Berat Beyoğlu: “İnziva, Yanan Bir Coğrafyaya Dökülen Bir Damla Sudur”

editor
1,7K Okunma
Yönetmen ve oyuncu Berat Beyoğlu, “İnziva” oyununu Evrensel gazetesinden İsmail Afacan’a anlattı.

İnziva oyunu güncel ve yakıcı bir soruna odaklanıyor: Savaş… Bir mağarada mahsur kalan iki “düşman” askerin yaşadığı dönüşümü anlatan oyun “yüzleşme” ve “diyalog” kavramları üzerine düşünmeye davet ediyor. İzleyiciye şu soruyu yöneltiyor: “Kendimizle  yüzleşmek mi daha zordur, yoksa ölümle mi?

Berat Beyoğlu’nun yazıp yönettiği oyunu Lavean Sanat Grubu sahneye taşıyor. Beyoğlu’na sahnede Yusuf Mahmut Çitil eşlik ediyor. İnziva’yı gazetemize anlatan Beyoğlu “Savaşı durdurmaya gücümüz yok elbette. Fakat savaşın yarattığı yıkımlar hakkında farkındalık yaratıp, bir damla suyu ateşe dökme gücümüz var bizim. İnziva, yanan bir coğrafyaya dökülen bir damla sudur.” diyor.

“İNZİVA HEPİMİZE YETER, YETER Kİ PAYLAŞMAYI BİLELİM”

Birbirine “düşman” iki asker, kutsal bir bölgeye hakim olmak için savaşıyor. Buranın adı “İnziva”. Nasıl bir yer “İnziva”?

Etrafındaki insanlara yetecek kadar yaşamsal kaynak barındıran, arınmak isteyen herkesi manevi olarak temizleyen bir göl ve yaşam kaynağıdır İnziva… Fakat gölün doğu ve batı yakasındaki insanlar, kutsal olana ve yaşam kaynağına tek başına hakim olmak istediğinden beri o göl, savaş ve ölümün adı olmuş, her iki topluma da acı ve sefaletten başka bir şey bırakmamıştır. Oysa inziva hepimize yeter, yeter ki paylaşmayı bilelim.

Askerler bir mağarada mahsur kalıyor. Önce kavga etmek, sonra temel ihtiyaçlarını karşılamak için diyaloğa giriyorlar. Mağaradan kurtulamayacaklarını anladıkça yüzleşmeye başlıyorlar. Neden ölümle karşılaştığımızda yüzleşmeye girişiyoruz. Gerçeklerle yüzleşmek neden bu kadar zor?

“Yaşamak şakaya gelmez” demiştir üstadımız. Yaşamak somut ve maddi olarak kaybedilen bir gerçekliktir. O sebepten yaşamla şaka olmaz, her ne kadar yapamasak da ciddiye almak gerek yaşamı. Fakat ölüm, bir bilinmezlik, bir deneyimsizliktir. Birçok gideni olan ve her ne sebeptendir bilinmez, döneninin olmadığı bir bilinmezliktir… O bilinmezliğe yuvarlandığımız zaman, elimizde tek bir somut gerçeklik kalır, o da; yaşamımız. Annemin babası ölüm döşeğindeyken elini tutup bir şey sormuştum ona; “Keke, yaşamından ne anladın” diye. O da avucumu son gücüyle sıkıp, “Oğlum, sanki bir rüya gördüm ama nereye nasıl uyanacağımı bilmiyorum” demişti. İşte o ölüm kuyusuna yuvarlanırken, yaşama içgüdüsünün bizi hayatımız boyunca diri tutmak için çabaladığı tüm mekanizma yerle bir olur. Artık hayatta kalmak gibi bir amacı olmayan içgüdümüz çöktüğünde, tüm gerçekliği çıplak bir şekilde görmeye başlarız. Çıplak gerçeklik bize yüzleşmeyi yaşatır. Hayattayken bu gerçeklikle yüzleşirsek savunmasız kalacağımızı zannederiz fakat asıl savunmasızlık, ölene kadar kendimizle yüzleşememektir. Yükü ağırdır. Ölümü zorlaştırır. Yaşarken telafisi olamayacak ölümle yüzleşip, yaşamın yükünü hafifletmek gerek.

“YÜZLEŞEMEZSEK EN BÜYÜK DÜŞMANIMIZ, KENDİMİZ OLURUZ”

Oyunda düşmanlığın “beyinde” yaratıldığı vurgulanıyor. Sınırlar ya da duvarlar yıkıldıkça düşmanlık da azalıyor ve bitiyor. Sizce “düşman” kavramı zihnimizde nasıl oluşturuluyor?

Beynimiz, daha önce de belirttiğim gibi koşullara göre hareket eden ve tek amacı bizi hayatta tutmak olan bir organımız. Dolayısıyla yaşama alanımızı kısıtlayan her şey bizim düşmanımızdır. Geçmiş zamanlarda yaşayan atalarımıza göre en büyük düşmanımız karanlıkken, bugün bizim için çok daha kapsamlı ve çeşitli fraksiyonlara ayrılan düşmanlarımız var. Sistem, gelenek, aile, ideoloji, din, devlet gibi bizim yaşam alanımızı şekillendirmeye çalışan gruplar ve bu gruplara karşın yaşamına devam etmek isteyen bizler varız. Bazen yaşam alanımızı kısıtlayan bir yan komşu düşmanımız olurken, bazen ailemiz bizi adeta yok etmek isteyen bir mekanizmaya dönüşüyor. Fakat tüm bunların yanında önemle belirtmek istediğim en büyük olgu; bilincimiz yaptıklarımızla yüzleşemezse bizim en büyük düşmanımız, kendimiz oluruz. Çünkü çoğu zaman insan yaptıklarıyla yüzleşip, kendi gerçekliğini kabul edemez. O zaman ortaya çıkan her sorun kendi gerçekliğimizi bilmediğimiz için zihnimizde düşman algısını oluşturup, tüm olumsuzlukları kendimiz dışında olana yüklememize sebep olur. Oysa ne kadar da zor olsa, bir o kadar da kolaydır düşmanlarımızla başa çıkabilmek.

“BİZ PAYLAŞMAKTAN YANAYIZ”

Peki insanlar, sınıflar ve devletler savaşmaya mecbur kalamazlar mı?

Biz savaşın haksız olduğunu değil, insanın savaşmaya mecbur bırakılmasının haksızlığını anlatmak istiyoruz. İnsan savaşmaya mecbur bırakılmamalı. Öz savunma haktır. Fakat asıl hakkaniyetli olan, insanların birbirlerine yaşam alanı açmasıdır. Her kim ki, bir canlının yaşam alanını kısıtlayıp, gücü ve iktidarı olduğu için ona baskı kuruyorsa, yüzüne pençeyi yemekten rahatsız olmasın. Fakat bilinmelidir ki, ekmek ve suyunu bölüşmeyen her iki taraf da er veya geç yok olmaya mahkumdur. Biz paylaşmaktan yanayız. Ekmeği de suyu da… Mecbur kaldığımız için değil, istediğimiz için.

“HAYATTA KALMAK İÇİN TÜM GÜCÜMÜZÜ YİTİRMİŞİZ!”

“Savaş” kavramının sizde yarattığı çağrışımları sormak istiyorum…

Elinde beyaz tülbentle savaşı durdurmak için sokağa fırlayan bir kadındır savaş… O kadının keskin nişancılar tarafından yaralanıp yere yığılması ve ona yardım için gelen herkesin vurulup öldürülmesidir savaş… Elindeki beyaz tülbent yavaş yavaş kana bulanırken o kadının üşüyorum, açım, yardım edin demesidir günlerce… Bir hafta boyunca o kadının sokağın ortasında can çekişip ölmesi ve çocuklarının sadece annesini parçalamasınlar diye gelen köpeklere taş atmasıdır savaş. O son savaşta can veren annenin çocuklarından biriyim ben de. Ne içimde öfke var ne de kin. Annelerimizin beyaz tülbentleri kana bulanmasın diye düşünüp duran ve harekete geçenlerdenim sadece.

Güncel ve yakıcı bir sorunu oyunlaştırdınız. Sizi “savaş” temalı bir oyunu yazmaya iten etkenler nelerdi?

Zeka, duyarlılık, farkındalık, yaratım gücü ve daha birçok etken, savaş sırasında tek bir amaca odaklanır; hayatta kalmak. Savaşın en yakıcı tarafını yaşayanlardan biri olarak hep sordum kendime; coğrafyamızda savaş olmasaydı eğer neler olurdu diye… Fark ettim ki; ne kadar zeki ve duyarlı insanlarımız heba olmuş savaş yüzünden. Toplumu değiştirip nice güzellikler yaratmak varken, hayatta kalmak için tüm gücümüzü yitirmişiz. Savaşı durdurmaya gücümüz yok elbette. Fakat savaşın yarattığı yıkımlar hakkında farkındalık yaratıp, bir damla suyu ateşe dökme gücümüz var bizim. İnziva, yanan bir coğrafyaya dökülen bir damla sudur.

Birbirine düşman iki askerden birini canlandırırken neler hissettiniz?

Üniformaları, dinleri, toplumsal kuralları ve bir türlü yüzleşemedikleri gerçeklikleri olmasaydı bu iki insan nasıl olurdu diye düşündüm hep. Yazarken de yönetirken de oynarken de… Fakat gerçekçi olmak gerek, tüm bu olgulardan arındığımız zaman ne olduğumuzla ilgili hiçbir fikrim yok. Sadece o amacı tahayyül edip ona odaklanmak ve kişiselleştirmeden sanatın yaratım gücüyle ortaya çıkan gerçekliği aktarmak istedik. Ne kadar anlatabildik, eksiklerimizle ne kadar tamamlanabildik bilemiyorum. Merak eden seyircilerimiz için 12 Mart Cumartesi günü Caddebostan Kültür Merkezinde, 22 Mart Salı günü Ataşehir Mustafa Saffet Kültür Merkezinde olacağız. Birlikte seyir halinde olacağımız misafirlerle birlikte hikayeyi anlatıp köşemize çekileceğiz. Oyun, izleyenindir.

Kaynak: https://www.evrensel.net/haber/455926/yonetmen-berat-beyoglu-inziva-yanan-bir-cografyaya-dokulen-bir-damla-sudur

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku