Molière tarafından yazılan, Orhan Veli Kanık tarafından tercüme edilen ve Yiğit Sertdemir tarafından günümüze uyarlanan bir klasiğin İBB Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmesine sevindim…
İnsanlık, tarihi birikimlerden oluşur. O birikimleri insanlık sanata aktararak ölümsüzleştirmektir. Sanat geçmişi bugüne taşırken yarına da mesaj verir, çünkü sanat, insanlık tarihinin ya da birikimin en iyi iletkenidir…
Oyunu Kağıthane’deki Sadabad Sahnesi’nde seyrettim. Oyundan evvel, tanıtım panosunda çevirmen olarak Orhan Veli Kanık’ın ismini gördüğümde ister istemez kafamın içinde günümüz şairlerin isimleri geçti. Kaçının tiyatro eseri, kaçının klasik bir eseri tercüme ettiğini düşündüm… Dilimize kazandırılan bir çok dünya şairinin şiirlerinin tercümanı olan şairlerimizin sayısı azalıyor ne yazık ki. Oysa, ben o şairlerin çevirdikleri şiirleri çok severim; şairi ancak bir şair iyi anlar, onun tercümesi şiirin ruhunu yakalamıştır çünkü. Şair bir tercümandan okuduğum şiirin, o şiirden daha çok keyif almamı, daha iyi anlamamı sağladığını düşünmüşümdür…
Şairler, şiirlerinde insanlığın hikayesinden topladıkları düşünceleri, duyguları damıtırlar ve yarattıkları imgelerle bize büyük bir hikayeyi bir kaç kelime ya da mısra içinde sunarlar; şairler insanlığın birikimini taşıyan işçilerdir…
İyi bir şairin tercüme ettiği bir metnin “müzikalleştirilmesi”, izlediğim oyuna yapılmış en önemli katkı bence. Düşünenlerin, besteleyenlerin ve ses verenlerin emeğine sağlık!…
Oyun, yazıldığı dönemde, kralın tepkisini çok çekmiş olacak ki, hemen yasaklanmış! Oyunu yasaklanan yazar, hemen bir iki düzeltme yapmış ve oyunu yeniden sahneye koymuş ama yine yasaklanmış! En sonunda yazar, kralın rahatsız olduğu bölümleri yeniden yorumlamış. Bu son yorumuyla okuyucusuna, izleyicisine üstü kapalı bir mesaj verir: Oyun öyle bir yerde kesilir ki, bundan sonrasını siz kafanızda oluşturun der. Bu hamlesiyle, yazar sansürü öyle bir betimler ki, sansürcü artık oyunu sansürleyecek bir gerekçe bulamaz! Oyun beklendiği gibi değil de, sessizce biter. “Sessizlik” sansürü anlatır. Molière, bu zekice hamlesiyle, oyunun başına gelenleri, 14. Louis’in sansürcü iktidarını başka söze gerek durmadan, bizzat oyunun içine yedirir ve böylece tarihe not düşer.
Üzerinden yüzlerce yıl geçtikten sonra, yazıldığı günkü kadar güncel olan “Tartuffe” hala dünyanın pek çok yerinde sahnelenmektedir. Sanatçılar, her zaman bir yolunu bulur söylemek istediğini söyler, tüm sansürlerin delinecek bir yerini bulur, o delikten akar gider sanatçının sözü…
Sadabad Sahnesi’nde oyuna 15 dakika kala kapılar açıldı, yerimizi alırken sahneye gözüm ilişti. Nasıl ilişmesin ki?! Kiliseyi andıran dekor, 10 derecelik bir eğimle zeminin üzerinde duruyor, asansör, merdiven, kapılar ve koltuk ile bizi karşılıyor… Hemen sahnenin yan tarafında müzisyenler için ayrılan bir alan bulunuyor.
Genelde gittiğim oyunların tanıtım broşürünü önceden okumam, çünkü ben seyrederken broşürün benim bakış açımı etkilemesini istemem, önyargıyla izlediğim birçok oyundan keyif almadığım için, genelde oyunun adı dışında bilgi almadan oyuna giderim. Sahnede olan bitenin, herşeyden bağımsız olarak bana bir şey anlatmasını isterim. Sahne konuşur, ben onu dinler ve gözlemlerim ve daha sonra anlatılanları kafamın içinde kendimce yorumlarım…
Bu oyunda da aynı yolu izledim, sadece adını biliyordum, hangi sahnede, saat kaçta olduğunu biliyordum. Bir de yönetmenin adını biliyordum. Şehir Tiyatroları’ndan arkadaşlarım “Bu oyunda farklı bir bakış açısı bulacaksın, mutlaka gör” demişlerdi. Elbette her yönetmenin farklı bir anlayışı ve bakış açısı vardır, sahneye koyduğu eserlerin hepsinde bir ortak yön bulabilirsiniz, eğer yönetmeni iyi tanıyorsanız…
Yiğit Sertdemir’in, “Tartuffe” oyunu için, kendisine çok iyi bir kadro kurduğunu fuayede tanıtım panosuna bakarken hemen anlamıştım, daha önce bir çok oyunda izlediğim, çok önemli işlere imzalarını atan ustalar da vardı kadroda…
Barış Dinçel, dekorlarıyla her zaman harikalar yaratıyor. O’nun ustalığını yansıtan dekor tasarımı, oyunun özüne iner, metin ve rejiyle bütünleşir. Ayrıca, oyuncuların sahnede rahat hareket etmesini sağlayan dekoru öyle bir yerleştir ki, sanki o sahnede o materyaller hep oradadır ve o oyunun bir parçası gibi algılarız… Dinçel’in kurduğu dekorlarda oyunun ruhunu yakalayabilirsiniz, sessizce arkada ya da oyuncuların arasında duran her nesne, sessizce seyirciye bir şeyler fısıldar…
Dekoru öne çıkaran sahnede ikinci unsur ise ışıktır. Işık oyuncuların hareketlerini, mimiklerini, jestlerini daha görünür kılmakla kalmaz, aynı zamanda oyuncunun sesine ses katar. Mimikler seyirci tarafından görülmesi gereklidir, o mimikler oyuncuyu diğer oyunculardan ayırır ve oyunun akışına oyuncunun kendi imzasını atar. Her oyuncu yönetmenin istekleri dışında oyuna kendisinden bir şey katar… Kemal Yiğitcan bir çok oyunda tasarımını gördüğüm ustalardan biridir, fakat bu oyunda neden sahnenin birçok alanı oyuncuları izlerken karanlık ya da oyuncunun yüzünde gölgelerin oluşumuna sebep verdi anlayamadım, belki yönetmen öyle dediği için, belki sahne değiştiği için oyuncu planlanan yerde olmadığı için oldu diye düşündüm… Oyunun bir çok sahnesinde oyuncunun biri aydınlıktayken, diğerine göre karanlıkta/ gölgede kalması acaba bir tercih mi, yoksa teknik imkanın o sahne için yetersiz olması mı?
Müzik bir oyunda akışın olmazsa olmazıdır, seyircileri yönlendirirken aynı zamanda oyuncuları da yönlendirir. Oyunu akışına müdahale eder, monotonlaşmasını ortadan kaldırır, cümlelerin gücüne güç katar. Ancak bu oyunda, canlı müzik öyle bir perdeleme yaptı ki, oyuncuların müzik eşliğinde vurguladığı birçok cümle ne yazık ki müziğin içinde altında yok olup gitti. Elbette tüm oyun boyunca böyle olmadı ama, bazı sahnelerde replikleri müzik yuttu. Yine de belirtmeliyim ki, Emrah Can Yaylı, Orhan Veli Kanık şiirlerini oyuna o kadar güzel uyarlamış ki, şarkılar sanki yüzlerce yıl o oyun içinde söylenmiş hissi uyandırıyor…
Kareografide Özge Midilli imzasını görüyoruz. Oyuncular son derece akışa uyumlu ve doğal hareket ediyorlar. Her oyuncu sahnede öyle eşgüdümlü hareket ediyor ki, müzikalin keyfine doyum olmuyor…
Eylül Gürcan imzasını ise kostüm tarasımında görüyoruz. Dekora, müziğe muhteşem uyumu yanında, kostümlerde oyuncuların hareketlerini zorlaştıran herhangi bir fazlalık yok gibi… Tartuffe’ün giydiği kıyafetlerin neden kat kat olduğunu ise oyunun son perdesinde anlıyoruz. Dincilik kıyafeti çıkınca, Tarfuffe gerçek duygularıyla çıplak olarak sahnede yerini alıyor. Gerçek yüzünün ortaya çıkışı kostümlerinden de arınmasıyla eşzamanlı oluyor. Çok sevdim açıkçası, kostüm oyuna öyle bir katkı sunmuş ki, sözün üzerine görsel bir vurgu eklemiş…
Oyuncuların oyun boyunca üzerlerine düşen görevi yerine getirdiklerini düşünüyorum. Oyunda öne çıkan karakterler, Tartuffe, Orgon, Dorine, Mariane, Elmire ve Cléante.. Elbette bu rollere hayat veren oyuncular sahnede daha görünür olurken, arkada kalanların, daha doğrusu gölgede kalanların da oyuna katkıları yadsınamaz. Nilay Bağ, Bennu Yıldırımlar, Naci Taşdöğen, Tolga Yeter elbette daha öne çıkıyor… Oyunun metninden kaynaklanan bir tercih söz konusu; karakterler yerine tip ile uğraşır klasik tiyatro, klasik tiyatroda tek tek birey değil, değişmez evrensel insan tipi öne çıkarılır. Oyunun yazıldığı dönemdeki anlayışa göre, gerçekliğin ancak böyle yansıtılabileceği düşüncesi hakimdir. Oyunda yaşanan iç çatışma, karakterin kişiliğini değiştirmez.Mesela, yediği kazığa rağmen Orgon hep aynıdır, dünyaya aynı şekilde bakar.
Tarihsel ve evrensel bir bütünlük içinde, “Tartuffe”ü kendi öznelliğiyle muhteşem biçimde yorumlayarak, birbirinden değerli ustaları kadrosuna katarak bu güzel oyunu bize sunan değerli yönetmen Yiğit Sertdemir’e çok teşekkür ederim. Bu zamanda, bu kadar güzel bir oyunu farklı yorumuyla sahneye taşıyarak seyircilere keyifli bir tiyatro deneyimi yaşatıyor.
Elbette, bugün, böyle kıymeti bir oyunun sahnelenmesine olanak sağlayan İBB Şehir Tiyatroları yönetimine de ayrıca teşekkür etmek gerek…
“Tartuffe”, din kisvesi altına gizlenmiş sahte bir dindarın hikayesi. Yazıldığı dönem Fransız Devrimi süreci ve o süreçte, kilisenin gücü ve kralın hakimiyetine karşı giderek güçlenen burjuvazinin trajikomik hikayesini anlatıyor oyun… O hikayenin günümüze uyarlanması ve günümüze dair göndermeleri seyirci tarafından alkışlarla karşılandı. Özellikle, oyunun günümüze dair göndermelerinin büyük bir beğeniyle karşılanmasından büyük mutluluk duydum.
İSMAİL CEM ÖZKAN
Tartuffe
Yazan: Moliere (Jean-Baptıste Poquelin)
Çeviren: Orhan Veli Kanık
Yöneten: Yiğit Sertdemir
Dekor Tasarımı: Barış Dinçel
Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan
Müzik: Emrah Can Yaylı
Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Efekt Tasarımı: Serkan Yavşan
Koreograf: Özge Midilli
Dekor Uygulama: Sırrı Topraktepe
Kostüm Uygulama: Aynur Duran Kopuz – Sibel Usanmaz
Yardımcı Yönetmen: Tolga Yeter
Reji Asistanları: Hazal Uprak – Özge Kırdı – Damla Cangül Yiğit
Oyuncular: Bennu Yıldırımlar, Emre Şen, Gürkan Başbuğ, Mehmet Soner Dinç, Murat Garipağaoğlu, Naci Taşdöğen, Nilay Bağ, Özge Kırdı, Semah Tuğsel, Tolga Yeter, Yeşim Koçak, Zeynep Göktay Dilbaz