Bu afiş Alman tiyatro topluluğu Ensemble Material Theater’in “WOOF – Who’s going to save the world?” isimli oyunundan. Yandaki afişte ne görüyorsan, bu resmin gösterdiğinin daha fazlasını ancak oyunu izlersen görebilirsin. Keşke sen de benim gibi bu oyunu izlemiş olsaydın. O zaman sana bir şey anlatmama gerek kalmazdı. Bize sadece mutlu olma, neşelenmeyi paylaşma işi düşerdi. Ama şimdi sadece bu afişe bakabiliriz seninle ve buradan bir dünya kurabiliriz.
Her fotoğrafın bir hikâyesi vardır mutlaka. Seni kendine çeker. Durur, bakarsın. Dikey çizgilere, yatay eğrilere, renklere, büyüklüklere, dairesel olana, çizgisel olana, uzak-yakın mesafeye. Biçimsizlikle biçim arasında bir denge bulmaya, uzamdaki nesneleri hacimleriyle, renkleriyle, uzaklıklarıyla aklındaki anlamını arayan yere ulaştırmaya çalışırsın. Bazen bu yeri şıp diye bulursun. Bazen uyumsuzluk karşılar seni. Uyumsuzluk belki rahatsız eder seni, belki haz verir, belki anlamsız bulursun ama o sende yine istemsizce bir yer bulmaya çalışır. Belki de uyumu bulur seversin, duygudaşlık kurarsın, bir yerlerden tanıdık gelir, bir zamanla karşılaştırır seni; yakın, geçmiş ya da gelecek.
Fotoğraflar ona bakanla konuşur. Bu söyleşmede yakaladığın tadı çoğaltmak istediğin zaman, yörene bakınırsın. Senin gördüğünü başkası da görüyor mu, duyuyor mu diye. İşte burada tiyatronun fotoğraf sanatından farkını ve ikisinin farklılaşan hazzını düşünüyorum. Görünürdeki eylemsizliğinin zihninde, bedeninde yarattığı yankıyı başkalarının bedenlerinde de bulmaya çalışırsın tiyatroda. Yalnızlık enderdir, çoğu zaman. Her oyun izleyicisini bulur. Burada gerçek eylem ve duyuların tamamı devrededir, çifte duyumsallık da diyebilirim buna. İşittiğini içine yankılar sahne. Bir de içinden işitirsin, içerden bakarsın yansıtılana.
Fotoğrafın o eylemsizlik durumundan, yani tiyatrodaki geçici konukluğundan ardı ardına akan hareketli fotoğraflara geçmeden önce yukarıdaki afiş ne mi anlatıyor bana? Sadece içim ısınıyor bakarken. Belki kırmızı burunlu köpekler gördüğümden. Belki işler sarpa sardı, ne olacak şimdi bakışları gördüğümden, belki de sadece bir arada olmalarının verdiği yakınlık hissinden. Ama içim sıcak, bildiğim bu. Sana neler çağrıştırdı?
Aşağıdaki fotoğraf ne anlatıyor olabilir? İki oyuncu ve bir bankta yan yanalar.Renkler pastel.Banktaki sarı-yeşil karşıtlığı çöp tenekesiyle posta kutusunun toprak renkleriyle uyumlu. Uyumsuz renklerin bir uyumu var burada.Şemsiye ufacık. Matematiksel bir boyutu var fotoğrafın. İkaz işaretlerindeki dairesellikle çöp kutusunun daireselliği karşıt uçlarda. İkaz işaretlerininin de bir hikayesi var: İki farklı köpek statüsüne yer verilmiş. Biri sahibi olanlara işaret ediyor, diğeri sahipsiz olanlara. Ama her ikisine de yer var. İzleyince oyunun temasıyla dekoru arasındaki dramaturginin uyumlu olduğunu görüyoruz. Sahne bunlardan ibaret. Bekliyoruz.
Fotoğrafta olduğu gibi. Ben ve sahnedekiler. Bir şeyler olacak. Buradaki bekleyiş Beckettvari bir bekleyiş değil neyse ki. Gerçeklik korkutucu değil. Çünkü izleyicisi çocuk.Şimdiden varoluşsal krizleri yaşamak için çok erken. Bekleyelim. Gelecek uzun sürecek.
Oyununun açılışı kısa anlık bekleyiş fotoğrafıyla başlıyor ve ardından oldukça keyifli buluşlarla devam ediyor. Ayrıntılar üzerine kurulu bir oyun. Rastlantıya yer yok. Matematiksel olarak her hareketin yönü, süresi, zamanı hesaplanmış gibi. Sınırlar içinde özgürlük hissi veren yaratıcı devinimlerle muzip bir dil yakalanmış. Örneğin göğe bakan karakter, her gece üzerine kuşlar pislemesin diye elinde şemsiyesiyle uyuklayan ama yine de kuşlardan her şekilde nasibini alan biriyken, yanındaki sereserpe yattığı halde kuşların pas geçtiği bir tip. Hayata karşı tavırları bu kadar net. Aralarındaki iletişim oyunsu bir dile dayanıyor. Fiziksel özellikleri, davranışları, olaylara tepkileri farklı. Biri oldukça net hareket ederken diğeri daha dağınık ve esnek davranabiliyor. Ama ikisinin ortak özelliği hayvanları sevmeleri. Hayatlarına giren köpeklerle bir anda öncelikleri değişiyor. Kısa bir süre önce sadece birbirlerine dostluk yapan bu iki insan aynı zamanda yetişkin olmayı, başkasını korumayı, onunla ortak yaşamayı, azla yetinmeyi öğrenmeye başlıyor. Ama oyunun en önemli özelliği, hiçbir şeyi parmak sallamadan süreç içinde göstermesi. Çatışmaların doğurduğu eylemler birbiri ardına sıralanıyor. Sokakta yaşayan bu iki tipi seçen hayvanlar da sıradan değil. Mesela ilk tanıştıkları köpeğin keskin dişleri, dağınık tüyleri ve uzun kafası sevimli köpek imajını da zedeliyor. Yani bu dünyada ideal olan çoğu şey yerle bir ediliyor. Uzun keskin dişler sakal tıraşında ya da bacak tüylerinin alınmasında işe yarayabiliyor.
Oyunculuklar, temiz çalışılmış mizansenler, sıkı oyun kurgusunun dışında en önemli şey oyunun temasını kaçırmadan ritmi sürekli değiştiren ve algıyı dağıtmayan oyunsu buluşlar. Her eylem, aksiyon oyunsu bir buluşla renklendirilmiş. Bu da oyunu merakla izlemeyi sağlıyor. Çocuk oyunlarının yetişkin oyunlarından en önemli farkı da burada yatıyor sanırım. Uzun diyaloglar ve değişmeyen sahne ritmine ek olarak bir sonraki adımın ne olduğunu tahmin edildiği yetişkin oyunlarının yeniden oyunsu ruhuna, o şaşırtıcı buluşlara geri dönmesi fena olmaz mı?
İyi bir oyun izlediğinde yönetmeni ben olsaydım diye gıpta ediyorum. Hemen o rejiyi, o mizansenleri ben keşfetmiş olsaydım diye bir ah ediyorum. Ya da iyi yazılmış bir metin için de keza öyle. Çocuk oyunları için ben o kriteri belirledim kendimce. Çocuk oyunları için yazılmış bir metinde yaş farkına rağmen ben de eğleniyorsam, ben de düşünüyorsam, ben de şaşırıyorsam ve meraktan çatlıyorsam o metin iyi yazılmıştır bana göre. Beklenti, merak, neşe ve gerçeklik yan yana durabilmişse, ben de o yazının kalemi olmak istiyorum hemen. Onu ben nasıl düşünemedim deyip neşemi yazmaya yöneltiyorum, kalemimin gıptadan daha da incelmesini umarak. Zaten neşe incelikten gelmez mi, arınmaktan, yoğrulmaktan, değer vermekten, çocuk dünyasına yakın olmaktan, çocukluğunu yenileyebilmekten? Oyunculuklar da metine, rejiye, müziğe ve fotoğrafa ayak uydurduysa, ben sahnenin tamamı olmak istiyorum.Sahne bende bedenselleşiyor. Bu oyunda da sanki böyle bir enerji vardı. Herkesi oyunun meselesinin organik bir parçası kılmaya dönük samimi bir ortam oluşturmuştu. Yediden yetmişe herkesle eşit mesafeden kurulan ilişkinin davet edici bir dili vardı. Sahnede olan en ufak eylem bu yüzden dikkat çekiyordu.
Çocuk oyunları için iyi oyunculuk konusu tartışma konusudur. Nasıl oynanmalıdır dair bitmeyen tartışmalar sürer gider. Benim tek kriterim var: Samimiyet. Bir arkadaşla oynar gibi oynamak, izleyiciye akıl verir gibi değil. Birlikte bulmaya, anlamaya, tartışmaya mütevazi bir davettir bu. Bu oyunda yeniden o soluğu duyumsadım.
Yönetmeni kimmiş diye baktığımda, bu oyunun yönetmenleri Alberto García Sánchez ve Alexandra Kaufmann ikilisi. Yönetmen sayısı arttıkça oyunun kalitesi de o kadar artmış. Sanki birinin gözünde eksik kalan taraf, diğeri tarafından tamamlanmış. Çünkü sahnede hep değişim, hep oyunsuluk, hep temayla örtüşen buluşlar var, sempatik olma kaygısı taşınmaksızın. Bu da izleyici olarak algıyı sürekli ayakta tutan bir dinamiklik sağlıyor. (Oyuncuların sempatik olmayı göstermeden oynamaları da ayrı bir meziyet.)
Başta da belirttiğim gibi, oyun başladığı anda beklenti oluşturuyor yarattığı görsellikle. Durup bakma isteği sahne açıldığında izleyici olarak bende hemen oluştu. Bakma isteği, renkler, çizgiler, fotoğrafın dinamikliğiyle bağlantılı olduğu kadar boşlukla da bağlantılıydı bence. Sahnede koca koca dekorlar, tıkış tıkış ağırlıklar, gözü yoran renkler bulamacı yoktu. Bazı oyunlar muazzam boşluklarla gelirler sana. O boşlukları sana bırakırlar ve sen nasıl doldurmak istersen öylece kapanır o boşluk. Nasıl anlam vermek istersen. Daha hareket başlamamıştır çünkü. Sahne ağırlığını boşluğundan alıyordu ve izleyici olarak o boşluktaki dinginliğe yönelmemi sağlıyordu. Burası neresiydi? Kimlerdi bu banktakiler? Biri kravatlı, diğeri kürklü bu iki ayrıksı tip neyi bekliyordu? Merak hemen yerini aldı. Çocuklar bir olaya, duruma, karmaşaya dahil olmak istediklerinde genellikle merak duyuyorlarsa hemen dahil oluyorlar bildiğimiz gibi. İlgisini kaybettiği anda tut tutabilirsen. Yönetmenler de bu hassasiyeti oyun boyunca sürdürmüş, her eylem bir buluşla süslenmiş, her beklenti yeni bir beklentiye eklemlenmiş.Her soru bir cevap iddiasında ama her cevapta bir soru silsilesini arkasından getirtmeye aday.
Oyun sokakta yaşayan ve günlük sadece bir sosisle beslenen iki arkadaşın bir köpekle arkadaş olmalarını konu ediniyor gibi. Haliyle beslenmeleri sadece tek bir sosisle çok zor, onların yaşamı için üçüncü bir mide açlık demek. Ama bir süre bu açlığı göz ardı edip, çöpten buldukları bir köpeği aralarına almaya karar veriyorlar. İlk gün tüm sosisi köpeğe vermek zorunda kalıyorlar, köpek çok aç çünkü ve uykuya daldıklarında aç midelerinin gümbürtüsüyle (canlı müzikle) yaratılan ritim bizi eğlendirse de onları çaresiz bırakıyor. Ama bir şekilde, buldukları çiçekleri yiyerek geceyi atlatıyorlar. Sevgileri o kadar büyük ki, açlıkları onlar halsiz bıraksa da sabah olunca uyuyan köpek akıllarına gelince neşeyle unutuveriyorlar bu hali. Bir sonraki gün aralarına başka bir köpek daha katılıyor.Her gelen köpeğin bir hikayesi var. Bu yeni köpekse birileri tarafından iple bağlanıp yalnızlığa terk edilmiş ayrıca vejeteryan. Yani tek sosis yetmediği zaman yenen çiçeklere bir mide daha ekleniyor.Bir sonraki gün engelli bir köpeğin daha ortaya çıkması işleri daha da zorlaştırıyor. Bu köpeğinse sirkte bir trapezden atlarken düşüp sakat kaldığını fiziksel oyunlarla anlattığı hikayesinden anlıyoruz. Bir sonraki günler iki köpek daha derken açlıkla baş edemez hale geliyorlar ve üstelik köpekler her yeri kirletiyor, çünkü tuvalet alışkanlıkları yok. Çözüm onları terk etmek olunca ortaya tok karın ama üzgün suratlar kalıyor. Bu bir çözüm olabilir mi diyor anlatıcı-müzisyen. Evet, oyun daha başlamamışken bu anlatıcı önce sahneye çıkmıştı. “Sokakta bir hikaye gördüm ve o hikaye beni buraya kadar izledi” deyip bizi oyuna davet etmişti. Şimdi yine karşımızda ve soruyor, acaba destek ağlarıyla, dayanışmayla herkesi mutlu edebilir miyiz diye. Bir anda ağ büyüyor ve her taraftan sosisler yağmaya, dökülmeye başlıyor ve mutlu son.
Pedagojik olarak da iyi düşünülmüş oyunun yazarları aynı zamanda oyundaki iki clownu canlandıran Annette Scheibler, Sigrun Kilger ikilisi. Tabi insan yazdığı bir oyunu iyi de oynarsa ortaya duyusal olarak zengin bir içerik ortaya çıkıyor. İkili hem köstümleriyle, hem yarattıkları tiplemelerle farklılıklar üzerinden rollerini biçimlendirmişler. Oyunun yaratım süreci sanki sahnede çalışıldıkça biçimlendirilmiş gibi geldi. Yani sanki oyun sahnede süreç içinde yaratıcı devinimlerle kendi kendini doğurmuş gibi. Her eylemden bir sonraki eylemin yeni bir yaratıcılığa alan açarak genişlemesi izleyici olarak bende yaratıcı neşeye vesile oldu.
Oyunu Ankara’da 17-25 Ekim 2020 tarihlerinde Tiyatro Tempo’nun öncülüğünde online düzenlenen 6.Uluslararası Ankara Kukla Festivali’nde izlemiştim. Festivale emeği geçen herkese ve başta Haluk Yüce olmak üzere Tiyatro Tempo çalışanlarına buradan da teşekkür ederim.
GÜLDEN ATEŞ
Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü ÖYP Araştırma Görevlisi