“Eşkâl”: Biz Zenginleri Yiyeceğiz, Zenginler Kırmızı Taşı…

Mustafa Kara

Doğru, “…kimi karşılaşmalar müstesnadır.” Meteoroloji’nin “yoğun kar yağışına bağlı felaket” uyarısı yaptığı bir gün elektriğiniz kesmeye gelen enerji şirketi ile “müstesna” bir karşılaşma yaşayabilirsiniz örneğin. Telefonu açtığınızda kibirli bir burjuva memurunun “Siz de zam yapın kardeşim” diyen lanet sesi kulağınızda yankılanabilir.

Olağan, ama “müstesna” karşılaşmalar bunlar. Birazdan zayıf ampül ışığında yapacağınız provayı etkileyebilir. Hazırlığının çoğu elektriksiz #Ödemiyoruz günlerinde yapılan Eşkâl’i de etkilemiştir muhakkak. Bütün koltukların altına “kırmızı taş” koymak, afişe “Zenginleri yiyeceğiz” yazmak gibi “işler”e yol açabilir. Ne gam! Sahnede ne yaparsanız yapın, az önce yaşadıklarınız kadar sert olmayacak çünkü. Yaşadıklarımız ortada. Aylardır, yıllardır, yüzyıllardır yaşıyoruz. Cenk Dost Verdi’nin özeti gibi: “Sertlik benim bir gece sabaha karşı kapımın kırılması. Sertlik çilingirle gelip, tiyatronun elektriğinin kesilmesi. Bu sertlik bizi daha da sert olmaya sevk ediyor.”

Evet, “Aslında şöyleydi, böyleydi” diye yumuşatmaya hiç gerek yok, Eşkâl sert bir oyun. Kırmızı taşa uzanan el, “zenginlere yeme niyeti” değil mesele. Daha sahneye adım atarken çocuk sesiyle yankılanan Manifesto’nun ilk cümleleri, “Dur daha, yeni başlıyoruz” diye fısıldıyor kulağınıza. Yeni başlıyoruz. Ve finaldeki çocuk sesiyle sert; “Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler.” Bu iki cümlenin arası bir insanlık tarihi özeti, “Eşkâl” gibi.

ANLATILAN BİZİM HİKAYEMİZ!

Eşkâl’deki sertlik gücünü propagandif bir metinden ya da klişelerden almıyor, aksine bu müstesna karşılaşmanın taraflarını anlamaya, anlatmaya, yüzleştirmeye çalışan bir metin var ortada. Derviş Aydın Akkoç’un 1970’lerde geçen metnini zamansız yorumlamış yönetmen Kemal Aydoğan. Karşılaşma biraz önce yaşanmış gibi. Ki yaşandı. Ya da bin yıl önce. Ki yaşandı. Anlatılan bizim hikâyemiz!

İlkokul yolunda giderken kahvehane camlarında “Aranıyor” posterlerini gördüğümde 1980’li yılların ilk yarısıydı. Kötü fotoğraflardan, daha da kötü bir baskıyla hazırlanmış bu askeri cunta afişlerinden bana kalan sadece belli belirsiz “eşkâl”ler. Birbirine benzeyen, hatta bazen tanıdıklara benzeyen eşkâller. Faşist cunta için, burjuva için “eşkâl”den ibaret insan suretleri…

Moda Sahnesi’nin oyununda eşkallerin ardındaki insanı görüyoruz; hem devrimciyi, hem de rehin aldığı iş insanını tanıyoruz. Patron rolündeki Sedat Küçükay da, devrimciyi oynayan Cenk Dost Verdi de oldukça başarılı. Karşılaşmayı söz düellosundan çok daha ötelere taşıyan bir oyunculuk var “Eşkâl”de. Jestleri, mimikleri ve hatta gözleriyle de oynuyorlar. İnsanlık tarihinin binlerce mücadele sahasının aslolarak “beden”de biçimlendiğini düşününce, bu durum detay olamayacak kadar önemli.

HERKESİN TAŞI KOLTUĞUN ALTINDA

Bengi Günay’ın dekor tasarımında bir burjuva evinin gösterişli salonundan izler var. Ağır bir salon halısı, avizeler, dönemin çevirmeli telefonu… Patron berjerde ve yanı başındaki sehpada kafatası şişesindeki viskisi duruyor. Devrimciye düşen basit bir tabure. İzleyici koltuklarının tümü gibi, bu taburenin altında da kırmızı bir taş var. Oyunun afişinde gördüğümüz taş bu. Devrimcinin ayaklarını rahatlatmak için çıkardığı ayakkabısının ucuz ve rahatsız olduğu açık. Üstelik yırtık çorabından fırlayan başparmağı dert etmeyecek bir mertebede.

1968 Kuşağı devrimcilerinin ekseriyetinde olan kültürel derinliği bu karakterde de gözlemliyoruz. Beckett’ten sözler, Shakespeare’den, Moliere’den alıntılar ve tarih boyunca süren çatışmanın derinliğini veren imgeler havada uçuşuyor. Başlarda nazik, anlayışlı, kendinden emin olan burjuvanın “heyecanlı devrimci”yi alt edebildiği düşünmesi ilginç. “Kimin ağzısın sen devrimin, eylemin, tarihin?” düzeyindeki küçümseme, genç devrimcinin bilgeliği ile baş edemeyince tehditler, hakaretler daha da görünür oluyor.

VE İŞÇİLER SAHNEYE GİRER

“Diplomasi, diplomasi” diye söylevler verirken, “haşerat muamelesi yaparak katledeceğini, bunu hep yaptığını” gizlemiyor. Bu kalantor burjuva, Sedat Küçükay’ın başarılı oyunculuğunun da etkisiyle, o kadar tanıdık ki! Oyunu izleyen işçilere “İşte biz bunlarla masaya oturuyoruz, işte böyle aşağılıyorlar” dedirtmiş bir sahicilik bu.

Prömiyerde, unutulmaz bir ironi olarak, bir EnerjiSA işçisi oyunun ortasında içeri girip derdini anlattı. Bilebildiğim kadarıyla sahnelerimizde bir ilk olarak, her oyun farklı bir işçinin gelip oyunu kürsüye dönüştürmesi fikri kilit önemde. Devrimciyi ait olduğu sınıftan kopartarak, heyecanlı bir hayalperest olarak “mat” etmeyi hesaplayan burjuvanın “sigorta”ları atıyor. Sesi yükseliyor, tehdidin bini bir para. “Tek tek avlama” hayallerinin sonunda çünkü. Kendi silahının namlusu ona yöneldiğinde hissettiği korkudan fazlası bu. Bireysel yok oluştan çok daha ağır olmalı, sınıfsal yok oluş ihtimali. Kibirli burjuvanın bir anlamda “dağıldığı” yer burası; her oyunda yeni işçilerle sürecek olması ne büyük keyif! 

Yine de küçük bir not düşmek isterim, işçinin kapıdan gelmesine dair. Aramızdan birinin o an geldiğinde ayağa kalkıp anlatmasını bekledim açıkçası. Seyirci olarak “özdeşlik” kuracaksak sahici olan işçiyle kuralım; bir “Verfremdungseffekt/Yabancılaştırma Efekti” hasıl olacaksa ışıklar açıldığında yanıbaşımdaki izleyici ile olsun yeğlerim. Kemal Aydoğan “Sıradan işçiye bilinç dışarıdan verilir” diyen kadim yaklaşımı baş aşağı çevirmeye niyetlendiyse, ona da itirazım yok; “bilincimizi alır” otururuz! O da lazım bu aralar.

Direnişteki CarefourSa işçisinin”Eşkal” oyunu sahnelendiği esnada perdeyi açıp içeri girerek yaptığı konuşma için tıklayın:  https://twitter.com/kulturlugazete/status/1525471403511795713?s=20&t=6WQdncAN5trs7TomZGtCRg
BURJUVANIN SİLAHI

İster taş, ister silah; şiddetin de tarihsel karşılaşmada bir yeri var elbette. Evde bulduğu burjuvaya ait silahı elinde evirip çevirip, “Ne yapacaksınız bunu, ne zaman aldınız?” diye sormak da; alıp gitmek yerine parçalayıp bırakmak da simgesel. Çocuk sesiyle Manifesto bu aşamada yok, ama zihnimizde yeri baki: “Burjuvazinin feodalizmi yere sererken kullandığı araçlar, şimdi bizzat burjuvaziye dönüyor. Fakat burjuvazi sadece kendi ölümünü getirecek olan silahları hazırlamakla kalmadı; o silahları kullanacak adamları da yarattı -modern işçiler, proleterler.”

Oyun, devrimcilerin sıklıkla eleştirildiği “silah” meselesinde Manifesto hatırlatmalı, “Önce siz ateş edin Mösyö Burjuvazi!” esintili bir yaklaşım koyuyor ortaya. Devrimcinin gülerek söylediği “Buna gücünüz yetmez, beni öldüremezsiniz” sözüyle birleşiyor bu tarihsellik.

“Yenileceksiniz, haşere gibi avlayacağız” diye böğüren burjuvanın sınıf içgüdüsü kadar, işçilerin isyan bilinci olduğunu hatırlatalım. Kuşaktan kuşağa miras kalan yırtık çorap değil sadece. Bu müstesna karşılaşmada gördüğümüz “Eşkâl” de, kölelerin çıplak ayaklarına bağlı zincirlerinin şıngırtısı da zihnimizde.

Can yelekleri koltuğun altında, lazım olduğunda hafifçe eğilip kavrayabiliriz. Sonra da gider ayakkabılarımızı boyatırız.

MUSTAFA KARA
m.mustafakara.k@gmail.com

 

Oyunun Künyesi:

“EŞKAL”

Yazan: Derviş Aydın Akkoç

Yöneten: Kemal Aydoğan

Sahne Tasarımı: Bengi Günay

Işık Tasarımı: İrfan Varlı

Afiş Fotoğrafı: Orçun Kaya

Yönetmen Asistanı: Reyhan Naz Fındıkgil

Oynayanlar: Sedat Küçükay, Cenk Dost Verdi

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku