Gerçeğin Natüralist Geri Dönüşü: “Julie”

Yavuz Pak
4,3K Okunma

“İktidar her yerdedir. Her şeyi kapladığından değil, her yerden geldiğinden dolayı her yerdedir ve tek bir yerde işlemez, çok sayıda yerde işler: aile, cinsel yaşam, erkeklerle kadınlar arasındaki ilişki vs. Tüm bu ilişkiler politiktir. İktidar, her durumda toplumsal örgütlenmenin ve insan ilişkilerinin asli unsurlarından birisidir ve toplumun tümüne kök salmıştır.” (1)

ba-tiyatro’nun “Julie” oyunu, Foucault’un bu tespitlerini seyircisine ampirik bir deneyim üzerinden anlatıyor. Ampirik bir deneyim, zira bu çarpıcı oyun İsveçli oyun yazarı August Strindberg’in ve natüralist tiyatronun önemli örneklerinden biri ve orijinal adı Mademoiselle Julie. Oyun, bir yılbaşı akşamı, aristokrat bir ailenin malikanesinin mutfağında geçiyor. Olay örgüsü tek bir mekanda ve tek bir zaman diliminde kurgulanan oyun, Kont’un kızı, soylu Julie ile uşak Jean arasında yaşanan aşk ilişkisi üzerinden sınıfsal ve cinsel kimlikleri, çatışmaları, çelişkileri ve bunlara içkin toplumsal, ekonomik, kültürel ve psikolojik veçheleri irdeliyor. Çocukluk aşkı Julie’nin ailesine hizmet eden Jean, O’ndan hem nefret eder hem de O’nun aracılığıyla sınıf atlama hayalleri kurar. Sınıfsal öfkesini ve ezilmişliğinin yarattığı hırslarını Julie ile birlikte olarak bastırmaya çalışırken, bu ilişki üzerinden elde ettiği “cinsiyet iktidarını” büyük bir kibirle kullanır. Julie ise, bir aristokrat olarak ayaklarını öptürecek kadar üzerinde “sınıfsal iktidara” sahip olduğu Jean ile yaşadığı ilişkide, cinsel kimliğiyle “ezilen ve biat eden” tarafa dönüşür.  Anne ve babasının evliliğinde yaşanan sorunlar Julie’yi çok etkilemiştir.  Bir yandan aristokrat sınıfsal kimliğininin hakim konumundan sıkılırken, diğer yandan  cinsel kimliği ile ezilen bir kadın olarak, Jean’in şahsında babasından ve erkeklerden intikam almayı düşler. Oyunda, “iktidarın iki kadim yüzü”, yani sınıfsal ve cinsel iktidar içiçe geçerken, değişen dengeler üzerinden çok sert çatışmalar yaşanır ve iktidar özneleri ile kimlikleri arasında yaşanan bir “kaos” ortaya çıkar. Uzun çatışmaların ardından Jean Kont’un tahakkümüne boyun eğer, Julie ise intihar eder. 

Kazanını olmayan bu kaos, seyirciyi tüm gerçekliğiyle “iktidar” olgusunu sorgulamaya yöneltiyor. Tüm gerçekliğiyle derken abarttığım düşünülmesin. Çünkü “Julie”, natüralist tiyatro anlayışının bugüne uyarlanmış bir örneği olarak, oyun yerine girdiği andan itibaren mekansal olarak uzak ve kopuk, bağımsız bir uzamda, her detayı ile “gerçek” ve her anı “olduğu gibi” bir zaman dilimi sunuyor seyircisine. Kurmaca ile gerçekliğin ayırımını neredeyse imkansızlaştıran bu deneyim, sahne yeri ile seyir yeri arasına “dördüncü bir duvar” örüyor ve seyirciden uzamsal olarak yalıtılmış bir “doğal gerçekliği“ serimliyor. Ancak bu gerçeklik “dışsal değil”; “Julie” gibi başarılı  örneklerinde seyircinin oyunla bir yaşantı birliği duyumsayarak özdeşlik kurduğu ve “içselleştirdiği” bir gerçeklik: “Gerçekliğin doğaya bağlı kalınarak yansılanmasını isteyen natüralist-gerçekçi tiyatro anlayışı, felsefi pozitivizmin, belirlenimcilik düşüncesinin ve çevre kuramının etkisinde 1880 ile 1904 yılları arasında etkinlik kazanmış avangart bir akımdır. Döneminin gerçeklerden uzak duran burjuva tiyatrosuna karşı, gerçekliği bilimsel kesinlik içinde vermeyi, insanı tüm fiziksel ve toplumsal bileşenleri içinde çözümlemeyi amaçlar. Emile Zola’nın kuramcılığında gelişme gösteren natüralist tiyatro, “sanat, tabiatın bir parçasıdır” ve “sanat, yeniden tabiat haline gelmeye çalışır” ilkeleri doğrultusunda gerçekçi ürünler vermiştir.“ (2)

“Julie”, estetik veçheleri ile irdelendiğinde natüralist tiyatro ile olan kan bağı daha belirgin biçimde ortaya çıkıyor.  “Natüralist tiyatro anlayışında, karakter çizimi ön plana çıkarken, eylemde toplumsal ve doğasal koşullanma ve belirlenmeye mutlaklık tanınır. Yaşam, yaşam dilimleri içinde verilir, eylem – yer – zaman birliğine uyulur ve izleyici ile sahne arasında “dördüncü duvar” çekilerek, oyunun kapalı bütünlüğü korunmaya çalışılır. Bu nedenle natüralist tiyatro, tam bir benzetmeci tiyatro, tam bir yanılsamacı tiyatrodur. Eylemde kısalık, kahraman yokluğu, sahnelerin art arda sıralanması, natüralist tiyatronun başlıca dramatik özelliklerindendir.“ (3) Yusuf Demirkol’un rejisi, natüralist tiyatronun bu niteliklerini özenle ve büyük bir başarıyla sahneye taşıyor. Öte yandan, tek mekanda kurguladığı oyunda, bireysel sorgulamanın merkezindeki “karakterleri” öne çıkararak ve “iktidar” eleştirisini “psişik özneler” üzerinden kurgulayarak Strindberg’in tiyatral anlayışını da yansıtıyor sahneye: “Marvin Carlson, Strindberg’in oyunlarındaki karakterlerin psikolojik özelliklerinin vurgulandığını belirler… Aslında modern karakterler daha çok kendilerini oluşturan güçler çeşitliliğini yansıtmalıdırlar. Uygarlığın geçmişteki ve şimdideki aşamaları, tereddütlü ve bölünmüş birikintileri olmalıdırlar. İnsanların zihinlerinin tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi düzensiz bir şekilde çalışmasını isteyerek tüm aksiyonu tek bir mekânda geçirir.  Bütünlüklü aksiyonun ötesinde karaktere ait bütün özellikler ve geçmiş “şimdi’nin içine yerleşir. Oyun, olaydan çok karakter merkezlidir. Önemli olan bireyin kendini sorgulama sürecidir.” (4)

Diğer tiyatro anlayışlarından farklı olarak, natüralist tiyatroda “oyunculuğun çok daha yakıcı bir önem” taşıdığı söylenebilir zira “özdeşleşme” gibi zorlu bir yolculuk bekliyor oyuncuları sahnede. “Natüralist tiyatro oyunculuğu bütün bütüne “özdeşleşme” yöntemine dayanır.  Çok çeşitli belirlenimleri içinde çizilen karakter, çevrenin kalıtımsal özelliklerinin bir toplamı olarak ortaya çıkar. Oyuncunun “dördüncü duvar”ı sınır olarak kabul edip seyirci ile etkileşime girmeden, hatta seyircinin varlığından habersizmiş gibi oynaması beklenir.” (5) Kuşkusuz, “Julie”nin başarısındaki “başat unsurlar”, oyuncuların yetenekleri ile dördüncü duvara rağmen seyircinin kendileriyle özdeşlik kurabilmesini sağlamaları, karakterleri ile özdeşleşmeleri ve gerçekçiliğin ileri safhasını ifade eden natüralizmin gereksinim duyduğu katıksız/saf bir sahiciliği sahneye yansıtabilmeleri. Bu bağlamda, “ba-tiyatro” oyuncuları büyük bir alkışı hak ediyorlar. Oyunun başından sonuna kadar, tek bir sahnede bile geriye düşmeden rolleriyle kurdukları muhteşem özdeşliği korumayı ve dördüncü duvarda gedik açmadan seyirciyi etkilemeyi, hatta sahicilikleriyle seyircide hayranlık uyandırmayı başarıyorlar. Ahmet Varlı, uşak Jean’in ve Nilay Erdönmez Julie’nin sınıfsal kimlikleri ile toplumsal cinsiyet kimlikleri arasındaki gel-gitlerini, ezen erkek/ezilen kadın, ezen aristokrat/ezilen uşak rollerindeki duygu ve davranış değişimlerini, her birinin kendi sınıfsal ve cinsel kimliği ile yaşadığı uyum ve çelişkileri, dayatılmış iktidar biçimlerinin benliklerinde yarattığı hezeyan ve yarılmaları; jestleri, mimikleri ve beden dilleriyle çok iyi yansıtıyorlar. Karakterleri ile adeta bütünleşiyorlar ve natüralist tiyatro oyunculuğunun nadir görülebilecek örneklerini sunuyorlar seyirciye. Benzer biçimde, sahnede daha az görünen hizmetçi Kristin’i canlandıran Gizem Erman Soysaldı, kadın ve hizmetçi olarak ezilen kimliğini ve Strindberg’in düş oyunlarına yönelen kaderci tutumunu yansılıyor.

Öte yandan, natüralist tiyatroda oyun dili ayrıksı bir öneme sahip. Doğallığına uygun biçimde, günlük hayattan alınmış kesitler seyirciye gerçekçi bir dille anlatılmalıdır. Bu noktada, Ferdi Çetin’in karakterlerin gündelik konuşma dilini tüm yalınlığı ve doğallığı ile yansıtan çevirisi övgüye değer.

Sahneye gelince… Ortada üzerinde gerçek yiyecekler bulunan uzun bir yemek masası, arka tarafta yerde şarap şişeleri, bardaklar, mutfak eşyaları vb.den oluşan minimal dekor bizzat yönetmen Yusuf Demirkol tarafından rejisine son derece uyumlu olarak tasarlanmış. Masadaki etin az evvel piştiğini alımlıyor seyirci. (Günah almak istemem fakat, Jean’in ve özellikle Julie’nin oyunun ilerleyen bölümlerinde girdikleri sarhoşluk halleri şarapların da gerçek olduğu hissi uyandırdı bende) Julie’nin makyajı, seksi kıyafeti; Jean’in traş bıçağı ve hırsla traş oluşu ait oldukları cinsel kimliği vurgularken, arka plandaki Kont’un çizmeleri alegorik bir iktidar algısı yaratıyor. Kostümler güncel ve son derece sade tasarlanırken, oyundaki çatışmalara vurgu yapan siyah-beyaz renklerden oluşuyor. Finaldeki kuş efektini oyunun bitiminden sonra da devam ettiren ve doğal olmayan hiçbir tınıya yer vermeyen ses tasarımıyla Taylan Erdağ sahneyi tümlüyor. Seyir yerini net biçimde ayıran ve oyunun başladığı andan itibaren sadece sahneyi aydınlatarak seyirciyi karanlıkta bırakan ışık tasarımı, natüralist tiyatronun ilgiyi tamamen sahneye toplamaya odaklı yaklaşımının bir başka veçhesi. Nitekim oyunun sahne tasarımı, natüralist tiyatronun  “doğal gerçekliğe tüm ayrıntılarıyla tam uygunluk” anlayışına yaslanan bir tiyatral uzam yaratıyor. Rejiyle örtüşen sahne tasarımı, seyircide tiyatroda olduğunu unutarak sahici yaşamdan alınmış bir makansal kesiti, yine sahici yaşamdan alınmış bir zaman kesitinde dışarıdan gizlice izlediği izlenimi uyandırıyor. 

Sadece biçem olarak değil, “içerik” olarak da “natüralist tiyatro”nun başarılı bir örneği “Julie”: “Romantik tiyatroya karşı olduğu kadar, iyi kurulu burjuva oyununa karşı da olan natüralist tiyatro, işçi ve emekçi sınıfların sorunlarına olduğu kadar, toplumdışı kalmış insanlara da eğilmiş, burjuva – kapitalist toplumun hastalıklarını göz önüne sermiştir. Çözümsel yönteme ağırlık vererek, somut, tikel ayrıntısal gerçeklik üstünde durmuştur. Nesnelciliğin öne çıktığı natüralist tiyatroda gerçekliğin birebir kopyası sergilenmeye çalışılır. Natüralist tiyatro, burjuva – kapitalist toplumda herkesin herkesle savaşını, burjuvazinin acımasız biçimde kendini gerçekleştirmesini ve insanlığın yıkıcı olan yanlarını sergileyerek toplumcu düşünceye hizmet etmiştir.” (6)

“Julie”, “iktidar” kavramını “toplumsal sınıflar” ve “toplumsal cinsiyet” gibi iki temel tarihsel veçhesi ile tartışmaya açarken, kapitalizmi önceleyen feodalizm üzerinden toplumsal sınıflar ve cinsiyet kimlikleri arasındaki çatışmayı seyircisine nesnel ama çarpıcı bir dille aktarıyor. Oyun, üretim ilişkileri ve üretici güçler arasındaki çatışmalar temelinde yükselen ve binlerce yıllık toplumsal tarihin en “somut gerçekliği” olan “sınıf savaşımı”nı ısrarla hatırlatıyor seyircisine. Egemen sınıfların ellerindeki ideolojik, politik, kültürel, toplumsal araçları kullanarak üzerini örtmeye ve ezilenlerin sınıf bilincini iğdiş ederek yok etmeye çabaladığı “sınıf savaşımı gerçekliği”, özellikle sınıf mücadelesinin gerilediği, içinden geçtiğimiz neo-liberalizm gibi dönemlerde yok sayılır ve unutturulur. “Küreselleşmenin etkisiyle insanların ayaklarının altındaki gerçeklik zemin hızlı bir şekilde kaydırılmış, sınıf bilinci yok edilerek sınıf savaşımı geriletilmiş,  aile bağları, etnik ve dini bağlar gibi aidiyet zeminleri sınıfsal bilincin yerine insanlara yapay kimlikler dayatmıştır.(7) Benzer biçimde, sınıflı toplumu önceleyen ve sınıflı toplum yapılarında farklı biçimler alarak hep var olan “toplumsal cinsiyet eşitsizliği”, öteden beri “eril iktidarlar” tarafından korunup geliştirilmiş ve kadının erkek karşısındaki “ezilen” statüsü, egemen sınıflar acalığıyla yeniden ve yeniden üretilerek bu eşitsizliğin toplumsal bilince yansıması engellenmiştir. “Beauvoir’a göre, geleneksel kadın/erkek rol ayrımı, farklı ekonomik sistemlerde varlığını sürdürür. Üretim ilişkileri bakımından farklı sınıflı toplumlarda, tüm farklılıkları aşmış bir erkek hakimiyeti, düzenli bir biçimde kadını “kadın” yapabilme ve tutabilme başarısı gösterir.(8) 

İktidarın her iki cephede de toplumsal bilinci alabildiğine gerilettiği bir süreçte, “Julie”, “tarihsel gerçekliği” yeniden gündeme getiriyor ve toplumsal sınıflara ve cinsiyete içkin “iktidar” kavramını merkezine alarak bu gerçekliği tüm çıplaklığıyla “teşhir ediyor.” Oyun, bu bağlamda sanata içkin tarihsel bir duruşu simgeliyor. Zira “yaşamda tutum olarak “yalanın” egemen kılınması ağırlık kazandıkça, bunu sağlamanın önemli bir parçası olarak sanat alanında da “gerçekçilik” kavramından uzaklaşma, günümüze dek hızlanarak sürdü, hatta doğrudan karşı bir tavra dönüştü ve sonunda bu, gerçekçiliğin bütünüyle gündemden çıkıp unutulmasına dek vardı. Oysa, “gerçekçilik , bir sanatsal “akım” dan, hele salt bir sanatsal “biçim”den ibaret bir kavram olmayıp, tüm yönleriyle yaşamsal bir “tutum”dur.(9)

Her ne kadar, tiyatronun tarihsel gelişim seyri içinde, seyircinin imgelem ve düş gücünü reddetmesi, bütüncül bir yapıya sahip olmaması, gerçekliği dolaysız olarak ele aldığı için ampirik gerçekliğin ötesine geçememesi, gündelik yaşamı doğallaştırması ve toplamda sistemi olduğu gibi yansıtıp değiştirme ve dönüştürme çabasına girmemesi gibi yönleriyle eleştirilere maruz kalmış olsa da, toplumsal yaşamın her alanına “yalanın” hakim olduğu, iktidarların despotlaşarak güçlerine güç kattıkları, sınıf bilincinin belleklerden kazındığı ve kadınların eril şiddetin her türlüsüne maruz kaldıkları günümüzde, natüralist tiyatronun salt “gerçekliği” yansıtan “tutumu”, çok önemli bir tarihsel/toplumsal işleve sahip. Üçüncü bin yılda, kapitalizm ve onun despot iktidarları ayakta kalmak için Ortaçağ’ın en gerici, en karanlık güçlerine kucak açarken, tiyatronun da kendi tarihsel deneyimlerinden yararlanarak direnişe geçmesi doğal ve kaçınılmaz. Bu bağlamda, “Julie”, tiyatronun özüne dönüşün, yani “gerçeğin yanına ve iktidarın karşısına” dikilmesinin önünü açacak bir deneysel imkan sunuyor. 

Nitekim, tiyatro, kendi gerçeklik temelini, her türlü biçim ve üslup kaygısından önce insanı, toplumu ve bütün bir yaşamı sorgulayabildiği, bunun için gerekli bilgi,  birikim ve deneyimi beraberinde getirebildiği ölçüde bulabilir. Tam da bu yüzden, sahne yeri ile seyir yeri arasındaki sınırların kaldırılmasının en hararetli savunucularından biri olan bu satırların muharriri, inşa ettiği gerçeklikle dördüncü duvarın ardından seyircisini sarsmayı başaran ve yalanın iktidarına meydan okuyan “Julie”yi estetik direnişin bir simgesi olarak coşkuyla selamlıyor. 

Son sözü yine Foucault söylesin: “İktidar ve direniş arasında ontolojik bir bütünlük söz konusudur ve bu dinamiğin unsurlarından birinin mevcudiyeti diğerini zorunlu kılar. Yani, iktidarın olduğu her yerde direniş de vardır!” (10) 

Kaynakça:

  1. Foucault, Michel. “Özne ve İktidar”, AyrıntıYayınları, İstanbul, 2016
  2. Ay, Cumhur. “Doğalcı (Natüralist) Tiyatro: http://www.etiyatro.net/index.php/tr/genel-bilgiler/tiyatro-akimlari/dogalci-tiyatro 
  3. Türedi, Dilek. “Tiyatronun Gelişimi, Seyirci Oyuncu İlişkileri Bağlamında Mimari Mekana Etkisi”, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Yüksel Lisans tezi, İstanbul, 1998
  4. Sevim, Yasemin. “Modern ve Modern Sonrası Tiyatroda Karakterin Evrimi”, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Sahne Sanatları Ana Sanat Dalı doktora tezi, İzmir, 2010
  5. Türedi, Dilek. a.g.e.
  6. Ay, Cumhur. a.g.e.
  7. Köse, Aynur. “Küreselleşme Çağında Bir Aidiyet Zemini ve Örgütlenme Şekli Olarak Hemşehricilik”, Akademik İncelemeler Dergisi, Cilt:3, Sayı:1, Yıl: 2008
  8. Akal, Cemal Bali. “İktidarın Üç Yüzü”, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2009
  9. Onay, Yılmaz. “Gerçeklik, Yeniden!”, Yordam Kitap, İstanbul, 2012
  10. Focault, Michel. a.g.e.

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku