Hasan Erkek yazdı: “Cumhuriyetimizin 100. Yılında Kamu Tiyatrolarının Repertuvar Politikaları”

editor
6,6K Okunma

Tiyatromuz Dünya Tiyatrosunun Neresinde?

Yazarlar, Dünya Tiyatro Tarihini yazarken, dünyaya armağan ettiğimiz hangi özgün hareketimizden, akımımızdan söz edecek?.. Çok boyutlu akan dünya tiyatro ırmağına nasıl katkıda bulunuyoruz?.. Dünya tiyatro geleneğini arkasına alarak, evrensel de olabilecek düzeyde, kendimize özgü bir yazarlık, sahneleme ve oyunculuktan söz edebiliyor muyuz? Dünyanın birçok ülkesinden gençler, tiyatro tutkunları ülkemizdeki tiyatroyu merak ederek öğrenmek üzere ülkemize akın ediyor mu?.. Oysa, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, bu hedeflere çoktan ulaşılmış olması beklenirdi.

Cumhuriyet’in yeni yüzyılının kapısında beklerken, tiyatromuzu, özellikle de kamu tiyatrolarınının repertuvar politikalarını yeniden ele alıp tartışmak için birçok neden var. Bunu yaparak yalnız geçmişin tiyatrosunu değerlendirmekle kalmayız, geleceğini tiyatrosunu da eleştiriler aklın ışığında birlikte oluşturabiliriz. 

Tiyatromuzda Özgünlük Sorunu

Butik, kafe ve restoranların bile özgünleştiği, kendi konseptini yarattığı bir çağda, tiyatrolarımızın özgün birer kimlik oluşturamamış olmaları düşündürücüdür. (Genel olarak tiyatromuzun özgün bir kimliğe kavuşamamış olmasının nedenlerinden biri de budur.) Tiyatroların özgün kimlik oluşturmalarında ise, kuşkusuz en belirleyici etken repertuvardır. Repertuvar bir tiyatronun, çizgisini, rengini, hayata bakışını kısacası sanatsal derdini ortaya koyar. Tiyatrolar repertuvarlarıyla konuşur. 

Geleneksel gösteri sanatlarımızı bir yana bırakırsak, Batı’lı anlamda tiyatromuzun tarihi iki yüzyıla yaklaşmaktadır. Batı tiyatrosunun üç bin yılı bulan yazılı tarihinde uzun zaman dilimlerine yayılan akım ve hareketleri biz kısa bir süre içinde yaşamak zorunda kalınca, bazı hazımsızlıkların olması kaçınılmazdı. Ama geldiğimiz sorunlu nokta yalnız bununla açıklanamaz. 

İlkin, Batı oyunları olduğu gibi oynandı ya da onlara özenilerek taklit oyunlar yazıldı. Sonra uyarlama dönemi başladı. Ardından özgünleşme yoluna girildi. Arayış sancıları ve çalkantılı denemelerle geçen Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinden sonra, Cumhuriyet’le birlikte tiyatromuzun belirli bir yola girmesi bekleniyordu. Bu 1950’lerden, 1960’lardan sonra sağlanmaya başlandı. Ancak tiyatromuzun bugün yeniden büyük bir savrulma yaşadığını görmek bizi yeni sorgulamalara yöneltiyor. 

Yüz Yıllık Cumhuriyet Tiyatrosu

Cumhuriyetin ilk elli yılına oranla, ikinci elli yılında, tiyatro sayılarının, yeterli olmasa da, hızla artmakta olduğuna tanık olduk. 20’ye yakın şehirde kurulmuş olan Devlet Tiyatroları’nın sahneleri, 14 bölgedeki yerleşik Devlet Tiyatroları müdürlükleri, İstanbul, Ankara, Eskişehir, Kocaeli, İzmir, Bakırköy, Edirne, Tekirdağ, Mersin gibi ödenekli şehir tiyatroları ve çok sayıda bağımsız tiyatro var artık. 

Ancak sayıları artmış olmakla birlikte, çeşitlilikte ve özgünlükte aynı zenginliği göremiyoruz. Sahnelerimizde, döne dolaşa oynanan 50-60 oyan var. Her yıl bunlara 5-10 yeni oyun eklenip, 5-10 oynanmış oyun eksilerek yol alınmaya çalışılıyor. Sonraki yıllarda ise eksilmiş olan oyunlar yeniden “tedavül”e sokuluyor. Bir kısır döngü içinde dönüp duruyor tiyatromuz. Aynı oyunları, aşağı yukarı benzer sahnelemeler ve oyunculuk üsluplarıyla sahneye çıkarınca da, tiyatrolarımızda özgün kimlikler oluşamıyor, dolayısıyla tiyatrolarımız da yeterince etkili olamıyor. Sahnelerimiz silikleşen televizyon kanallarımızı andırmaya başladı. Seyirci olarak sık kanal değiştirseniz bile benzer programları görüp televizyonu kapatma noktasına gelebiliyorsunuz. Bunda, kurumların kökleşmiş tiyatro politikalarının ve vizyonlarının olmayışı, pek oyun okumayan ve tek belirleyici olan tiyatro yöneticilerinin varlığı (daha önce böyle bir birikimi yoksa, sürpriz bir biçimde yönetici olarak atandıktan sonra oyun okumaya vakit bulamayacaktır, doğal olarak), o yöneticilerin dramaturglarla etkin ve dizgesel (sistematik) olarak çalışmamaları, tiyatro akademisyenleriyle güçlü bir işbirliği yapmamaları, güçlü yazar örgütlerinin olmayışı, vb. etkili olsa gerek.

Bir halkın özgün tiyatrosunun varlığı büyük oranda o halkın özgün yazarlarına bağlıdır. Üçüncü sınıf Amerikan komedisi de yazmış olsa, yabancı yazarlar baş tacı edilerek, kendi yazarımız dirseklenip dışlanarak, 100 yıl büyük oranda heba edildi. Bazı tiyatro yöneticilerinin katı tutumu, bazı yönetmenlerinin absürt seçimleri (bizim yazarlarımızın oyunlarını kesinlikle sahnelememeye yeminli yönetmenlerimiz var) ve bazı dramaturgların bizim yazarlarımızın oyunlarına tepeden bakıp dudak bükmeleri (Shakespeaere’in, Goethe’nin, Brecht’in, Beckett’in oyunlarını kendileri yazmış gibi) bu sonucun ortaya çıkmasında etkili oldu. Bugün büyük bir marifetmiş gibi, bizim yazarımız yok”, “klasikleri oynuyoruz”, “klasikleri oynamaya devam ediyoruz” diyerek yıllar yılı korunan repertuvar başka başlıklar altında, temcit pilavı gibi sunulmaya devam ediliyor. Demek ki, Tanzimat’tan, Meşrutiyet’ten beri bir adım bile ileri gidememişiz ya da tiyatromuzu yeterince tanımayan bazı tiyatro yöneticilerinin marifetiyle o noktaya geri dönüyoruz…

Sahnelerimiz Sömürge Ülkelerin Sahnelerini Andırıyor

Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiç bir döneminde sömürge olmadığı halde, tiyatro sahnelerimiz sömürge ülkelerin sahnelerini andırıyor. Genellikle yabancı oyunları sahneliyoruz, arada bir kendi yazarlarımızın oyunlarına, o da mahcup bir biçimde, yer veriyoruz ve kaşla göz arasında o oyunları sahneden kaldırıveriyoruz. Yüzde elli kotasını tutturmaya çalışan yöneticilerin de özgün bir tiyatro oluşturma, bu yönlü deneysel çalışmaları sahneye taşıma gibi dertleri ya da vizyonları yok. “Bizim yazarlarımız” diyerek, tiyatro sanatının özgünleşmesine katkısı olmayacak, televizyon dizilerini aratmayacak, dili de çeviri kokan oyunlar sahneliyorlar. (Oysa, seyircilerimiz televizyonda, sinemada bulamağı özgün oyunları görmek üzere tiyatroya gider.) İngiltere, Almanya ve ABD gibi ülkelerden gelen oyunları, onların sahnelemelerine benzetmeye çalışarak (yani suyunun suyu rejilerle) sahnelemek pek de övünülecek bir şey değil. Dünya tiyatrosuna böyle katkıda bulunamayacağımız artık anlaşılmış olmalı!.. Öte yandan, bu yaklaşımın kendi tiyatromuza katkısı olmadığı gibi, seyircilerimize de pek katkısı yok. Yabancı yazarların dile getirdiği, başka bir zamanda ve başka bir yerde geçen, seyircilerimize oldukça yabancı sorunları (bizim sorunlarımızın yanında çoğu sorun bile sayılamaz) yabancı biçimlerle sahnede seyretmek pek çarpıcı gelmiyor. Bu bakımdan streril bir tiyatromuz var (kuşkusuz bu ayrı bir yazının konusu). 

Unutulmamalı ki, sahnelediğimiz her kötü oyun, iyi bir yazarımızın ortaya çıkmasına engel oluyor. İyi-Kurulu-Oyun (tekniğin adına bakarak iyi oyunlar olduğu sonucu çıkarılmasın) tekniğiyle yazılmış, içi boş bulvar komedileriyle tiyatromuz ne kazanıyor? Komik Para, Karmakarışık, Hangisi Karısı, Oskar gibi oyunlarla tiyatromuz bir şey kazanmadığı gibi çok şey (para, zaman, enerji ve sahne) kaybediyor. Sorumlu ve bilgili bir kamu tiyatrosu yöneticisinin bu tür oyunlara “milli servet”ten beş kuruş bile harcamaması beklenir. Ülke olarak böyle bir lüksümüz yok! (Bu konuda daha uzun bir yazı yazmıştım. Merak edenler okuyabilir. (1)

Bir de uzun süre sahnede tutmakta ısrar ettiğimiz oyunlar var. Onlar da tiyatromuz için az kayıp değil. Örneğin, İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı, Kontrabas 30 yıldır sahnede. Böyle bir oyunun, böyle bir rengin de bir tiyatronun repertuvarında yer alması çok da yadırganamaz. Ama otuz bir yıl, aynı oyunu oynamak nasıl açıklanabilir?.. Sorulduğunda “çünkü seyircisi var” denecektir. Bu ucuz bilet fiyatlarıyla kamu tiyatrolarında hangi oyunun seyircisi yok?!.. (Bağımsız bir tiyatroda sahnelesinler de görelim, kaç yıl oynanabiliyormuş!..) Kamu tiyatrolarının görevi, seyirciye rağmen, yüksek kaliteli yapımlar hazırlamaktır. Tiyatro, peynir ekmek satan bakkal dükkanı değildir ki, alıcı bulduğu sürece aynı şeyi satmaya devam etsin. Bu oyunun 30 yıl oynanmaya devam etmesi, en az otuz genç yazarın oyununun sahneye çıkmaması anlamına da gelir. Onlardan biri, Shakespeare, Molieère, Goethe, Brecht ya da Beckett olabilirdi!.. Bu yolu (sahneyi) tıkamış, üstelik zaman, oyuncu, para harcamış oluyoruz. (O oyunu oynayan oyuncuya da yazık, sanat hayatının yarısını bir oyun oynayarak geçirmemeli insan!..) Bu ve benzeri seçimlerden dolayı tiyatromuz, kendini tekrar etmekten, patinaj yapmaktan bir türlü kurtulamıyor.

Bunları milliyetçi bir noktadan bakarak yazmıyorum. “Yabancı olan her oyun kötü, bizim yazdığımız her oyun iyidir” diyecek saflıkta olamam. Ömrümü dünya tiyatro edebiyatını analiz edip anlatmakla ve yazmakla geçirdim. Kuşkusuz, bazı klasikleri (olduğu gibi değil) yeni yorumlarla sahneleyebiliriz. Bu bakımdan, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda geçen yıl sahnelenmiş olan, Hamlet, Tartuffe, Bir Halk Düşmanı, Cadı Kazanı, bu yıl sahnelenmesi düşünülen Galile’nin Yaşamı bu dönem için isabetli seçimlerdir. Öte yandan, Molière’in 400. doğum yılı vesilesiyle, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen Cimri için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Enflasyonun yüzde yüzleri geçtiği, halkın yoksulluk içinde çırpındığı, eline geçen üç kuruşu tutumlu bir biçimde harcamak zorunda kaldığı, savurganlığın eleştirildiği bir dönemde, cimrilikle alay eden Cimri’nin sahnelenmesi hiç isabetli değildir. (Eski Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Mustafa Kurt’un yönetim işlerini bir yana bırakıp başrol oynamasını ve oynadığı yapımı her festivale dahil etmesini filan geçiyorum. Tiyatromuzdaki bu tür etik sorunlar bir başka yazının konusu olacak genişliktedir.) 

Kuşkusuz, yalnız bazı seçkin klasiklerin (bu arada genellikle popüler klasiklerle yetiniliyor) yeni yorumları değil, çağdaş oyunlar da seçilip oynanabilmeli. Ama başka dillerde yazılmış bu seçkin oyunların oranı yüzde yirmiyi-otuzu geçmemeli artık. Bu ülkede, Musahipzade Celal, Melih Cevdet Anday, Orhan Asena, Oktay Rifat, Güngör Dilmen, Haldun Taner, Aziz Nesin, Vasıf Öngören, Oktay Arayıcı, Adalet Aağoğlu, Turgut Özakman, Turan Oflazoğlu, Haşmet Zeybek, Oğuz Atay, Vüs’at O. Bener, Sermet Çağan, Memet Baydur gibi artık hayatta olmayan, Ülker Köksal, Yüksel Pazarkaya, Bilgesu Erenus, Murathan Mungan, Gülşah Banda’yla başlayarak sayacağımız, hayatta olan, üretmeye devam eden ve uzun bir liste tutacak yazar kuşağı/kuşakları var. Onların oyunlarını kim oynayacak? Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da ya da ABD’de mi oynansın?!.. Oynansın kuşkusuz!.. Ama unutmamak gerekir ki, tiyatro tarihi boyunca, hiç bir ciddi Alman sahnesinde, hiç bir ciddi oyunumuz oynanmadı. Yalnız bizim değil, Fransız, İspanyol ya da Yunan oyunları da pek oynanmaz (bizim yöneticilerimiz o kadar dirayetli değil anlaşılan). Bu, estetikle değil, kültür emperyalizmiyle ilgili bir sorun! Kendi sahnelerimizde, yazarlarımızın oyunlarını sahnelemeye hevesli olmayan Genel Sanat Yönetmenlerimiz o ülkelerdeki tiyatroların başına geçmeyi düşünmezler mi acaba?! Yazarlarımızın oyunlarını sahnelemeyi düşünmeyen yönetmenlerimizin kaçı o ülkelerde, oyun sahnelemek üzere davet ediliyor?!..

Diplomaside, “mütekabiliyet” diye bir kavram var. “Karşılıklılık”, “denklik”, “eşdeğerlilik” olarak açıklanabilir. Bu kavram sanatta da uygulanmalıdır. Kuşkusuz, sanat, başka kültürlerin birbirlerini tanımasında, önyargıların kırılmasında, barışın ve dayanışmanın sağlanmasında en etkili araçlardan biridir. Ancak, bu tür kültürel ve sanatsal değiş-tokuşlar demokratik bir düzlemde ve eşitler arasında gerçekleştirilmelidir. Yukarıdan aşağı yapılan her türlü sanatsal pompalama, kültür emperyalizmi ruhunu taşır ve yararlı da olmaz.

Bazı yabancı yazarların oyunları, Goethe Enstitüsü, British Council, Cervantes Enstitüsü gibi kurumların desteğini alarak başka ülkelerde sahneleniyor. Ülkemizde bazı tiyatro yöneticilerimiz ve bazı çevirmenlerimiz gönüllü olarak buna destek oluyor. Kendi yazarlarımızın oyunlarının yurt dışında sahnelenmesine destek olmayı geçtim, kendi ülkemizde sahnelenmesine bile köstek oluyoruz. Kendi kaliteleriyle, engelleri aşıp yurt dışında sahnelenen oyunlarımız bile sahnelerimizde kendine yeterince yer bulamıyor, ne hikmetse!..

Ülkemiz, bir an önce, pazar olmaktan, sahnelerimizse işgal edilmiş görüntüsünden kurtarılmalıdır. Yalnızca seçkin konuklara (seçkin klasiklere ve yenilikçi çağdaş oyunlara) yer verilmelidir. Kendi yazarlarımızın güçlü oyunları (ahbap-çavuş ilişkisiyle sahnelenmiş oyunlardan söz etmiyorum, kuşkusuz!) onlara eşlik etmelidir. 

Fazladan Oynanmış Her Shakespeare Oyunu Bile, Kendi Shakespeare’imizi Ortaya Çıkarma Konusunda Bir Engeldir

Vıcık vıcık melodramları, üçüncü sınıf Amerikan komedilerini filan geçtim, daha yüksek bir noktadan örnek verelim: Devlet Tiyatroları geçen yıl, 7 (yedi!) Shakespeare oyununu aynı sezonda oynadı. Bir bakıma sevinilecek bir nokta. Demek ki, aynı anda, yedi Shakespeare oyununu sahneleyebilecek sahnemiz, oyuncu kadromuz, teknik donanımımız var artık. Ama öte yandan, Shakespeare’yen bir soruyla sorarsak “bir görgüsüzlük değil mi bu?!..” Evet, seyircilerimizin Batı tiyatrosunu yeni tanıdığı dönemde, Muhsin Ertuğrul’un her tiyatro sezonunu bir Shakespeare’le açtığı doğru, ama üzerinden 60-70 yıl geçti! Engellemelere rağmen, bu ülke kendi yazarını yetiştirdi artık! Bir yılda 7 Shakespeare oyunu oynamak ne demektir? Biz İngiltere sömürgesi miyiz?!.. Devlet Tiyatroları, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal tiyatrosu mu yoksa Royal Shakespeare Company (Shakespeare Kraliyet Tiyatrosu) midir?!.. Onlar bile bir yılda 7 Shakespeare oynamıyorlar. (Burada, her yıl Shakespeare oyunlarını dramaturjik olarak analiz edip anlatan, Shakespeare üzerine kitap yazan biri olarak bir parantez açarak şunu da dile getirmeliyim: Oyun yazarları ve tiyatro tarihi için altın değerinde, ders niteliğindendir Shakespeare. Ama bugünün seyircisi için, bir Shakespeare oyununu olduğu gibi alıp sahneleme konusunda aynı şeyi söyleyemem. Dramaturjik teknik açısından çok güçlü oyunlar olmakla birlikte, kadına bakışındaki sorunlar, adalet anlayışındaki “kısasa kısas” eğilimi, feodal, ataerkil kültürün oyunlarına sinmiş olması bakımlarından çağımıza karşılık gelemez, Jan Kott’un söylediği gibi, bazı bakımlandan hala çağdaşımız olsa da. Zaten dört yüzyıl önce yazılmış oyunların olduğu gibi sahnelenmesi beklenemez. Hıristiyanlıkta bile reformlar oldu. Shakespeare de ancak yeni yorumlarla sahnelenebilir. -Bu da ayrı bir yazıda, hatta konferansta ele alınacak genişlikte ve derinlikte bir konudur.-) 

Bazı çevirmenlerin ve ajansların marifetleriyle tiyatro edebiyatımıza katılmış (!) olan, “incik boncuk” oyunları (Kaç Baba Kaç, Hangisi Karısı, Karanlıkta Komedi, Karmakarışık gibi) kamu tiyatroları zaten oynamamalı. Ama daha iddialı bir noktadan söyleyelim, fazladan oynanmış her Shakespeare oyunu bile, kendi Shakespeare’imizi ortaya çıkarma konusunda bir engeldir. Güçlü oyun yazarlığı için kuşkusuz yetenek önemlidir. Ancak, her oyun yazarı, yazdığı oyunlar seyirciyle buluştukça, hatalarının farkına varır ve onları yeni oyunlarında tekrarlamama şansı yakalar. Kısacası, (Simone de Beauvoir’ın sözünü bu konuya uyarlayacak olursak) “Shakespeare doğulmaz, Shakespeare olunur!” Hayatı hakkında spekülasyonlar bulunmakla birlikte, William Shakespeare de, uygulama içinde, yazdıklarını sahneleyerek, seyirciyle sınayarak pişmiş, öylece yetkin bir yazar olabilmiştir. Hiçbir yazar gökten inmez, yerden bitmez. Ayrıca, yazarlar oyunlarını çocuk doğurur gibi bir kerede ortaya çıkarmaz, birçok kez yazarak ve üzerinde çalışarak onları yetkin oyunlar haline getirirler. 

Repertuvarda mutlaka bir-iki İngiliz oyunu yer alacaksa, C.Marlow’dan B.Shaw’a, J.Whiting’den A.Wesker’a, J.Arden’dan H.Pinter’a,.. ve günümüzdeki çağdaş İngiliz oyun yazarlarına kadar, çok sayıda İngiliz yazar var. Yedi Shakespeare oyununun yerine, bir Shakespeare oyununun yanı sıra, o yazarlardan da oyunlar sahnelenmesi çeşitlilik ve zenginlik yaratmaz mıydı?.. 

Yüzüncü Yılda Kamu Tiyatrolarının Repertuvarları ve Kutlama Programları

Halkın vergileriyle işleyen, varlıklarını Cumhuriyet’e borçlu olan kamu tiyatrolarının büyük bir kısmı, kendi yazarımıza daha az yer vererek, Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına yakışmayacak repertuvarlarla yollarına devam ederken, yüzüncü yıl kutlamalarına da hazırlıksız yakalanmış gibi görünüyor. Oysa, Cumhuriyetin 100.yılı, yüzyıldır bağıra bağıra geliyordu. Kendi yazarının hakkını koruma, onun yetişmesine katkıda bulunma nasıl bir politika ve planlama gerektiriyorsa, bu tür kutlamalara hazırlanma da belli bir planlama gerektiriyor. O planlamayı yapacak ve uygulayacak olan yöneticilere ihtiyaç var!..

Devlet Tiyatroları, 100. yıl vesilesiyle, daha çok Emniyet Genel Müdürlüğüne yakışacak, “bağımlılık” konulu bir oyun yazma yarışması düzenledi. (Cumhuriyet’in yüzüncü yılında en büyük sorunumuz esrar, eroin, kumar bağımlılığı sorunu olmasa gerek, eğer böyleyse Cumhuriyet’in vay haline!). Jürisini de kendi bünyesinde oluşturdu. Oysa, daha geniş katılımlı bir jüriyle, örneğin “Cumhuriyet ve Demokrasi”, “Cumhuriyet ve Özgürlük”, “Cumhuriyet ve İnsan Hakları” konularından biriyle bir yarışma açmak daha çok yakışırdı. Bu yarışmadan ödül alacak on dört oyunu on dört bölgesinde oynamak da, kutlamayı taçlandırır, daha da anlamlı kılardı. 

Yüzüncü Yılda Yüz Yazarımızın Oyunu Neden Olmasın?

Devlet Tiyatroları’nda, 100. yıl repertuvarına ilişkin, dikkat çeken herhangi bir girişim yok. Devlet Tiyatroları’nın kuruluşunun 60. yıldönümünde, Doç. Lemi Bilgin’in Genel Müdürlüğü sırasında, 60 yazarımızın 60 oyunu sahnelenmişti. O oyunların afişleri de, 60 ressama yaptırılmıştı. Gerçekten de, anlamlı olduğu kadar etkili bir kutlama olmuştu. (Devlet Tiyatroları’nın 70. yılında benzer bir kutlamaya tanık olmadık, ne yazık ki).

Devlet Tiyatroları için fırsat kaçmış değil henüz. 29 Ekim 2023’te başlayacak olan kutlamaların 29 Ekim 2024’e kadar devam etmesi beklenir. Belki yeni yönetim, Cumhuriyetimizin 100. yılında 100 yazarımızın oyununu sahneleyerek, bu kutlamayı anlamlı ve etkili kılar. Söylenenin tersine, yeterince yazarımız, oyuncumuz, yönetmenimiz, sahnemiz ve teknik ekibimiz var. Eksik olan, istek, vizyon ve karardır. Umarım o da olur ve bu proje hayata geçer. 

Mustafa Kurt’un yaptığı iyi şeylerden biri, çerçevesi daraltılmış da olsa, ondan önce Devlet Tiyatroları çatısı altında başlatılmış olan tiyatro festivallerini sürdürmek oldu. Söz konusu festivallerin zenginleşerek ve kaliteleri artarak devam etmesi isabetli olacaktır. Belki, 100. yıl kutlamaları vesilesiyle, Cumhuriyetimize yön veren değerlerden her biri (özgürlük, eşitlik, demokrasi, barış, insan hakları gibi,…) bu festivallerden birine tema olarak olarak seçilebilir. Böylece, festivaller birer konsept kazanmış olmakla kalmaz, 100.yıl kutlamaları zenginleşmiş ve daha etkili hale gelmiş olur.

Yeni yönetimin geçen yıldan devam eden oyunlardan hangisini sürdürüp sürdürmeyeceği bilinmediğinden, repertuvarda görünen oyunlar üzerinden ayrıntılı bir değerlendirme yapamıyoruz. Bu yönlü bir hazırlık içinde olduklarını umuyoruz.

Bu yazıdan, Cumhuriyete övgü düzen, hamasi, sloganvari birtakım oyunların oynanmasının arzulandığı anlaşılmasın sakın. Tiyatronun görevi bu değildir. Aksine, asıl görevi bireydeki, toplumdaki ve kurumlardaki eksikliklere, yanlışlıklara eleştirel bir yaklaşımla bakmak, onların sergilenmesine, böylece düzeltilmesine katkıda bulunmaktır. Tiyatro bunu insani boyutuyla ve güçlü bir estetikle yapar. Cumhuriyete eleştirel de bakan oyunların seçilmesinden ve sahnelenmesinden kaçınılmamalı, böyle bir repertuvar büyük bir özgüvenle yapılmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, küçük-büyük eleştirilerle yıkılmayacak kadar güçlüdür. Tersine, eleştirilerin ışığında kusurlarından arınabilecek ve daha güçlü hale gelebilecektir. Antik Yunan’dan beri, tiyatro sahnesi en güçlü demokrasi meydanıdır. Üstü örtülmemeli, bu zemin yitirilmemelidir.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Ayşegül İşsever, Cumhuriyetin 100. ve kendi kuruluşlarının 110. yılının eşiğinde, “bizim yazarımız yok” (Aziz Nesin’lerin, Melih Cevdet Anday’ların, Haldun Taner’lerin, Vasıf Öngören’lerin kemikleri isyan etmiştir mezarlarında), “klasikleri oynuyoruz” diyerek, bir kısmı klasik de olmayan, büyük oranda yabancı oyunlardan oluşturulmuş bir repertuvar açıklamıştı geçen yıl. Bu yıl, “klasikleri oynamaya devam ediyoruz” diyerek, öncekilere pek yeni oyun katmayan ve bir bakıma hayal kırıklığı yaratan bir repertuvar açıkladı. Neyse ki geçmiş dönemde sahnelenmiş ve oynanmaya devam eden yerli oyunlarla (bir kısmı okuma tiyatrosu olarak sunuluyor) bir denge oluşabildi. Bu dengenin yazarlarımız lehine, hiç değilse bu yıl için, bozulmasını bekliyoruz.

Aynı tiyatro, Cumhuriyetin 100. yılını kutlama konusunda ise, kimilerince “hamaset” olarak değerlendirilen bir-iki gösteri yapmakla yetinmiş gibi görünüyor. Kuşkusuz, bu tür kutlamalar için gösteriler de olabilir. Evet, ama yetmez! Nüfusu 20 milyona varan bir metropolde, o tür gösterileri en fazla birkaç bin kişi seyredebilir. Oysa, yetkin bir bakış açısıyla, her kesime yönelik, seyircilerin can yakan sorunlarına derinlemesine dokunan, kenar mahallelere kadar işleyecek bir repertuvarı yapıp hayata geçirmek gerekir. Unutmayalım ki, asıl değişimler, seyircilerin hücrelerine kadar işleyen, sahici ve etkili sanat yapıtlarıyla olur. 

Umarım, ülkemizin ikinci büyük tiyatrosu kısa sürede kendini toparlar ve yazarına sahip çıkar. Ve umarım, Cumhuriyet’in 100. yılında, çocuk ve gençlik oyunları (onlar için yapılan festivaller) da dahil olmak üzere, Cumhuriyet’e yön veren değerler olarak benimsenmiş olan, eşitliği, özgürlüğü, demokrasiyi, barışı, insan haklarını, bilimin üstünlüğünü, ekolojik değerleri  kılavuz edinen oyunlar sahnelerler (Bakınız, Devlet Tiyatroları 2010 koordinasyon konuşması). Ve yine umarım ki büyük oranda kendi yetişmiş yazarlarının oyunlarını seçerek, gerekirse ek bütçe isteyerek, Cumhuriyet’e yakışan bir repertuvar yaparlar. Sosyal demokrat büyükşehir belediyesine bağlı çalışan, en köklü tiyatromuzdan beklenen, milyonlarca seyirciye ulaşacak, kentin kılcak damarlarına kadar işleyecek güçlü, zengin ve etkin bir repertuvar yapmaktır.

İzmir Şehir Tiyatrosu Örnek Bir Repertuvar Sunuyor

Kamu tiyatroları içinde, Cumhuriyet’in 100. yılına en yaraşır repertuvarın İzmir Şehir Tiyatrosu’na ait olduğu anlaşılıyor. Sahnelenmekte olan Benim Naçiz Vücudum ve Bedia Muvahhit adlı oyun/gösteriler 100. yıl kutlamaları kapsamında görünüyor. Köprülere ve otoyollara yüksek ücretlerle geçiş izni verilen bir dönemde Deli Dumrul’un sahnelenmesi de son derece önemlidir. Bu yapımı da, Cumhuriyet’in geldiği nokta bakımından, eleştirel bir 100. yıl oyunu olarak değerlendirmek gerekir. Sahnelemeyi düşündükleri Nazım Hikmet’in Yolcu oyunuyla bu repertuvar daha pekişmiş olacaktır. Kurulduğundan beri, yabancı oyun yazarlarıyla bizim yazarlarımızın oyunlarını dengelemeye özen gösteren İzmir Şehir Tiyatrosu’nun, bu dengeyi Cumhuriyet’in 100. yılında, yazarlarımız lehine şimdiden bozmuş olduğunu görüyoruz. Kutlanacak bir repertuvar.

Kocaeli Şehir Tiyatroları’nın repertuvarına bakıldığında, on oyundan yedisinin yabancı yazarlara ait olduğu görülmektedir. Geriye kalan üç oyundan biri Sultan Kılıçaslan’la, ikincisi ise Mevlana’nın Mesnevi’siyle ile ilgili. Radyo-yu Hümayun’un da Cumhuriyet’in 100. yılı nedeniyle seçilmiş bir oyun olmadığı (sahnelenmeye başlanan tarih de göz önüne alındığında) anlaşılıyor. Oyunları göz önüne alındığında, programlarında Cumhuriyet’le ilgili herhangi bir repertuvar kaygısı güdülmediği sonuncu çıkıyor. 100. yıl kutlamalarına ait bir hazırlıklarının olup olmadığı ise bilinmemektedir. Kamuoyuna yansımış bir bilgi yoktur. Cumhuriyetin 100. yılının da gözetilerek, bizim yazarlarımızın çağdaş oyunlarının repertuvara daha çok dahil edilmesi, tiyatroyu büyütecek, onu daha etkin hale getirecektir. (2)

Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun repertuvarına bakıldığında, sahnelemekte oldukları yabancı oyunlarla bizim oyunlarımız arasında bir denge gözetildiği görülmektedir. Bu dengenin, hiç değilse bu yıl, bizim yazarlarımızdan yana bozulması önerilir. 

Haldun Taner’den uyarlanmış olan Yaşasın Demokrasi oyunu Cumhuriyet repertuvarı kapsamında değerlendirilebilir. Sermet Çağan’ın Ayak Bacak Fabrikası da, eleştirel bir oyun olarak bu çerçeveye dahil edilebilir. Ayrıca, sitelerinde, 100. Yıl Konseri planlandığı bilgisi yer almaktadır. 

Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda sahnelenmekte olan oyunların ağırlıklı olarak yabancı yazarlara ait olduğu görülmektedir. Cumhuriyet’in 100. yılına ait herhangi bir özel programa rastlanmamıştır. İyi yazılmış, güçlü bir dramaturjiyle sahneye taşınmış yerli oyunların seyirciler tarafından daha sıcak karşılandığı güçlü bir gözlemdir. Etkileme ve beğenilme şansı yabancı oyunlara göre daha yüksektir. Seçkin klasiklerin ve çağdaş yabancı oyunların yanında daha çok yerli oyuna yönelinmesi, seyirciyle daha güçlü ve köklü bağlar kurulmasına da katkıda bulunacaktır. Yerel yönetimlerin görevlerinden biri de budur. 

Yeni kurulan Edirne Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu‘nun repertuvarında yer alan dört oyunun da bizim yazarlarımıza ait olması sevindiricidir. Özellikle Kuvayi Milliye, hatta Eşeğin Gölgesi Cumhuriyet’in 100.yılına ait repertuvar ögeleri olarak değerlendirilebilir. Zamanla repertuvarının daha çok çeşitleneceğini, çoğunluğu oluşturmayacak düzeyde seçkin klasiklere ve çağdaş yabancı oyunlara da yer verileceğini umuyoruz.

Tekirdağ Şehir Tiyatrosu’nun repertuvarında iki oyun olduğu görülmektedir. Bunlardan biri Haldun Taner’in Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, öteki ise Ray Coonay’in Karmakarışık adlı oyunudur. Taner’in eleştirel oyunu Cumhuriyet’in 100. yılı için isabetli bir oyun olarak sayılabilir. Ancak, bu oyunun da, 1964 yılında yazıldığını unutmamak gerekir. Üzerinden 60 yıl geçmiş! Bu oyun yazıldıktan sonra yani Cumhuriyet’in son 60 yılında ülkemizde en azından üç darbe oldu. Sorunlar, nedenler, eleştiriler çok daha çeşitlendi, çetrefilleşti. Öte yandan, nasıl Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında, hala 10. yıl marşıyla yetindiğimize üzülüyorsak, aynı biçimde, 60 yıl önce yazılmış toplumsal oyunlarla da yetinmemeliyiz. Güçlü 100. yıl marşları yazılamadı ama yüzyılımızı değerlendirecek güçlü oyunlarımız var. Yeni yazılmış çağdaş oyunlarla 100. yıl repertuvarları güçlendirilmelidir.

Ankara Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın 2023 repertuvarı hakkında tam bir bilgi edinememekle birlikte, 2022 repertuvarından hareketle, özgün bir repertuvarın oluşturulamadığını söyleyebiliriz. Yıllardır, Devlet Tiyatroları’nda, şehir tiyatrolarında oynanmakta olan oyunların (Coşkun Irmak’ın Gece Boyunca oyunu hariç, onu da henüz okumadığım ve izlemediğim için kalitesi hakkında bir şey söyleyemem) bir tekrarı olmaktan kurtulamamış bir repertuvar izlenimi veriyor. Haldun Taner’in Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım oyununun Ankara Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları sahnesinde de yer almış olması, Cumhuriyet’in 100. yılı kapsamında olumlu olarak değerlendirilse de, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti için yenilikçi, güçlü ve özgün bir repertuvar oluşturulamadığı açık. Hızla bu eksiklik giderilmelidir. 

Mersin Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun repertuvarının komedi ağırlıklı olarak (seyircilerimizin yalnız komedilerden hoşlandığını düşünmek de ezber bir bilgidir ve dayanakları zayıftır) yaptığı anlaşılıyor. Bunula birlikte, repertuvarın bizim yazarlarımızın oyunlarından oluştuğunu görmek sevindirici. Bu oyunları farklı sahnelere yaymış olmaları da olumlu yönde dikkat çekici. Özellikle Kamyon oyunu Cumhuriyet’in 100. yılı repertuvarı için çarpıcı bir oyundur. Doğu’dan Batı’ya doğru yola çıkan kırmızı bir kamyon (Türkiye Cumhuriyeti olsa gerek) kestirme yollardan gideceğim derken (beceriksiz ve öngörüsüz şoför ve muavininden dolayı) nasıl oluyor da saplanıp kalıyor ve bir türlü tamir edilip yoluna devam edemiyor?.. Yalnız içerik olarak değil, biçim olarak da özgünleşme yolundaki tiyatromuz için yol gösterici bir oyundur Kamyon. Kişileri ortaoyunu ve Karagöz’den alınmıştır. (Bu konuda da ayrıntılı bir yazı yazdım. (3) Bu tiyatromuzun repertuvarının da seçkin klasikler ve dünya tiyatro edebiyatından seçilmiş çağdaş oyunlarla desteklenmesi isabetli olacaktır.

Ucuz bilet fiyatlarından dolayı kamu tiyatrolarıyla rekabet etmek zorunda kalan bağımsız tiyatroların (kuşkusuz bilet fiyatları düşük tutularak halkın tiyatroya kolay erişmesine devam edilmeli, ama bağımsız tiyatrolar da desteklenerek bu acımasız rekabete maruz kalmaları önlenmeli) 100. yıl repertuvarları ise başka bir yazının konusu olacak genişlikte ve önemdedir. Bağımsız tiyatrolar, her şeyden önce ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Cumhuriyet’in onları desteklemesi gerekir. Onların da Cumhuriyet için yapacakları çok şey var. 

Yazının başında da değindiğimiz gibi, en önemli konulardan biri de, bazı tiyatrolarımızın repertuvarlarının bir bütünlük oluşturmayı zorlaştıracak kadar çeşitlilik taşıması ve hatta zıtlık oluşturacak oyunlardan oluşması. Bu bakımdan bazı tiyatroların repertuvarları “deli kızın çeyiz bohçası”nı andırıyor. Birbirine uymayan o oyunlarla bir tiyatronun repertuvar politikasından söz etmek oldukça güçleşiyor. O tiyatroların da kimlikleri silikleşiyor, belirsizleşiyor. Görünürlükleri de azalıyor. 

Uzun Sözün Kısası

Kamu tiyatroları, kamu yararı için, topluma hizmet amacıyla kurulmuş sanatsal işletmelerdir. Halkın vergileriyle yaşamlarını sürdürürler. Kar amacı taşımazlar. Devlet tarafından desteklendikleri için, zarar etmeyi bile göze alarak, halkı seçkin sanat yapıtlarıyla buluşturmayı görev edinmişlerdir.

Öte yandan, kamu tiyatroları, yalnız seyirciye karşı değil, ama aynı zamanda, kendi yazarlarımıza karşı da sorumludurlar. Oyun yazarlığının gelişmesine katkıda bulunarak özgün ulusal tiyatronun oluşturulmasına öncülük ederler. Oyun seçiminde, bağımsız tiyatrolar gibi öznel bir tutum içinde olamazlar. Kamu tiyatroları kimsenin özel tiyatrosu değildir!.. Liyakati, adaleti ve kaliteyi hep önde tutma sorumluluğuyla hareket etmeleri beklenir. 

Bu tiyatroların sanatsal denetimini ise, eleştirmenler, basın yayın organları, akademisyenler üstlenmiştir. Bu kurumlar, yine kamu adına, nesnellikle hareket ederek eleştiride bulunabilirler. 

Cumhuriyetimizn 100. yılında, kamu tiyatrolarının repertuvar politikalarının gözden geçirilmesi, çok yönlü olarak konuşulması, eleştirinin ışığında yenilenerek yoluna devam etmesi kamu yararınadır. İkinci yüzyılın başında, Cumhuriyet’e layık, çağdaş dünya tiyatrosuna denk bir tiyatroya sahip olmanın bir yolu da budur.

Kendi oyun yazarlarımıza daha çok yer verilmesi, yalnız yazarlarımızın değil, aynı zamanda tiyatromuzun ve ülkemizin de yararınadır. Özgün, gelişmiş bir tiyatronun yolu kendi yazarlarımızın iyi yetişmiş olmasından geçer. Sözümüzün, biçim ve biçemimizin özgünlüğü arzu edilen o tiyatroyu var edecektir. Dünya tiyatrosuna bu yolla daha çok katkıda bulunabilir ve bununla hep birlikte gurur duyabiliriz.

Cumhuriyetimizin 100. yılında, tiyatromuzu, elbirliğiyle, daha güçlü, öncü, deneysel, kısacası yetkin ve yaygın bir hale getirebileceğimiz, yeni bir yüzyıl diliyorum. 

Prof.Dr. HASAN ERKEK

8 Ekim 2023

 

Kaynakça:

1 “Devlet Tiyatrolarının Repertuar Anlayışı ve Müzmin Bulvar Komedisi Hastalığı”, Türk Dili, Şubat 2018, Sayı: 360.

2 Repertuvar bilgileri, tiyatroların kendi web sitelerinden, sosyal medya hesaplarından ve basın yayın organlarından derlenerek ortaya çıkarılmıştır. Tiyatrolarımızdaki genel eğilime bakmak üzere oyunlar değerlendirilmiştir. Bir iki eksik, bir iki fazla oyun olabilir. Bu bir istitastik yazısı değildir. Öyle bir yazının yazılması da yararlı olacaktır. 

3 “Gelenekten Geleceğe Tiyatromuzda Yol Gösterici Bir Oyun Olarak Memet Baydur’un Kamyon’u”, Dramatik Dergisi. 

 

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku