve yakaladığı içselliğini tüm eyleminde başarıyla yansıtıyor… Yine sahnede ilk kez izlediğim Altınok, anda kalma sürecini bir an bile bırakmadan izleyeni gerçekten heyecanlandıran bir oyun sunuyor… İncelikli bir eleştirmen gibi karakteri didik didik ettiği apaçık ortada… ”Medet” sonrası izlediğim Barman, yalın oyunculuğu ile dikkat çekiyor… Yine ilk kez izlediğim Karaarslan, yaratıcı düş gücü, ritmi ve fiziksel devinimini bütünleyen gerçekçi yorumu ile duygu ve eylem birliğini başarıyla yansıtıyor… “Parçacıklar” sonrası izlediğim Karaoğlu, tüm geçişlerde incelikli ve duygu bütünlüğünü bozmayan sahici performansı ve rahat oyunculuğu ile alkışı hak ediyor…
“Mutluyduk Belki Bugüne Kadar” dijital dünyada kurduğumuz mahremiyetin açığa çıkmasının nelere sebep olacağını tokat gibi yüzümüze çarparken, farklı sahne tasarımı etkili oyunculukları ve dinamik rejisi ile bu sezonun mutlaka görülesi oyunlarından biri oluyor… Kaçırmayın !