Bir ‘küreselleşme’ trajedisi: “Ter”

İsmail Cem Özkan

Tarih, zamanın olduğu yerde vardır; kişisel algılarımızın dışında gelişir ve her birimizde farklı izler bırakır. Küreselleşen dünyada yaşanan bir ekonomik kriz, domino etkisi ile hepimizi etkiler, çünkü dünya bizim algıladığımız gibi çok büyük ve ulaşılmaz olmaktan çıkmış, finansal hareketler ürettiği krizlerle bu küçülen dünyanın tamamını hızla sarmalamaya başlamıştır.

Ulus devletin inşa ettiği ulusal sınırlar içinde, ulusal sermayenin korunması ve kollaması yerini alan neoliberal ekonomi ve onun söylemini belirleyen “küreselleşme”, -sermayenin dilli ile ‘globalleşme’– var olan tüm değer yargılarını ve kavramları yok etmeye başlamıştır. Ulus devlet ve onunla birlikte tarih sahnesine çıkan tüm kurumsal yapılar bir bir yıkılırken, sermaye “verimlilik” yasasına uygun olarak, daha ucuza mal edip daha pahalıya satacağı malı üretmek ve misliyle kar etmek için dünyanın her köşesinde rahatça “dolaşmaktadır”.

Bu “serbest dolaşım” sürecinde, daha karlı ülkelere ve şehirlere göç eden sermaye bir yandan semirirken, diğer yandan  terk ettikleri şehir dönüşüme uğramakta ve “çevre sorunları” kendiliğinden çözülmektedir. Çevreci hareketlerinin hedefi konuma gelen ağır sanayi bu sayede yurtdışına taşınırken, fabrikaların bulunduğu araziler oyun parklarına ya da teknolojik parklara dönüşmektedir.

Sermayenin göçüyle birlikte ağır sanayi dünyanın başka ülkelerine kayarken, bu kentlerin çevre kirliliği sorunları çözülmekte, ancak bu defa fabrikaların kapanması ile oluşan “işsizlik” büyük bir sorun olarak kendisini hissettirmektedir. On yıllarca proleterleşen “işçi şehirleri”, hizmet sektörünün hakim olduğu kentelere dönüşmektedir.  Fabrikalardan çıkarılan işçilerin genç ve eli yüzü düzgün olanları hizmet sektöründe kolaylıkla iş bulurken; orta ya da ilerlemiş yaşta işsiz kalanların gelecek kaygısı giderek büyümektedir. Burjuvazinin kendisini var ettiği ve düne kadar mezar kazıcısı proletarya ile birlikte yaşadığı kentler, burjuvazinin göçüyle birlikte proletarya için travmatik yaşam alanlarına dönüşmektedir. Bu şehirlerde yaşanan yüksek işsizlik oranları,  liberal ekonominin ulus devletini yıkması ya da parçalaması sonucunda, öngörülmeyen bir şekilde hayatın gündelik en ciddi sorunları içinde yerini almıştır. Öngörülen işsizliğin yerini kitlesel işsizliğin alması ile birlikte şehirlerin kültürel dokuları da hızla değişmekte ve yerleşik değer yargılarının ve yaşam biçimlerinin altüst olması, kontrol edilemeyen toplumsal olayların patlak vermesine zemin yaratmaktadır…

Neoliberalizm ulus devleti parçalarken var olan siyasi yapıyı da yerle bir etmiş, iktidar ve muhalefeti birbirine yakınlaştırmış, birbirini kopya eder konumuna gelmiştir. Muhalefetin içi boşaltılmış, en iyi politika var olanı savunmak ve sermayenin ihtiyacına uygun pozisyon almak olmuştur. Seçmen kararsız ve tercihsizdir; siyasi mücadelenin yerini dağınıklık, hoşnutsuzluk ve pasifize edilmiş kitleler almıştır. Kitleler, pasifize olurken örgütlü yapılar dağılmakta ve bireysel kurtuluş her şeyin üstünde tutulmaktadır. Liberalizmin birey tanımı, etik unsuru rafa kaldırmış, bireysel kurtuluş adına benmerkezcilik, bencillik yaygınlaşmıştır. Aynı zamanda, bu süreç dinin baskın gücünü beslemiştir. Karasız, belirsizlik içinde yaşayanların kurtuluş yolu olarak din pohpohlanır ki, bu sayede toplumsal olaylarda beklenmeyen gelişmelerin önü alınabilsin, hatta biat eden bireyler hiç itiraz edemesin…

Yakın tarihimizde,  bir çok ülkede birbirine paralel ve genellikle aynı sonuçları doğuran benzer süreçleri yaşadık.  Neoliberalizmin küresel hedefleri sadece belli ülkelerde ulus devleti ve tortularını kaldırmak değildir; hedef bütün ülkeler için geçerlidir.  Küreselleşme, ancak ulus devletin oluşturduğu ekonomik yapıyı, gümrükleri ve korumacı anlayışı tümden yok ederek hayata geçirilebilir ve bu yüzden tek ülkede uygulanacak bir politika değildir. Dolayısıyla, küreselleşme, bir anlamda bütün ülkelerin yönetim mekanizmalarını ve anlayışlarını ve buna bağlı olarak da resmi tarih anlayışlarını kökten sarsmaktadır. Böylece, çok kültürlü şehirlerin ve devletlerin oluşumu kaçınılmazdır ama tarih her zaman tasarlandığı gibi bir yol izlemez.

Tiyatro Pera’nın sahnelediği ‘Ter’ oyunu, neoliberalizmin dönüştürdüğü bir kenti ve ekonomik kriz üzerinden sömürü düzenini konu alıyor. 2000’li yıllarda, ABD’nin en yoksul kentlerinden biri olan Reading’te, çelik fabrikasında çalışan, zenci ve beyaz Amerikalı bir grup işçinin yaşamından bakıyoruz liberalizmin yaratmış olduğu fırtına ve ona bağlı olarak kriz ortamına. İşçilerin bu kriz koşullarında nasıl çaresizleştirildiği ve bireysel kurtuluş peşinde nasıl din sarmalı içine düştüklerini gözlemliyoruz.

Neoliberalizm bütün dünyada hüküm sürerken, elbette ABD’nin en yoksul kentlerinden biri olan Reading’te de kendisini hissettirmiştir. Amerikan borsası alışkın olduğu ritminden çıkmıştır, krizler içinde kendine yol aramaktadır. Şehirlerde fabrikaları olan sermaye grupları ise, neoliberalizmin nimetlerinden yararlanarak yurtdışından daha ucuza işçi emeği ve ihtiyacı olan ham maddeye daha yakın yerlerde yatırım yapmak için arayışlara girmiştir. Kapitalist bir kenti inşa eden sermaye, kendisini var eden kentten kaçmak için ortam aramaktadır. Aynı zamanda, sendikal mücadele ile alınan hakların işçilerin elinden alınması için fırsat yakalamıştır sermaye. Örgütlü yapıların içinde yer alan bireylerin sermaye ile işbirliğine yönelmeleri sayesinde, fazla dirençle karşılaşmadan bu isteği gerçekleşmektedir.

Oyun, şartlı tahliye olan iki mahkumun bir memur ile diyaloğu ile başlıyor. Almış oldukları cezayı çekmiş ve şartlı tahliye koşullarına uydukları için serbest bırakılmış mahkumlar, artık cezaevinde değil Reading şehrindeler. İki mahkumu birbirine bağlayan bir ortak tarih var. Adeta, sekiz yıl öncesine giden bir zaman çizelgesi içindeyiz. Sekiz yıl önce fabrika kenarında olan ve işçilerin sürekli takıldıkları bir bardayız.  Oyun L şeklinde oluşan bir sahne içinde geçiyor. Aynı zamanda, olay örgüsü ve tarihsel dönemin verileri perdeye yansıyan video görüntüleriyle veriliyor.

Dedeleri bile aynı yerde çalışmış, doğdukları kentten neredeyse hiç çıkmamış insanlar, geçimlerini fabrikadan aldıkları ücretlerle sağlamaya çalışan, düşük gelirli ve sürekli çalışmak zorunda olan işçiler. Geçmişte kurdukları hayallerin yok oluşu gerçeği ile karşı karşıya olan bu insanlar, fabrikada çalışabildikleri için şanslı sayılıyorlar. Zaman içinde bir söylenti yayılır işçiler arasında: Fabrika küçülme kararı almıştır ve işçi çıkarılacaktır… Daha önce hakları için greve giden işçiler almış oldukları grev kararını devam ettirirken, aile yaşamları bozulmuş ve sokakta yaşamak zorunda kalmışlardır. Bu işçilerin durumu gözler önündeyken işten atılmak demek, aç kalmaya mahkum olmak anlamına gelmektedir. Şehirde çalışacakları başka fabrika yoktur, hizmet sektörü ise çok düşük ücret vermektedir. Yaptıkları yatırımların, geleceklerinin ellerinden çıkması anlamına gelmektedir işsizlik… Öte yandan, işverenlerin işçileri böl-yönet yöntemiyle birbirine düşürdükleri denetçilik sistemi uygulamaya konulmuştur. Oyun ilerledikçe, bu koşullar altında yaşam mücadelesi veren işçilerin bar ve fabrika arasına sıkışmış dünyalarını teşhir ederken,  dayanışma, ihanet, uyuşturucu, göçmen karşıtlığı, ırkçılık, şiddet gibi kavramlarla seyirciyi karşı karşıya bırakacaktır.

“Ter” oyununda, tek tek ve grup halindeyken karakterlerin düşünüş ve davranış biçimlerine, olaylara bakışları üzerine çok iyi çalışılmış. Böylece, olayların kurgusu içinde her bir karakterin, en gerçekçi biçimde öykünün içinde yerini aldığını gözlemliyoruz. Siyah-beyaz ayrımı, göçmen–yerli ayrımı ve iç içe geçmiş alt kültürlerin farklılıklarıyla harmanlandığı barda geçen olaylar üzerinden, rejinin altını özenle çizdiği neoliberalizmin yıkıcılığının bireyler üzerindeki etkisini izliyoruz. Kara mizahın iğneleyici dili ile kurgusal bir bütünlük içinde verilen hikayeler, bize günümüzün gerçekliğini, yine gerçekçi olan bir sahnelemeyle yansıtılıyor.

Oyuncuların performansı muhteşemdi. Her bir oyuncu sahnede ayrı ayrı benim gözümde devleşti. Bir bütün halinde oyunla çok sıkı bağlar kurmuşlar, sahneleyecekleri oyunu çok iyi özümsemişler ve teknik imkanlarının onlara sundukları imkanları en iyi şekilde kullanmışlar…

Oyunda emeği geçen her bir çalışanı kutluyorum, çünkü bizi böyle bir öykünün içine alıp onun parçası haline getirmeyi başarıyorlar. Olay Amerika’da geçiyor, ancak bizler binlerce kilometre uzakta olsak da, küreselleşen dünyayı bu kadar iyi tasvir eden bir oyunla, biz de ne kadar bireyselleştiğimizi, dağıldığımızı, çaresiz kaldığımızı, geleceğimizin ve umutlarımızın elimizden alındığını idrak ediyoruz.

Oyuna giden her bir seyirci kendisinden bir şey bulacaktır diye düşünüyorum. Özellikle, göçmen işçilere ve mültecilere karşı önyargılar üzerine yeni ve farklı tartışma kapılarını aralayacak bu oyunun, bugünlerde sahneleniyor olması çok kıymetli. İzleyin ve kendinize sorun: Önyargılarımız bizi nerelere savurmaktadır?

“Ter”,  güncel ve evrensel bir trajediyi, günümüz insanın trajedisini anlatırken, tüm gerçekçiliğiyle aklımıza ve duygularımıza temas etmeyi başarıyor.

TER

Yazan: Lynn Nottage

Çeviren-Yöneten: Zeynep Özden

Dramaturgi: Şafak Eruyar

Dekor-Video Tasarım: Can Apa

Kostüm: Oxana Cozlova

Işık: Muhammet Saki

Prodüksiyon Asistanları: Lara Orhon,  Uğurtan Denizaltı

Işık Kumanda: Cemre Naz Gözütok

Oynayanlar:

Tracey: Nesrin Kazankaya

Cynthia: Başak Meşe

Chris: Doruk Akçiçek

Jason: Alican Yılmaz

Stan: Nazmi Karaman

Evan-Brucie: Ömer İvedi

Jessie: Bahar Karaoğlu

Oscar: Alican Öztürk

2

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku