6 Ekim 2018 Cumartesi günü, Eskişehir B.B. Sanat ve Kültür Sarayı’nda İspanyol şair ve oyun yazarı Federico Garcia Lorca (1898-1936)’nın yazıp A. Turan Oflazoğlu’nun dilimize kazandırdığı Bernarda Alba’nın Evi’ni ilk gösteriminde izledik. Sadece kadınlardan oluşan sekiz oyuncunun rol aldığı bu gösteri, yönetmen İpek Atagün Gezener’in imzasını taşımakta ve oyuncular şöyle sıralanmakta: Özlem Akdoğan (La Poncia), Özlem Baykara (Martirio), Pınar Bekaroğlu Ciotta (Adela), Mahide Yumbul Cantürk (Magdalena), Ecren Can Serim (Angustias), Elçin Tezcan (Maria Josefa), Burcu Tutkun (Bernarda Alba), Hizmetçi (Ayşen Aşkın).
Kocası Senior Alba ölünce 60 yaşlarında dul kalan, sert, acımasız, baskıcı, kindar gibi birçok olumsuz özelliği bir arada bulunduran Bernarda, esaret altına aldığı yaşları 20-40 arası olan beş kızı, annesi ve klasik tiyatronun vazgeçilmez öğelerinden olan hizmetçisiyle birlikte yaşamakta. Neredeyse erkek sineğin bile girmesinin yasak olduğu bu evde, kızların hepsi evlenme yaşında ve başlarında kavak yelleri esmekte. Hizmetçi ise, evin temizliğinden ve ailenin düzeninden olduğu kadar, kızların disiplin ve gözetlenmesinden de sorumlu. Bir taraftan kızlara emir yağdırırken, diğer taraftan Bernarda’ya akıl vermekte.
Bernarda, töre gereği sekiz yıl boyunca kocasının yasını tutacağından, kızların çeyizlerini hazırlamak için bolca zamanları var, ama sıkıldıklarında pencereden dışarı bakmaları bile yasak! Çünkü özgürlüğü kendine de reva gören anneleri, evin kapı ve pencerelerini sımsıkı kapatmış olduğundan, sokaktan içeriye neredeyse “hava” bile girmesine izin vermez. Emrine karşı gelenler, koltuk altlarına bastonlar geçirilerek cezalandırılır. Kızlar, isyan bayrağını çekedursun, Bernarda onların namusunu ve şerefini koruduğuna inanarak kendini mutlu sayar ve geleneği bahane ederek evde terör estirir. Unutmayalım ki eli sopalı Bernarda, kendi annesi olan 80’lik Maria Josefa’nın bile elini kolunu bağlayıp hapsetmiş, acımasız bir kadın!
Gizlice hamile kaldığı için çocuğunu bilerek düşüren bir komşu kızının halk tarafından linç edilmek istendiğini düşündüğümüzde, komşularının da onlardan pek farklı olmadığı anlaşılmakta. Bernarda, bu genç kadın için “Gebertsinler!” derken, evin en küçüğü olan ve annesinin yaptırımlarına açıkça karşı çıktığı için kardeşlerin en âsisi olarak bilinen Adela, “Kıymasınlar!” diye bağıracaktır. Bu nedenle olsa gerek, kadın doğmanın cezaların en ağırı olduğu haykırılır sahnede!
Oyunda yer aldığı halde, sahnede görünmeyen tek erkek karakter Pepe le Romano, gelenek ve görenek gereği mirastan aslan payı alan, kendisinden 15 yaş büyük olan evin en büyük kızı Angustias’la nişanlıdır ve bir süre sonra O’nunla evlenmesi gerekecektir. Kıskançlıktan kızların hepsi Angustias’a karşı tavır alırken, Adela’nın Pepe’ye delice âşık olup, O’nunla gizli gizli buluşması ve ablası Martirio’nun da aynı gence abayı yakmış olması, Bernarda’nın öfkesini had safhaya çıkaracaktır.
Adela bir ara sahnenin bir köşesine çekilip kendi ağzını bantlayarak tepkisini dile getirirken, onlar gibi olmak istemediğini haykırmakla kalmaz, dışarı kaçmayı planlar. Elinde yeşil bir balon bulunması ve giydiği karaların üstünden yeşil bir etek geçirmesi, bu arzusunun yeşermekte olduğunun kanıtı! Hapishaneden beter – bilindiği gibi günümüzde hapishanede mahkûmlar açık alana çıkabilmekte- evden kurtulmak için, sadece en küçükleri olan Adela’nın gerçek anlamda annesine ve ablalarına başkaldırdığını unutmamak gerek. Çığlıkları, o yılların İspanya’daki baskıcı rejime rağmen toplumun gelişmekte olduğuna işaret eden “Böyle gelmiş böyle gitmez!” çığlıkları! Bu başkaldırı hareketiyle, başaramasa bile bir süre sonra yeşerecek olan bir tohum ekmekte aslında!
Böylesine acımasız bir ortamda kısa yaşam geçiren ve sonunda başkaldırısını hayatıyla ödeyen yazar Lorca’nın, kızlarını eve hapsederek her türlü baskı kuran Bernarda’yı seçmesinin arkasında General Franco (1892-1975) rejimi olduğu açık! Diğer bir deyişle, Lorca, Bernarda’yı sembol olarak kullanarak O’nun evini betimlerken, İspanya’nın içinde bulunduğu iç savaş ortamını ve baskıcı rejim altında inleyen tüm ülkeyi anlatmakta aslında!
Oyunculara gelince, sekiz kişinin çoğunluğu sürekli sahnede olduğundan “toplam kalite” olarak bakmakta yarar var! Hepsinin, yüklendikleri rollerin gereğini yerine getirdikleri görülmekte. Koreografi ve dansların da hayranlık uyardığını ayrıca belirtmek isterim. Başta yönetmen olmak üzere, emeği geçenleri gönülden kutluyorum.
Kostümlere bakacak olursak, anne Bernarda ve kızlar yasta olduklarından karalar giymeleri son derece doğal! Başlarındaki şapkaların beyaz olması, ileriye umutla baktıkları hakkında bizlere fikir vermekte.
Dekora göz attığımızda, Bernarda’nın zaman zaman oturduğu, beyaz sandalyeyi süsleyen kuru çiçeklerin bulunması, O’nun gücüne gönderme yaparken, çiçeklerin oyunun ilerleyen bölümlerinde dağılması, baştan beri yürütmekte olduğu baskı düzenin iflas edeceğine işaret etmekte. Kocasından kalan bastonları kullanması ise erkeğin yönettiği evin, kadının idaresine geçmesi anlamına gelmekte. Diğer bir anlatımla, bastonun yere her vuruluşunda çıkan ses, artık yaşamayan kocasının gücünün kadında varlığını sürdürdüğünü göstermekte!
Tekerlek yardımıyla hareketli hale getirilen sandalyeler, sahnede manevra kabiliyetini artırırken, bir nevi parmaklık görevi yapan yine tekerlekli paravanlar ve sahnenin tavanından indirilip yukarı çekilen pencereler, kızların evden çıkmasına engel teşkil etmekte. Kızların dışarı kaçmak bir yana, bakmasınlar diye bazen pencerelerin yukarı yükseltilmesi, tek kelimeyle harika olmuş! Kısacası, kostüm, dekor, ışık ve müziğin bu evin cehenneme dönüşmesine katkıda bulunduğu apaçık ortada! Ayrıca, sandalyeyle birlikte paravanların renklerinin de beyaz olması, ilerisi için yine umut aşılar nitelikte.
Sonuç olarak, tek perde halinde, toplam 75 dakika süren Bernarda Alba’nın Evi, yazarı da bizzat bir eylem adamı olan ve İspanya iç savaşında dikta rejime karşı çıkmış, mücadele etmiş ve genç yaşta vurularak öldürülmüş bir kişinin kaleminden çıkmış bir tiyatro eseri. Bernarda acı çektirenlerin, eve kapattığı kızlar ise acı çekenlerin sembolü niteliğinde! Kısacası, İspanya’nın çok partili demokratik sisteme geçmeden önce yaşadıkları baskı ve sıkıntıları, mizahi bir kurguyla görmek isteyenlerin kaçırmaması gerekir, Bernarda Alba’nın Evin’i!