Baturalp Ali Yavuz yazdı… “419 PPM’de” Müzeden Bir Bakış: Müzede Sahne

editor
2,3K Okunma

Bu yıl altıncısı düzenlenen Müzede Sahne etkinliği, konuklarını “Dünya 419 PPM Bir Sahne” ismi ile karşıladı. 419 PPM’in 2022 yılının, dünya karbondioksit oranını ifade etmesinin yanında, etkinliğin teması “Ekoloji Politikaları ve Sanatsal Aktivizm” üzerineydi. Bu temaya ev sahipliği yapması için Yeşil Müze olmayı amaçlayan Sakıp Sabancı Müzesi’nden daha uygun bir yer düşünülemezdi sanıyorum. 10-14 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen etkinlikte; üçü dünya prömiyeri olmak üzere toplam dört tiyatro oyunu, performanslar, konuşma ve sunumlar, iki tane de panel yer aldı. Etkinlik süresince müzenin farklı mekanları kullanıldı. Birbirinden kıymetli konukların olduğu bu etkinliğe ilgi oldukça yoğundu.

Etkinliğin açılış konuşmasını, etkinliğin sanat yönetmeni Emre Koyuncuoğlu gerçekleştirdi. Koyuncuoğlu, 2021 yılında düzenlenen Müzede Sahne etkinliği biter bitmez 2022 yılındaki etkinliğin temasının ekoloji politikaları ve iklim krizi üzerine olacağının belli olduğundan ve Yeşil Müze olmayı amaçlayan Sakıp Sabancı Müzesinin bu temayı desteklediğinden, hemen akabinde etkinlik için gerekli olan hazırlıklara başlandığından bahsetti.

Koyuncuoğlu’nun konuşmasının ardından, Türkiye’nin önde gelen iklim aktivistlerinden biri olan Ömer Madra’nın ses kaydı dinlendi. Madra, ses kaydında şu anda içinde bulunduğumuz tablonun trajik bir durumu veya bir kıyamet senaryosunu tarif eden bir tablodan farkının olmadığına hatta bu konuda abartmanın nerede ise imkânsız olduğuna değinerek başladı konuşmasına. Sayın Madra, bugünün yıkıntısını tarif ettikten sonra bilim insanlarının bizleri uyardığı geleceğin şu anda geldiğine değinerek, çözümün aslında doğrudan önümüzde durduğunu belirtti. Harekete geçmek. “Halklar öncülük ettiğinde hükümetler onları izler” sözleriyle konuşmasını sürdüren Madra, konuşmasının devamında iklim hareketinin gençliğinin “böyle gelmiş böyle gitmez” sözünü ele alarak düşünce yapısını bizimle paylaştı. Ve böylelikle bir önceki kuşağın, gençliğin destekçisi olduğunu bir kez daha vurgulayarak kendi kuşağına da harekete geçme çağrısında bulundu ve teşekkür ederek “Yanlışlıklar Tragedyası: Gelecek Geldi Bile!” başlıklı konuşmasını sonlandırdı. 

Ömer Madra’nın ardından ise genç ikilim aktivisti Atlas Sarrafoğlu etkinlikte söz aldı. Sarrafoğlu, “çocuk hakkı, cinsiyet eşitliği hakkı, türlerin eşitliği, temiz hava, su, gıda hakkı, eğitim eşitliği hakkı” gibi haklarla iklim krizi doğrudan bağlantılı olduğu için iklim krizinin bir sosyal kriz olduğuna değindi. Ve bu krizin her yerde konuşulmasının gerekliliğini vurguladıktan sonra umudun, verilecek bir şey olmadığını ve kazanılması gerektiğini söyleyerek bizleri harekete geçmeye davet etti. Sarrafoğlu’nun konuşmasında bence etkileyici yerlerden biri yılları sayılarla değil, o yılın karbon salınım oranıyla yani PPM’iyle tanımlamasıydı. Yılları bu şekilde dile getirmek, sanırım içinde bulunduğumuz iklim krizini daha da gözle görülür kılmaya ve devamlı hatırlamamıza yardımcı olacaktır. PPM oranının yıldan yıla ne kadar korkunç bir ivmeyle arttığından söz etti ve korkulan geleceğin şimdimiz olduğunu, Ömer Madra gibi bir kez daha vurgulayarak, “419 PPM Eşliğinde, Neden Herkes Öldürsün Ki Sevdiğini? başlıklı konuşmasını sonlandırdı. 

Ömer Madra’nın ve Atlas Sarrafoğlu’nun etkinlikteki konuşmalarının tamamına Sabancı Müzesinin YouTube kanalından ulaşabilirsiniz. 

419 PPM’DE SAHNEDEN BİR SES 

Etkinlik süresince; ekolojik bir anlatı barındıran toplam dört tiyatro oyunu oynandı. Üstelik bu dört tiyatro oyununun üç tanesi, Sakıp Sabancı Müzesi tarafından farklı yazarlara sipariş edilmiş oyunlardı. Bu desteğiyle Sakıp Sabancı Müzesine, Türkiye’nin tiyatro repertuvarın atmış olduğu üç güzide oyun için, aynı zamanda yazar ve yönetmenleri bu konuyu tiyatroda irdelemeye teşvik ettiği için gönülden teşekkürlerimi sunuyorum. 

Etkinlikte yer alan oyunlar şöyledir; Taş (Proje Difüzyon), Libido (Biteatral), Tek Kullanımlık Hikâye (Kumbaracı50), İnsan Çağ: Antroposen ya da Kapitolosen (Tatavla Sahne). 

Proje Difüzyon’un Taş isimli oyunu Şebnem İşigüzel’in kaleminden çıkmış olup yönetmenliğini Zinnure Türe üstlenmiştir. Aslı İçözü, Banu Fotocan ve Ayda Akkaya’nın oyunculuklarını yaptığı Taş, etkinliğin ilk gününde dünya prömiyerini yaptı. 60 dakika süren oyun Sabancı Müzesi Fıstıklı Teras alanında kurulmuş açık hava sahnesinde, 10 Ağustos 2022’de seyirciyle buluştu. 

Oyun, oyuncuların arkasına saklandığı bulutun havaya kalkması ve ardından oyuncuların sahnenin ortasında belirmesiyle başladı. Oyunda, üç kuşaktan üç farklı kadını görürüz. Anneanne, anne ve kız. Köyde kurulacak olan bir taş ocağı sebebiyle direnişe geçen, gerektiğinde yaşına aldırış etmeden ağacın tepesine çıkan bir “eski toprak”. Anneannenin haklı direnişini destekleyen ama bir yandan da onun için endişelenen, orta kuşağı temsil eden bir anne. Z kuşağını temsilen ise bir toruna yer verilmiştir. Oyun bizi bu üç kadının ortaklıklarına, fikir ayrılıklarına, yaralarına dahil ediyor. 

Dekor ve aksesuar olarak, oldukça sade bir tercihte bulunulmuş. Aşağıya ve yukarıya doğru hareket eden bir bulut, üç adet ayaklı ve kablolu mikrofon kullanılmış. Spesifik bir yer belirtecek herhangi bir dekorun olmayışıyla bir nevi mekansızlaşan (yani her an, her yerde karşılaşabileceğimiz, içimizde, yanımızda olan) bu üç kadının hikayesi, güzel bir yaz akşamında, Fıstıklı Terasta, İstanbul boğazını arkasına alarak kendine bütün İstanbul’u mekân edinmiş oldu. Oyundaki “taş”a duyulan hasret, koca metropol manzarasında bir başka tınlamaya başladı benim kulağımda. Taşa özlem duyan ve ona ulaşmaya çalışan, taşı arayan üç kadınla, taşların yok edildiği ve yerlerini ise beton yığınlarının almış olduğu İstanbul’u tek bir çerçeveden görüyor olmak oldukça farklı bir deneyimdi. Kocaman beton yığınlarının arasında “taş”a duyduğumuz özlem fazlasıyla trajik-komik değil mi?

Dekor ve aksesuarın yanında, kostüm ve ışıkta da bir sadelik söz konusu. Sade kostümler ve pek hareketli olmayan bir ışıklandırma tercih edilmiş. Atmosferde yaratılan sadelik ve yalınlıkla, metnin ve oyunculuğun ön plana çıkartılması amaçlanmış muhtemelen. Bunların yanında, oyun benim kafamda birkaç soru işareti bıraktı. Bunlardan bazıları; sahne hakimiyetini zorlaştırabilecek ve teknik olarak sorun yaratabilecek olan kablolu mikrofonlar yerine alternatif bir şey düşünülebilir miydi acaba? Üç kuşağın çatışmasını daha net görmek adına, Z kuşağının temsili olan torun, biraz daha dik duran ve kendini savunabilen bir yerden çizilip oynanabilir miydi? Sahne dinamiğini biraz daha yükseltmek adına neler yapılabilirdi? Karakterin, hikayelerini doğrudan bizimle paylaşması yerine, bizim onların hikayesine ortak veya tanık olabileceğimiz bir anlatı biçimi yaratmak mümkün olabilir miydi? Oyun biraz daha devam etseydi, bu üç kadın mistik bir yardım arayışından sıyrılıp, kurtuluşun ve köklü değişimin kendileriyle gerçekleşeceğin farkına varırlar mıydı?

Bizimle deneyimlerini paylaşmak isteyen üç farklı kuşaktan olan, üç kadını konu alan “Taş” 2022-2023 sezonu süresince oynayacak gibi duruyor. 

Etkinlikteki, sipariş üzerine yazılan ve sahnelenen bir başka oyun ise Biteatral’in Libido oyunu. Libido, Nadir Sönmez tarafından yazılmış olup, Ayşe Lebriz Berkem rejisiyle sahneye koyulmuştur. Oyunculuğunu Cemre Buğra Ün ve Fırat Bozan’ın yaptığı Libido, 12 Ağustos 2022’de Sakıp Sabancı Müzesi The Seed salonunda dünya prömiyerini yaptı. 60 dakika süren oyunda, oyuncuların diyaloglarının oyun boyunca tazeliğini ve samimiyetini koruduğunu görmenin; oyunla seyirci arasındaki bağın doğallaşmasında kolaylık sağladığını ve bununla birlikte seyircinin hikâyeye/oyuna olan inancının bu yaratılan samimi atmosfer sebebiyle arttığını düşünüyorum.

Libido, “doğa ve cinsellik ilişkisi üzerine çalışan” performans sanatçısı Hale’nin, yaptığı işin gerçeklikle ilişkisini sorgulamaya başlamasını konu edinir. Hale’nin ekolojik sorunları dert edindiği sanatsal performanslarının toplumda gerçek bir yeri var mıdır, kendini var edebiliyor mudur? Yaptığı işin hayatın içinde bir etkisi oluyor mu? Ekolojik sorunların, sadece sanat üzerinden düşünülmesi ne kadar işlevli? Hale bu kaygılarla, hayatında yeni bir dönemi aralar. Hale alışık olduğu sınıfın dışından olan erkeklerle flört etmeye ve iletişime geçmeye başlar. Hale artık değinmek istediği toplumsal sorunları sanatsal bir dille ele almayı bıraktığı, sorunları doğrudan kameraya söylediği bir döneme girmiştir. Doğrudan sorunla savaşıyor oluşu, hayatın içinde eyleme geçiyor oluşu onun kendini daha iyi hissetmesini sağlayacaktır. 

Hale karakterini canlandıran Cemre Buğra Ün, Hale’nin iç hesaplaşmasını ve değişimini başarılı bir şekilde canlandırmasının yanında sahnedaşı Fırat Bozan’ın, Hale’nin karşılaştığı insanları canlandırırken, karakterlerin ayrımını net bir şekilde gösteriyor oluşunu değerli ve başarılı buldum. 

Kemal Yiğitcan’ın yapmış olduğu ışık tasarımı oyun atmosferi için oldukça destekleyiciydi. Mekân değişimini belli etmek için yapılan ışık tasarımlarını oldukça etkileyici buldum. Işığın değişmesiyle sahnenin bir bölümünde yeni bir uzama yaratılması ve o uzamanın içerisinde, nefes alan ışıkların olması seyirciyi oyunun dünyasına çekmekte oldukça etkiliydi. Dekorlarsa atık malzemelerin dönüştürülmesi ve birleştirilmesiyle tekrar kullanılmış, pratik ve hızlıca kullanılabilen dekorlardı. Böylelikle sahne değişimlerinde vakit kaybedilmeyerek oyunun enerjisi yukarda tutulabildi. 

Acaba sorunları ve çözümleri tespit etmiş bir Hale yerine, sorular soran bir Hale görmek ve izleyici olarak Hale’nin soruları üzerine düşünmek nasıl olurdu? Libido’nun, bende düşündürdüğü şeylerden bir tanesi bu. Bununla birlikte bütününde güzel bir seyir izlenimi bırakan Libido, bu sezon içerisinde umarım ki seyircilerini bekliyor olacak. 

Sakıp Sabancı Müzesi’nin desteğiyle yazılan son oyun ise Volkan Çıkıntoğlu’nun kaleminden çıkan, Kumbaracı50’nin Tek Kullanımlık Hikâye’sidir. Yönetmenliğini Gülhan Kadim’in üstlendiği oyunun oyuncuları ise İsmail Sağır, Meriç Rakalar, Murat Kapu. 

Tek kullanımlık Hikâye, 13 Ağustos 2022’de Sakıp Sabancı Müzesi, Fıstıklı Teras’da dünya prömiyerini yaptı. Süresi 60 dakika olan oyunun seyir zevki epey yüksekti. 

Yaptıkları işten aldıkları keyfi büyük bir enerjiyle sahneye taşımayı başaran ekibin enerjisi, seyirciyi daha oyunun başında sarmaya başlıyor. Melih, Cevdet ve Orhan aynı mahallede yaşayan üç kafadardır. İkisi abi-kardeş olan bu üçlü, Melih’in iklim krizinin farkına varmasıyla iklim kriziyle ilgilenmeye başlarlar ve bu konuda mahalle halkını bilinçlendirme görevini üstlenirler. Biz seyirciler de bu üçlünün mahalle halkında farkındalık uyandırma maceralarına, geçmişleriyle yüzleşme süreçlerine tanık oluruz. Oyun, biz izleyicileri güldürürken bir anda hüzünlendirmeyi, yüreğimizi burkarken birden kahkahaya boğmayı çok yumuşak ve doğal geçişlerle başarıyor. Bu yumuşak ve doğal geçişlerde oyunculuklar kadar metnin de payının büyük olduğu yadsınamaz bir gerçek. 

Bir binanın terası olarak kurulmuş dekor, pratik çözümler ve ışık oyunları aracılığıyla bir sürü mekâna -düğün salonuna, taksiye, ofise- bürünebiliyor. Karakterlerin anlarının bütün özellikleriyle canlandırıldığı Tek Kullanımlık Hikâye, izleyicilerine keyifli bir oyun vaat ediyor. Tek Kullanımlık Hikaye, sezon süresince izleyicilerini bekliyor olacak. 

Etkinlikte yer alan, daha önce dışarıda oynamış tek oyun ise Tatavla Tiyatro’nun İnsan çağı: Antroposen ya da Kapitalosen oyunuydu. Oyun 14 Ağustos 2022’de Sakıp Sabancı Müzesinin The Seed salonunda, etkinliğin takipçileriyle buluştu. Wolker Ludwig (1887-1955) tarafından yazılmış olan Gök, Toprak, Hava, Deniz oyunu, Eraslan Sağlam’ın uyarlamasıyla İnsan çağı: Antroposen ya da Kapitalosen ismini almıştır. Oyun, taşrada yaşayan bir kız çocuğunun kente gelmesi ve oradaki ekolojik yıkıma tanık olup şehir kültürünün normalize ettiği şeyleri reddederek doğaya/kasabasına dönme çabasını ve şehirde tanıştığı arkadaşlarında bu ekolojik yıkımın bilincini uyandırma çabasını ele alıyor. Yönetmenliğini Eraslan Sağlam’ın yaptığı oldukça kalabalık bir oyuncu kadrosuna sahip olan oyunda, her yaştan oyuncuyu görmek mümkün.

419 PPM’DE PERFORMANS 

Programın ilk performansı Ne Orada Ne Burada, 11 Ağustos’ta, yaratımını ve oyunculuğunu yapan Nejbir Erkol tarafından, müzenin Sera Atölye Bahçe’sinde gerçekleştirildi. Erkol’un gerçekleştirdiği performans yaklaşık 40 dakika sürdü. Açık havada gerçekleştirilen performansta, ağaçlar arasına gerilmiş ve üzerinde asılı hiçbir şey olmayan çamaşır ipleri kullanılmış.

Erkol, bizlere Kanyaş Otu’nun hikayesini erkek bir çiftçi ve onun eşi üzerinden anlattı. Çiftçinin, tarlasında çıkan ve ekinine zarar veren bir bitkiyi -kanyaş otu- fark etmesi ve onu sökmeye çalışmasını anlatır Erkol. Her gün söker ve bitki ertesi gün tekrar çıkar. Erkol, çiftçinin Kanyaş Otuyla “savaşından” bahsederken, bir yandan da yapmış olduğu eskizleri ve anlatmış olduğu hikâyenin kısım kısım yazılı olduğu küçük kağıtları, elindeki mandallarla çamaşır ipine astı. Erkol, çiftçinin hikayesini bizimle paylaştıktan sonra kendi hayatından bir kesit paylaştı. Toprağın ıslak olması sonucu, Nusaybin’deki evinin hemen yanına düşen ama patlamayan bir havan topundan ve o havan topunun açmış olduğu “korkunç” çukurdan bahsetti bizlere. Bombanın düştüğü zaman orada olmadığını ama ailesinin evde olduğunu bizimle paylaşan Erkol, evine döndüğünde bombanın ne kadar uzağa düştüğünü hesaplamak istemiş ve evinden, bombanın açmış olduğu çukura kadar adım saymış. “Tam doksan yedi adım.” 

Kanyaş otunun hikayesiyle kendi anısı arasında ilişki kuran Nejbir Erkol’un, performansında kuvvetli bir bağlantı kurduğunu düşünüyorum. Köklerimiz bizi asla bırakmaz. Bizler her nerede olursak olalım veya her kim bizi köklerimizden koparmak isterse istesin bizler ait olduğumuz yerde tekrar yeşermeyi başarırız. Hatta belki Kanyaş Otu’nun serüveni gibi başka birçok yerde kök salmaya başlayabiliriz. Köklerimizden ne kadar uzak olursak olalım, bir gün hüzünle veya mutlulukla köklerimize geri döneceğiz. Performansın bende bıraktığı böyle bir çıkarımla birlikte; Erkol’un, performansında aktif olarak kullanmış olduğu çamaşır ipinin, mandalların, eskizlerin ve metinlerin bütünlüğü de çok hoşuma gitti. Tanıdığımız, bildiğimiz, fazlasıyla bizden bir eylem olan çamaşır asma eylemini dönüştürerek, anlatının bizden çok uzakta olmadığını yine köklerine bağlı bir eylemle ortaya koymuş. Çamaşır ipine serdiği eskizlerle, çamaşırları “sermek” eylemini dönüştürerek, trajik bir anısını “sermiş” oldu bence. Erkol, bizlerle paylaştığı bu anısını, eskizlerini çamaşır ipine sererek görsel olarak da görünür kılmış oldu. 

Bütün bunların yanında Nejbir Erkol, performansında bence çok kıymetli bir şey yaptı. Yaşamış olduğu bu süreci, ajite etmeyen bir dille paylaştı bizimle. Hikâyenin bütünüyle öznesi olmasına karşın anlatım süresince, bence, hikayeyle arasındaki mesafeyi olabildiğince korudu. 

Erkol, performansının sonunda, seyircilerin asılı olan eskizlere ve metinlere yakından bakabileceğini, eğer isterlerse onları hediye olarak alabileceklerini söyledi. Böylelikle biz seyircilerin, somut olarak hikâyenin bir parçasını alıp evlerimize hatta odamıza götürmemizi sağladı. Bizler artık Nejbir Erkol’un yaşamından bir kesit dinlemiş insanlar değil onun anısının imgesel olarak bir parçasına ortak olan insanlar olduk. 

Önce eskiz çalışması olarak yapılan bir işken daha sonra Müzede Sahne etkinliği için bir performansa dönüşen Ne Orada Ne Burada, oldukça etki bırakan bir performanstı. 

11 Ağustos’ta gerçekleştirilen ve etkinlikte yer alan bir başka performans ise bir sunum-performans olarak tasarlanan Eylem Ejder’in do,laş,mak performansıydı. do,laş,mak canlı, nefes alan bir performans. Temel bir izleği olmasıyla beraber her seferinde Eylem Ejder’in birbirinden farklı bireysel deneyimleriyle şekillenen bir performans/paylaşım. Hayatın içinde, bir öyküde, bir oyun metninde geriye dönüp anıların, eylemlerin arasında “dolaşma” fikrini ele alan anlatım, Ejder’in kişisel seyahatlerinde gittiği yerlerdeki zihinsel “dolaşmasını” da içeriyor. Sunum-performasa Eylem Ejder’in gün gün içini doldurduğu minik defterler de eşlik diyor. O minik defterlerden, önceden seçilmiş veya rastgele pasajlar paylaşıyor bizlerle. Böylece biz de onun anılarında “dolaşmış” oluyoruz. do,laş,mak sunum-performansında benim en keyif aldığım geriye dönüş, Ejder’in bir zeytin ağacının altında otururken yazdığı şu dizerdi: “bin yıllık bir zeytin ağacının dizlerindeyim / dokun diyorlar / seni iyileştirir. / İnsan nasıl anlatabilir / bin yıllık zeytini / bin yıldır kalmanın sabrını / ve acısını büyümenin”. O zeytin ağacının yaşanmışlığına yumuşak bir bakışla dokunuş yaptıktan sonra günümüze geri gelen bir yazıydı.

Her geriye dönüşümüzde ve oralarda dolaştığımızda insan her seferinde bir şeyler bulmayı başarıyor. Eskiye takılı kalmamak gerekir ama yeninin renklenmesi için eskide bir dolanmak fena olmayabilir. Bence do,laş,mak bu sebeple nefes alan, yaşayan bir sunum-performans. Eylem Ejder her seferinde gerek fonda akan gittiği yerlerde çekmiş olduğu doğa fotoğrafları olsun, gerek o minik defterlerdeki gün gün yazdığı yazılarla ve şiirlerle olsun her seferinde anıları arasında dolaşıyor ve oradan günümüze bir bakış atıyor. Bence her dolaştığında da bizimle paylaştığı veya paylaşmadığı yeni şeyler buluyor. 

Ejder, do,laş,mak’ta, tereddüttün ekolojik bir duygu oluşuna ve gerekliliğine değiniyor. Yaşanılan, yaşanmış ve bitmiş değildir. Yapılan eylemlerin veya edinilen bilgilerin doğruluğu mutlak değildir. Bir şüphe, bir tereddüt bizi o ana, o anıya geri götürmeli; o bilgiyi sorgulatmalı ki biz orada biraz dolaşalım ve yeni keşifler yapabilelim. Bu durum romandaki veya tiyatro metnindeki bir karakter için de geçerli. Bir karakterin geçmişinde dolaşmak, onu yaşatır. Ona bir derinlik katar. Tıpkı birçok insanın yanından geçerken bakmadığı ama Eylem Ejder’in, elimizden tutup bizi zeytin ağacının anılarında gezdirmesi gibi. 

do,laş,mak süresince seyirciyle oldukça samimi bir iletişim kuran Eylem Ejder’in sunum-performansı oldukça zihin açıcı ve etkileyiciydi.

Etkinlikte yer alan performanslardan bir diğeri ise 12 Ağustos’ta Sakıp Sabancı Müzesinin konferans salonunda yer alan ve mekâna özgü performans olan Na-Na ekibinin, Ev Nerede? performansıydı. 

İki farklı disiplini tek bir performansta bir araya getiren Nalan Yırtmaç (resim disiplini) ve Nazlı Durak (dans disiplini), yaklaşık 35 dakika süren bir performans gerçekleştirdiler. Valizin içindeki bir kadın resminden yola çıkılarak gerçekleştirilen bu doğaçlama performans gerçekten etkileyiciydi. 

Ev Nerede? performansının başında Nalan Yırtmaç’ın yönlendirmesiyle kolektif, doğaçlama bir sanat eseri (şiir) yarattık. 1. Dünya Savaşı yıllarında; savaşa, yozlaşmışlığa, burjuvaziye ve tek tip düşünmeye karşı çıkmak için ortaya atılmış Dadaizm akımından yararlanarak oluşturulan bu şiir, Dadaizm’in felsefesine bağlı kalınarak, kelime ve cümlelerin alışageldiğimiz anlamları dışında birleştirilmesiyle yaratıldı. Daha önce dergi, gazete ve broşürlerden kesilen kelimeleri veya cümleleri rastlantısal olarak seçtik ve yan yana yapıştırdık. Daha sonra ise savaşın yıkımını, kadın cinayetlerini ortaya koyan ve eleştiren bir şiir çıktı. Ev Nerde? performansı, bu kolektif sanatsal üretimin hemen ardından Nazlı Durak’ın Hip Hop performansıyla devam etti. Yine bir karşıt duruş olarak ortaya çıkmış olan Hip Hop’ı kullanan Nazlı Durak, Ev Nerede? performansının anlamsal bütünlüğünü koruyarak performansında müzenin konferans salonu mekanının neredeyse her yerini kullandı ve bizi mekanın içinde dolaştırdı. 

Performansında, ataerkil sistemin kadın üzerinde çizmiş olduğu sınırları kırmaya ve mekanikleştirilmeye çalışılan kadını özgürleştirmeye çalışan Nazlı Durak, gerçekten harika bir performans ortaya koydu. Performansta kullanılan tekrarlar, anlatıyı güçlendiren ve kadının başkaldırışını, pes etmeyişini gösteren harika bir detaydı. Her tekrar bir öncekinden daha güçlü oluyordu ve her seferinde o güçlü baş kaldırışa direnç uygulayan ataerkil mekanizma da -bu mekanizmanın performansta kullanılan elektrikli kepenkle en net gösterildiğini düşünüyorum- gücünü arttırıyordu. Fakat “kadının” direnişi, pes etmeyişi ve yeni yollar arayışı, performansı her seferinde güçlendiriyordu. 

Durak, performansının sonunda doğru, Ev Nerede? performansının çıkış noktası olan resimdeki gibi, göçmen meselesini ele alan performatif bir anlatıda bulundu. Boş bir valizin içine sığmaya çalışan bir kadın. İzleyiciler tarafından da alkışlanan Ev Nerede? performansının bu gölümü gerçekten çok etkileyiciydi. Performansın bu bölümü bende göçmen meselesinin yanında kadın cinayetlerini de çağrıştırdı. Nazlı Durak, boş bir valize kendi çabalarıyla giremezken, sığamazken, Didem Mengü’nün (30), Zeynep Söğüt’ün (22), Esma Ekinci’nin (37) ve adını öğrenemediğimiz başka kadınların o valize nasıl bir vahşilikle sığdırıldığı gerçeğini bir kez daha yüzüme/yüzümüze vurdu. 

Ev Nerede? performansını Sakıp Sabancı Müzesi’nin YouTube kanalından izlemeniz mümkün. 

Etkinliğin 3. gününde, 12 Ağustos’ta, dans gösterisi başlığıyla yer alan Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın; sanat yönetmenliğini Francisco Camacho’nun yaptığı, yaratım ve performans kısmını Leyla Postalcıoğlu, Mihran Tomasyan ve Berke Can Özcan’ın üstlendiği, ışık tasarımını Cem Yılmazer ve Yasin Gültepe’nin yaptığı Taşıdıklarımız, Sakıp Sabancı Müzesi’nin Fıstıklı Teras sahnesinde, yaklaşık 60 dakika süren keyifli bir seyir zevki sundu. 

Sahnede yer alan, belki atık olarak bile nitelendirilebilecek birçok nesneyi teker teker üzerlerine giymeye başladı sanatçılar. Yerde tek bir nesne kalmayıncaya kadar buna devam ettiler. Bunun ardından sahnenin her yerini kullandıkları ve nesnelerin birbiriyle ilişki kurduğu bütünlüklü bir anlatı inşa ettiler. Kullandıkları her bir nesne, tek başına farklı bir anlama sahipken bütünde bambaşka bir anlama dönüştü. Taşıdığımız şeylerin bize birer yük mü, yoksa onları dönüştürüp birleştirerek hayatımızda yer edinebilecek şeyler mi olduğunu sorgulayan Taşıdıklarımız, farklı bir bakış açısıyla yeni alternatifler yaratılabileceğini gösteriyor. Hayatımızda işe yarayan veya yaramayan “yükleri” neye göre sınıflandırıyoruz? Onları dönüştürmeye, onları faklı bir amaçla kullanmayı deniyor muyuz? Bizlere yük olan taşıdığımız şeyler aynı zamanda bizlerin hayatını kolaylaştıracak şeyler haline gelebilir mi? 

Sahnede karmaşa oluşturması olası olan bir sürü nesnenin kullanıldığı Taşıdıklarımız’da, o nesnelerin uyumlu ve estetik bir bütünlük oluşturduğuna şahit oluyoruz. Bu oluşuma sahne üzerinde canlı gerçekleştirilen sözsüz müzik eşlik ediyor. Keyifli bir seyir zevki sunan Taşıdıklarım’da, sahnede üretilen müziğin payı da oldukça büyük. Çok fazla bedensel eforun gerektiği bu dans gösterisinde, oyuncuların bir an olsun tempoyu aksatmadan performansı hayata geçirmeleri gerçekten taktir edilesiydi. Bununla birlikte müzik, ışık ve sahnedeki dinamiğin organik uyumuna tanık olmak epey keyifliydi. 

419 PPM’DE BİR PANEL: “EKOLOJİK YIKIM VE KÜLTÜR SANAT POLİTİKALARI”

Müzede Sahne etkinliğinin dördüncü gününde yer alan, moderatörlüğünü Eraslan Sağlam’ın (Oyuncu) yaptığı, konuşmacıları Hande Paker (Bahçeşehir Üni. İktisadi Değer ve Sosyal Bilimler Fak. Doç. Dr. Öğretim Üyesi), İlksen Mavituna (Açık Radyo Görevlisi), Atıf Akın (Rurgers Üni. Sanat ve Tasarım Bölümü, Öğretim Gör.) olan, Ekolojik Yıkım ve Kültür Sanat Politikaları başlıklı panel, Eraslan Sağlam’ın panelistleri tanıtımıyla başladı. 

Panelin ilk konuşmasını, konuyu sürdürülebilirlik üzerinden ele alan Hande Paker gerçekleştirdi. Ekolojik krizin bütüncül bir bakışa ihtiyacı olduğundan bahsederken, ekolojiyi merkeze alan bütüncül dönüşüm için, ancak, krizin iç içe geçmiş farklı boyutlarının -siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel- bir arada ele alınması gerektiğine değindi. Burada kültür sanatın aktif rol oynadığını düşünen Paker; sürdürülebilme kavramının, sürdürülebilir kalkınma fikri üzerinden yaygınlık kazandığından ama ekolojik yıkımın aynı oranda artmasının çelişkisine vurgu yaptı. Sürdürülebilirlik kavramının yaygınlaşmasıyla içinin boşaltıldığına değindi. Bu tutarsızlığın sorgulanması gerektiğine ve bu sorgulama esnasında kültür sanata büyük iş düştüğünden bahsederken; kültür sanat üreticilerinin, sanat üretme gücünü ekolojik krizin farkındalığını oluşturmak için yurt içi ve yurt dışında harcamaya başladığının da altını çizdi.

Son olarak, ekoloji ve kültür sanat için yeni mekanların yaratıldığından bahseden Paker, bu durumun kültür sanatın ekolojik krizi durdurma çabasında önemli bir rol oynadığına değinerek konuşmasını sonlandırdı. 

Hande Paker’in ardından bir diğer panelist olan İlksen Mavituna konuşmasına geçti. Mavituna konuşmasının başında, toplumsal etki için kültür sanatın, kapasitesinin ne kadarını kullandığının ayrı bir tartışma konusu olmasıyla birlikte öneminin büyük olduğuna değindi. Müzede Sahne etkinliğinin bu konuda büyük adım attığını söyleyen Mavituna, “Neden sahnelerde iklim krizi aciliyetini konu alan oyunların sayısı bu kadar az?” sorusunu soruyor ve pandemi sonrası bağımsız tiyatroların sorunlarının konuşulduğu bir düzlükte olduğumuza, tiyatroların ortak bir paydada buluşup ortak sorunları çözüme ulaştırmaları çabasına girmeleri gerektiğine ve bunun yanında iklim krizi aciliyetinin de ele alınabileceğine değiniyor. 

“İdeal koşullarda bir tiyatro oyunundan ne beklemeliyiz?” sorusunu ileri süren Mavituna, bu bağlamda Antik Yunan’a küçük bir bakış atılarak cevabın görülebileceğini söylüyor. İçinde bulunduğu toplumun ve dünyanın sorunlarını ele alan bir anlatı içermesi gerektiğinden bahsediyor ve hemen akabinde bizleri bir soru yağmuruna tutarak konuşmasını sonlandırıyor. Biz, gerçekten, bir tiyatro salonunda ne kadar iklim krizi üzerine bir oyun izlemek istiyoruz? Bir yandan iklim kriziyle mücadele edildiği söyleniyorken aynı anda fosil yakıt tüketimin arttığı dünyada nasıl bir gerçeklik içindeyiz? Söylenilen hangi gerçeklik dünyayı temsil ediyor? Sokaklara çıktığımızda gerçeği göremiyor muyuz?

Panelin son konuşmacısı olan Atıf Akın, sanatın etrafında rol oynayan yapılar olduğundan bahsederek giriş yaptı konuşmasına. Akademisyenler, sanatçılar, politika yapıcılar, sanat severler, meraklılar vs. Akın, bütün bu kesimlerin tek bir konu etrafında toplanmasının pek mümkün olmadığından bahsetti. Ama burada önemli olanın “bu kesimlerin birbiriyle nasıl bir ilişkide, dirsek temasında olması gerektiği” diyen Akın, bunun ardından çalışmalarından birkaç görsel göstererek konuşmasına devam etti.

Zor sorular sormayı sevdiği için; nükleer, nükleer enerji, nükleer santraller üzerine çalışma yapmayı tercih ettiğini söyleyen Akın, çalışmalarının birini açtı ve orada Türkiye-Ermenistan sınırında yer alan bir nükleer santrali gösterdi. Bu santrali tesadüfen fark ettiğini söyleyen Akın, bu santralin çevresinde arkeolojik kalıntıların da yer aldığını belirtti. Daha sonra santral atıkları ve arkeolojik kalıntıların toprağın altında aynı seviyede olduğunu fark ettiğini söyledi ve bir tarafta 240 bin yıl sonraya kalacak olan nükleer atıkla 5 bin yıl öncesinden günümüze kadar kalmış arkeolojik kalıntıların yan yana olmasının ilgisini çektiğini söyledi. O alanda yer alan arkeolojik kalıntılardan, Geiger sayacı aracılığıyla almış olduğu radyasyon verilerini daha sonra bir resme dönüştüren Akın, oluşturduğu resimlerle arkeolojik kalıntının görsellerini yan yana koyduğu bir sunum gösterdi. 

Konuşmasının sonuna doğru gelirken Fransa’da bulunan bir ada görseli paylaştı bizimle. Tropikal, harika bir görüntüsü olan bu adanın farklı bir perspektiften, gökyüzünden 90 derecelik bir açıyla çektiği görseller; Fransa’nın bu adada yapmış olduğu atom bombası denemelerinin adanın doğal güzelliğini ve tabanını nasıl katlettiğine ilişkin korkunç bir görüntü ortaya çıkartmış oluyor. Bu paylaşımından sonra Atıf Akın, konuşmasını sonlandırdı.

419 PPM’DE BİR PANEL: EKOFEMİNİZMLER

Etkinliği son günü yer alan, moderatörlüğünü gazeteci Işın Elçin’in üstlendiği, panelistleri Deniz Gündoğan İbrişim (Sabancı Üni. Toplumsal Kadın Çalışmaları Araştırmacısı), Ezgi Hamzaçelik (Özyeğin Üni. Öğretim Gör.), Selver Sezen Kutup (Kadirhas Üni. Çekirdek Program Öğretim Gör.) olan Ekofeminizmler isimli panelde Işın Elçin’in paneli açışının ardından ilk konuşmayı Deniz Gündoğan İbrişim yaptı. 

İbrişim konuşmasına, ekofeminizmi tanımlayarak başladı ve ekofeminizmin, 1970’lerde anti nükleer hareket ve yeşil politik aktivizmle Amerika’da ortaya çıkmaya başladığından bahsederek konuyu genişletti. Ekofeminizmin birçok alt başlığı ve türü olması sebebiyle panelin “ekofeminizmler” başlığının verilmesinin daha uygun olduğuna değindikten sonra ekofeminizmin alt başlıklarından/türlerinden iki tanesini açtı. Bunlardan birisi Radikal Ekofeminizm’di. Radikal ekofeminizmin, kadınların ve hayvanların doğal kaynaklar gibi sömürülmesine karşı çıkan bir tür olduğunu açıkladıktan sonra Kültürel Ekofeminizme değinerek, kültürel ekofeminizmin, doğa ve kadın arasındaki ilişkiyi kuvvetli kurduğundan bahsetti. 

Konuşmasını feminizm ve insan sonrası eleştiriler üzerinden genişleten İbrişim, Mary Mattingly’nin çalışmalarını bizlerle paylaşarak konuyu destekledi. Mattingly’in; hayvanı, bitkiyi, nesneyi öteki tanımlamasının dışına atıp doğrudan anlatının merkezine yerleştirdiği bir sanat anlayışının olduğundan bahsetti. “Evimiz neresi?” sorusunun cevabını arayan sanatçının, Limnal Lacrimosa (2021), Bird Farming (2007), Inflatable Home (2008), Life of Objects (2013), Pull (2013) isimli çalışmalarına değindi. İbrişim, Mary Mattingly’in verili bilgilerin dönüştürülebileceğini sorguladığı, bir sanatçı olarak aynı zamanda kendi eylemlerini de sorguladığı bu çalışmaları ve içlerinde yüklü anlamları bizimle paylaştıktan sonra konuşmasını sonlandırdı. 

Deniz Gündoğan İbrişim’in konuşmasının ardından söz alan Ezgi Hamzaçelik; ekofeminizmle esas ilgilenişinin Gaflet – Modern Türkçe Edebiyatın Cinsiyetçi Sinir Uçları (2019) kitabında yazdığı, Netameli Bir Yakınlık: Feminizm ve Türcülük başlıklı yazısıyla olduğunu söyleyerek, bu yazıda Feminizmle Türcülük arasındaki yakınlığı sorguladığını ve bu doğrultuda, yazı içerisinde Muinar (Latife Tekin, 2006), Deli Kadın Hikayeleri (Mine Söğüt, 2011), Kirpiklerimin Gölgesi (Şebnem İşigüzel, 2010) isimli bu üç metne odaklandığından bahsederek açtı konuşmasını. Bu üç metnin, eril ya da dişil olmanın hemen hemen her kültürde bir anlama sahip olduğuna odaklandıklarından bahseden Hamzaçelik, öznelliği silinen kadınları ve iktidarın şiddetine maruz kalan bedenleri, insan olmayanların görünürlüğünü işlediklerinden bahsediyor. Muhinar metninin ekofeminist bir metin olduğunu belirten Hamzaçelik, bir yazarın iç sesi olan Muhinar’ın, eril dünyada var olmaya çalışan kadınların içindeki bir ses olduğunu eklerken, metnin kadın ve doğa arasında bir özdeşlik kurduğunun da altını çiziyor. 

“Timothy Morton, Doğasız Ekoloji kavramından bahseder” diyen Hamzaçelik, “Sonsuz çoğalma ve çeşitliğin hâkim olduğu sonsuz yabancılaşma ağı” tanımı yapan Morton’ın, queer bir perspektifle baktığını söyleyerek başka bir pencere aralıyor zihinlerimizde.

Konuşmasının devamında Kirpiklerimin Gölgesi romanından bahseden konuşmacı; romanda cinsiyetçiliğin, türcülüğün ve faşistliğin birlikte işlediğinin gösterildiği bir anlatı sunulduğunu belirti. Roman içerisindeki temsili imgeleri bağlantılarıyla deşifre eden Hamzaçelik; tartışmayı, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin kurulma biçimi ve yaratılan iktidar ilişkilerinin incelenmesi yönünde genişletmek için Deli İbram Divanı (Yazar: Ahmet Büke) romanından ve Ali’nin Tabiatı (Yöneten: Levent Çetin) filminden çıkarımlarını bizlerle paylaştıktan sonra konuşmasını sonlandırdı. 

Ezgi Hamzaçelik’in konuşmasının ardından panelin son konuşmacısı olan Selver Sezen Kutup söz aldı. Selver Sezen Kutup, konuşmasına ekofeminizm ve vegan etiğin ilişkisini ele arak başladı. Öncelikle, bir veganın tek başına dünyayı kurtarmadığını ama aynı zamanda hangi sömürülere, eziyet ve şiddete de isteyerek dahil olmayı reddettiğini bizimle paylaştı. Daha sonra ise Amerikalı beyaz, orta sınıf bir erkek ile kendisinin dünya üzerinde aynı tahribatı yapmadığına ve bu ekolojik krizde herkesin aynı payı olmadığına değinirken “bu ekolojik yıkımda herkesin payı var” sözünün bir taraftan eleştirilebileceğini ama bir taraftan da harekete geçirici bir söz olduğunu belirtti. Daha “kurucu ve harekete geçirici” bir anlayışın benimsenmesi gerektiğini söyleyen Sezen Kutup, bunun için vegan etik ve vegan politikayı öne sürerek tartışma zeminini genişletti. Dona Harawway’den yaptığı alıntıyla doğanın sınırları çizilemeyen çoklu yapısını bizimle paylaşan Sezen Kutup, veganizmin politikasının da tekil olmadığını hatırlatarak, vegan politikanın “çoklu sömürü biçimlerinin iç içeliğini ifşa etmek” konusunda ve “daha kurucu yollar üreterek sosyal adaletin hepimiz için sağlanması” konusunda etkin olabileceğini öne sürdü. Kuşkusuz vegan politikanın gereksinimi olan türler arası eşitlik anlayışının benimsenmesinin, vegan politikada kaçınılmaz olduğuna değindi. 

Konuşmasına; demokratik, işbirlikçi ve kapsayıcı bir ekofeminist anlayışın olabilmesi için vegan etiğin ve veganlığın es geçilemez olduğunu vurgulayarak devam eden Sezen Kutup, konuya dair dilin işlevine de değindi. Carol J. Adams’ın Etin Cinsel Politikası (1990) adlı kitabının içinde yer alan kavramlardan biri olan kayıp gönderge kavramını kitaptan alıntılarla ve birkaç örnekle açıkladı. Sezen Kutup konuşmasının sonuna doğru gelirken, vegan olmanın “bir beslenme pratiğinin çok ötesinde; insan merkezci, türcü paradigmanın karşısında konumlanmak, bu paradigmayı durmaksızın ifşa etmek ve insan üstünlükçü olmayan bir yaşam çabası demek” olduğunun altını çizdikten sonra Fran Winant’ın “Pilav Ye Kadınlara İnan” şiirini bizimle paylaşarak konuşmasını sonlandırdı. 

Etkinlikte yer alan Ekofeminizmler ve Ekolojik Yıkım ve Kültür Sanat Politikaları başlıklı bu iki paneli, Sabancı Müzesinin YouTube sayfasında video kayıt olarak izlemeniz hala mümkün. 

Yazımı sonlandırırken, başta Sabancı Müzesi ve Emre Koyuncuoğlu olmak üzere etkinlik süresince katkı sağlayan her sanatçı, emekçi ve yardım severe “iklim krizi ve aciliyeti” gibi önemli bir temayı, hep birlikte, sanat ve hayatın merkezine çekmeye çalıştıkları için bir kez daha en içten teşekkürlerimi sunuyorum. İçinde bulunduğumuz ekonomik şartların tiyatroları, tiyatro yapıcılarını ve tiyatro sanatçılarını zorladığının farkındayım ama umudum aciliyetin ön planda tutulması için her yeni sezon “iklim krizi ve aciliyeti” üzerine üretimlerin çoğalması yönünde. Umarım bu ekolojik krizin farkına her geçen gün bir öncekinden çok kişiyle birlikte varırız ve yıkımı biraz olsun azaltabiliriz. Yeni nesiller, türler ve bizler için…

BATURALP ALİ YAVUZ

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku