Batı’nın Sonunda, Bireysel Trajedinin Eşiğinde, Yaradılış’ın Zıtlıklar Ülkesinde “Westend” Denilen Yerde…

Pınar Erol

Hakikate kendi hayal gücünü katınca, daha gerçekçi olduğuna inanan bir yazar Moritz Rinke. Gerçeği, sinemada, gazetede, şiirde, romanda, tiyatroda, aktörlükte, hatta futbolda arıyor. Üretkenliğini hep formda, hep sıcak tutuyor. Sınırlarla derdi var; belli. Kalın kırmızı bir çizginin iki yanına düşen en yakın yerler, her coğrafyada Doğu ve Batı diye ayrılırken, O, Sınır Tanımayan Yazarlığına, sınır tanımayan futbolu da ekliyor.

Sanırım Mert Fırat’ı tanıyan herkesin, adını duyar duymaz yüzünde beliren tebessümünün içinde; iyiliği seçen kalbine, çalışkanlığına, hiç durmayan zihnine, sızlanmak yerine; her seferinde çıkış yolunu gösteren gayretine ve içten neşesine duyduğu sevgi vardır. O, yaptığı her işte anlam kovalamaya, bizse üst üste yığılan sebeplerle onu sevmeye devam ediyoruz.

27 Eylül’de DasDas’ta prömiyer yapan “Westend”, bir kez daha Moritz Rinke ile Mert Fırat’ı bir araya getiriyor. Sonra da bizi.

Gothe’nin “Seçilmiş Yakınlıklar” hikayesinin izleğinde ilerleyen “Westend” bugünün, şimdinin oyunu. Oyunda, anlam üzerine anlam kurulmuş. Çifter çifter hem de… Eduard (Mert Fırat) oyunun batı kanadında. Çatışma olacak ya, Michael (Gün Koper) de doğu kanadına geçiyor. Koskoca dünya bu, her zaman başının çaresine bakmayı biliyor adamsendeciliği, bizi el uzatmaz kişilere dönüştürüyor. Dayanamam diye gözlerini elleriyle kapatanları, acıya sırtını dönenleri anlar hale gelmemize bile içerlemiyoruz. Dünya böyle yıkılıyor. Savaş böyle yaklaşıyor. Bazen de anlık, geçici çözümlerle, plastik cerrahların güzelleştirdiği insanlar misali üstü örtülüyor sorunların. Soy bak, altındaki ruh yaralı ama. Koldaki morluk makyajla kapatıldı diye yok olmuyor. Sonra o yüzeysel müdahaleden, -görülmüş ama çözülmemiş- dertler kalıyor geriye. Bir de aynı hücreden çoğalan kanser gibi, karşı karşıya gelenlerin, yani aslen “aynı” olanların, “ayrımı” da başlatanın ta kendisi olduğunu fark etmenin işe yaramaz hüznü…

Ve dünyanın cennetinden kovulurken, sormadan edemiyor insan. Sanat, güzelleştirdiği, yatıştırdığı hayatların imdadına her seferinde yetişiyor mu? Narsizmin alkışı dürüstlüğe gölge düşürmüyor mu? Oradan nasıl görünüyor bir bakın! Bir de diğer tarafa geçip tekrar bakın!

Dikkatli tiyatro izleyicileri Moritz Rinke’nin izini sürdüklerinde, Moda Sahne’sinde 2014-2016 yılları arasında oynanan “Seviyoruz Ama Hiçbir Şey Bilmiyoruz”u hatırlayacaktır. Oyunun çevirisini yapan Sibel Arslan Yeşilay metnin çevirisini size iletiyor. Öyle mi tanıştınız?

Mert Fırat: Tuhaf biçimde Moritz’le ilk önce Kıbrıs’taki yazarlar futbol maçında tanıştık. O zaman takımın adı Ayazma’ydı (Anadolu Yazarlar ve Müzisyenler Ayaktopu Takımı). Takımda benimle beraber Bağış Erten, Cansel Elçin, Harun Tekin, Koray Candemir, Hayko Cepkin, Doğu Yücel gibi isimler vardı. Hatta bir ara Fırat Yücel göründü gitti… Muhabbet oradan başladı. Sonra bir gün, Serkan Öz -o da takımdaydı- tarafından teksti elime geçti. Dört ay sonra da Sibel Arslan Yeşilay Moda Sahne’sine göndermiş. Serkan, Moritz’i de tanıdığı için önce beraber oynamayı önerdi. Sonunda hikaye, bu tekstil Moda Sahne’sinde yapalıma geldi. Ben de tamam dedim ama takvim uyumadı. O sırada dizide oynuyordum ama bir yandan teksti de çok seviyoruz ve oyunun da çıkmasını istiyoruz… Derken Sermet Yeşil, Berfu Öngören, İnan Ulaş Torun ve Özlem Taş’la çok güzel bir kast oldu. Özlem Taş, Ankara Dil Tarih’ten benim bir alt dönemimdendir. Berfu Öngören, Ankara’da Devlet Tiyatrosu’ndan arkadaşımdır. Ayrıca “Bizim Evin Halleri” dizisinde de beraber oynadık. Annesini de Devlet Tiyatrosu’ndan tanırım. Moritz, izlediği oyunu çok beğendi. Benim dört-beş oyunum daha var ve sizin oynamanızı çok istiyorum dedi. Sanırım arkadaşlığımızın altıncı yılındayız şimdi. Ayrıca şimdi oynadığımız metnin yazım sürecini biliyorum. Moritz bana anlatıyordu. Bununla beraber başka bir metnini de çevirdik. Ayrıca bir metni daha var. O da çok heyecanlandırdı. İki-üç yıl sonra onu da yapacağım ama ilk önce “Westend” ile başlamanın çok iyi olacağını düşündük.

 

 Moritz Rinke’nin Türkiye keşfini siz yapmışsınız ve şu ana kadar Moda Sahne ve DasDas dışında oyunlarını oynayan tiyatro olmadı.

Mert Fırat: Evet, bizden başka oynayan yok ama haksızlık etmeyelim. İlk Serkan getirdi bize de bakın Moritz’in böyle bir teksti var diye. Ben onun getirdiğini değil; başka bir tekstini okudum. Ve çok beğendim. Aslında kişiyi keşfettik teksten öte. Bu ise, çok yeni çıkardığı bir tekts ve onunla ilişkilenmek çok değerli.

Moritz Rinke: İlk “Seviyoruz Ve Hiçbir Şey Bilmiyoruz” oyunum Moda Sahne’de oynandı. Oyunu Kemal Aydoğan yönetti. Bence bu çok şanslı ve güzel bir tesadüf çünkü onların çalışma biçimini seviyorum. Her zaman doğru ve güzel kast yapıyorlar. Çok açık fikirliler, çok yardımcı ve işbirlikçiler. Türkiye’de, İstanbul’da çalışmak gerçekten çok zevkli.

 

Oyunun bir kısmını burada yazıyorsunuz ve dünya prömiyeri, Frankfurt’ta bundan beş yıl sonra Berliner Ensemble’da birlikte çalışacağınız Oliver Reese yönetiminde yapılıyor. Ardından birçok ülkede oynanıyor.

Moritz Rinke: “Seviyoruz ve Hiçbir Şey Bilmiyoruz”u 2011’de yazmıştım ve prömiyeri, 2012’de Frankfurt’ta yapılmıştı. Buradaki prömiyer tarihini hatırlayabilecek miyim bilmiyorum. Çok kar yağdığını hatırlıyorum. 2016’ydı ve günlerden 5 Ocak’tı sanırım.

Yazmaya gazete röportajlarıyla başlamanız ne hoş bir tesadüf. O yıllarda önünüzdeki iki seçenek; futbol ve yazı. Öğrencilik yıllarınızda Brezilya ve Rusya’dan röportajlar hazırlıyor, gazete temsilcilerinin olmadığı bölgelerden haber yapıyorsunuz. Ve zamanla haberdeki gerçekliğin edebiyattan farklı olduğunu keşfediyorsunuz.

Moritz Rinke: Evet yazmaya gazeteci olarak başladım. Almanya’nın büyük gazetelerinden biri olan “Tagesspiegede yazıyordum. Orada gönüllü olarak çalıştım. İki buçuk sene boyunca gazete nasıl yapılır onu öğrendim. Sonra bir buçuk sene redaktör olarak çalıştım. Der Spiegel”den, spor dergisi “Sokrates”e kadar birçok dergi ve gazetede yazmaya devem ettim. Ama sonra tiyatro oyunları yazmaya başladım.

2013 Gezi Olayları’ndan beri bizim gündemimizi yakından takip edip Türkiye hakkında yazıyorsunuz.

Moritz Rinke: Evet bu ilgim Gezi ile beraber başladı ve Türkiye gündemi ile ilgileniyorum.

“Westend” o kadar günümüz oyunu ki. İzleyenler kendilerini görüyorlar. Zaten oyunlarınızda (bir öncekini de kastederek) internetin, sosyal medyanın hayatımıza girişi ve onun üzerinden var olurken kaçırdıklarımızı ve es geçtiklerimizi, aileyi ve çiftlerin arasındaki güveni/güvensizliği, mesafeyi, çatışmayı, çapraz ilişkileri ve o çiftlerin nevrozunu anlatıyorsunuz. Tuhaf biçimde bir yakınımla estetik merkezlerini gezerken oyunu izlememiz çok örtüştü. Ve gerçekten sokaklarda istediği gibi yaşlananı bulmak zorlaştı.

Moritz Rinke: Demek ki seyircimi yazmışım oyunda. Almanya’da da benzer tepkiler alıyorum. “Aynı biz, resmen bizi anlatmışsın” diyorlar. Benim için de samimi bir oyun yazmanın amacı bu işte.

Mert Fırat: Çünkü çok bizi anlatan bir hikaye. Doğal olarak dünyayı da anlatan bir hikaye. Almanı, Fransızı, Türkü, İngilizi, Avrupa’yı, Batı’yı, Batı tarafının Doğu’ya bakışını, Doğu’nun Batı’ya bakışını… Olaylara çok farklı bakış açıları getirebilen, farklı tartışmalar doğurabilen, bizim gündelikte yaptığımız tartışmaları çok başka derinlikte göz önüne seren bir yapısı var. Hepimizin bildiğini zannettiği durum ya da tartışmaları başka bir perspektiften okutuyor. O çok değerli. Kimi zaman hangi sözü, kimin söylediği ile çok ilgileniyoruz. Bu biraz onun teksti. Yani aynı sözü Trump söylerse ne olur, Merkel söylerse ne olur. Neredeyse aynı bakış açısı ama nasıl ifade edildiği, bunu söyleyen kişinin “background”ında ne olduğu, arkasında nasıl bir fikrin saklı olabileceği o algıyı yaratıyor. Yani aslında, aile içindeki diplomasiyi ve siyaseti bile çok net gözler önüne seren bir yapısı var. Bunu da böyle tereyağından kıl çeker gibi yapıyor. Zaten ilk okuduğum andan itibaren çarpılmıştım. İlk başta insanlara anlatmakta çok zorluk çektim. Ya emin misin, çok Alman, çok Batı tarzı bir hikaye değil mi? Komik mi gerçekten dediler. Komik, hatta çok çok komik dedim. Komik olduğu için değil; sinir bozucu olduğu için komik. Gülünç değil; lanet olsun bu durum böyle ve sinirim bozuluyor ve bununla baş etmek için gülmekten başka yapabileceğim bir şey yok diyen çok cesur bir oyun. Almanya için de, Türkiye için de, nerede oynanırsa oynansın çok cesur bir tekst.

 

“Westend” önce Stephan Kimmig yönetiminde, Deutsches Theater Berlin’de sahnelendi.

Mert Fırat: Evet onu da izleme fırsatım oldu. Ama bizimki karakterlerden, hikaye kurumuna, hikaye kurumundan dekoruna kadar çok farklı ondan. Bizimki iki perde ve daha kısa; oradaki üç buçuk saat sürüyor.

Burada da 27 Eylül’de prömiyerini yapan oyunun yönetmeni Tuğsal Moğul da Moritz Rinke gibi Tarabya Kültür Akademi’den. Hatta Tarabya Kültür Akademi de oyunun destekçisi.

Mert Fırat: Doğru ama oradan tanışmıyorlar. Onları oyundan üç gün önce ben tanıştırdım. Öncesinde bir kere telefonda konuştular. Tuğsal seneye yapacağımız bir proje için geldiğinde, ona üzerinde çalıştığımız bu oyundan bahsettim. “Normalde yönetmenle pek çalışmıyoruz, kolektif de bir iş yapıyoruz ama gelsen, üçüncü göz olsan, ortak bir dil yaratabiliriz. Hem zamanımız da kısıtlı. Bak kafalarımız da uyuşuyor. Moritz’le de uyuşacağını düşünüyorum. Ne dersin?” dedim. Olur dedi.

Oyun, çiftin (Eduard ve Charlotte) yeni taşındığı bir villayı mekan tutuyor. Adı villa ama civardaki en küçük villa olma özelliğiyle aslında villacık. Yine de bir üst sınıfın “obje”si işte. Aile, burjuvaziyi tetikleyen bir yapı ve burjuvazi kalelerinden biri.

Moritz Rinke: Evet öyle, bu iyi bir gözlem.

 

Oyunda çarpışmalar ve zıtlıklar var. Senin canlandırdığın Eduard karakteri estetik cerrah olarak keyfekeder bir alanda iken, Gün Koper’in canlandırdığı Michael karakteri, Sınır Tanımayan Doktorlardan biri olarak savaşta hayat kurtarmaya çalışıyor.

Mert Fırat: O bayağı bir dualite hikayesi. Dinde de dualite var ya hani. Tek tanrılı dinlerden sonraki sürece geçiş. Batı toplumunun tek tanrılı dini. Çok tanrılı dinden tek tanrılı dine geçişleri. Tüm bu azizler. Aslında Hristiyanlık tek tanrılı bir din gibi olsa da çok aziz var ya. O azizlerin hepsi aslında küçük tanrılar. Kral George İngiltere’de adaletin temsili. “Homosapiens” de geçer. Gerçekten azizlere dönüşmüştür aslında o çok tanrılı figürler. Bunlar da aslında azizler. Her biri bir Aziz, her biri gökten inmiş bir melek. Yaradılışın kendi içindeki çelişkilerini barındıran sorular. Bir şey var olduğu andan itibaren bir başka bir şeyle çatışıyor. Hiçbir şey olmazsa bile kişi kendi geçmişiyle çatışıyor.

 

Evin boş olduğunu görüyoruz. Tamam, yeni taşındılar, eşyalar sonra gelecek ama oyun boyunca da gelmiyor. Bu boşluk sanki hayatlarımızdaki boşluğu doldurmak için de seçenek sunuyor.

Moritz Rinke: Bazen olan şey aslında çok basittir. Bu durumda da öyle ve cevabı; ben aslında sahnede boş alanları seviyorum. Yani sadece aktörler dolduruyor sahneyi. O yüzden de genelde odaları boş bırakıyorum. Burada bu durum, hikayeyle birebir örtüşüyor. Evet, hayatlarındaki boşluk da vurgulanıyor ama aslında konsept her şeyin hayal gücünde gelişmesi yönünde. Bahçe örneğinde olduğu gibi. Bence iyi tiyatro, seyircilerin hayal gücüdür. Böylece hikayeyi kafalarında tamamlarlar. Aktörler de işte, bu fantezinin üreticileridir.

 

Cem Yılmazer’in sahne ve ışık tasarımına bakınca gördüğümüz boş alanlar hayatlarındaki boşluğu anlatıyor. Görkemli, hava atan bir hayat ile bomboş bir evin sadeliğinin, yalınlığının tezatı dikkat çekici.

Mert Fırat: Mücadelesini verdiğimiz şeyler de bazen öyle içi boşaltılmış şeyler olabiliyor.

Resimlerin yerleştirilmesi ne anlama geliyor? “Suriyelileri bodruma tıkmak, duvarına bilmediğin birinin resmini asmak gibi” deniyor oyunda. Mülteci sorunu da örtük olarak yer alıyor.

Moritz Rinke: Lilly ve Eduard renkleri seviyor ve ilk resim de renkli. Haydn’ın “Yaradılış”ı burada resim olarak kullanılırken benim oyunumda heykeldi. Son resim Marek’in. Charlotte’un babasının galerisi var ve galerideki resmin satılması sayesinde bu villayı alıyorlar. O da Gothe’nin bir resmidir. Gothe aynı zamanda ressamdır. Onunla böyle bir bağlantı da kurdum.

Eduard: “Bugün herkes her şeyin sahtesini yapıyor. Her şey sahtesiyle değiştiriliyorken benim ne suçum var? Diplomanın bile sahtesi yapılıyor” diyor. Bu çağrışımı güçlü cümle orijinal metinde var mı, yoksa uyarlama mı merak ettim.

Mert Fırat: Orjinali öyle, bire bir çevirisinde var. Diploma belgesinin sahtesi var. Doktora belgesinin sahte sahtesi var. Her şeyin sahtesi var. Ağzın, burnun, kaşın, gözün… Hepsinin bir sahtesi var. Artık ne gerçek, ne doğru, kim neyi teyit ediyor onu bilmiyoruz diyor temelde.

 

Tüm bu olayların Haydn’ın “Yaradılış” eserinin fonunda yaşanması ironik ve sanırım çift anlamlı. Havva’nın cennetten kovulması (aynı zamanda Charlotte’un solistlikten kovulması) ile evliliklerinin zedelenmesi paralel anlam taşıyor mu?

Moritz Rinke: Kesinlikle öyle! Charlotte karakteri, bir şarkıcı ve dünyaya karşı nasıl tepki verdiğimizi oynuyor. Çünkü bu oyun da, dünyaya karşı tepkimizi sanatla vermemizi anlatıyor ve soruyor: Bunu sanat yoluyla yapmak yeterli mi yoksa artık gerçek hayatta insanlara direkt yardım ederek yaşamanın vakti geldi mi? Charlotte bunu düşünüyor. Michael’ın savaş bölgelerindeki deneyimlerinden sonra Charlotte ne yapmalıyım, şarkı söylemeye devam etmeli miyim yoksa bırakmalı mıyım? Daha gerçekçi bir yolla mı bir şey yapmalıyım diye düşünmeye başlıyor.

 

Evet. Charlottu’un isyanı var. Niye yapıyoruz bunları diye sorgulamaya başlıyor. Narsizm bizim hükümet biçimimiz diyor.

Moritz Rinke: O gün Charlotte bir rüya görür. Rüyasında, odada birini unutur. Sonra uyanır ve oh neyse ki rüyaymış der. Ama sonra uyumaya devam ettiğini fark eder. Gidip kapıyı açar ve o unuttuğu insanın öldüğünü görür. Bu hem Charlotte’un hem de sanatın rüyasıdır. Sahnede her zaman ne yaparız? Dünyadaki gerçek acının gerçekten farkında mıyız? Yoksa dünyanın acısını kullanarak aslında alkışlanmak için mi sanat yaparız? Bence bu çok büyük bir soru.

Diğer bir konu da yaratılışla ilgili. Yaradılış’ı kendimizle yok ediyoruz. Ona karşı davranış biçimimiz böyle. İklim değişikliği gibi konularda da her zaman Haydn’ın “Yaradılış”ı çalınır. Çünkü bu, aynı zamanda Adem ve Havva’yı anlatır. Eduard ve Charlotte da aslında Adem ve Havva yani. Onların yasağı çiğneyip cennetten atılmaları ile bu hikaye birbiriyle ilişkili.

Peki kelimelerin önemi ne? Seçtiğimiz kelimeler görünmek istediğimiz duruma mı hizmet ediyor? (Ev/villa/şato; oda/kuzey kanat; güzellik merkezi/klinik/götü toparlama merkezi; tını cerrahı/tınımın cerrahı; terörist ve kullanılan “hashtag’ler…)

Moritz Rinke: Eduard’ın seçimleri hep büyük. O öyle göstermek istiyor. Charlotte daha mütavazı ve daha küçük şeyler istiyor. Ama bunu bilhassa Michael’in yanında yapıyor. Çünkü Michael’in nasıl biri olduğunu, bu tür abartılı hareketleri ve Eduard’ın abartılarını sevmediğini biliyor ve daha çok onun tarafında gibi görünmeye çalışıyor.

 

Yine kelimelerle ilgili Michael ona terörizim, islamizm deme. Belki de islamizm Doğu’nun Batı’ya cevabıdır diyor. Gerçekten Batın’ın sonunun (yani Westend”in) sonu neresi?

Moritz Rinke: Aslında oyunun adı burası için biraz karışık olabilir çünkü Türkiye’de Westend yok. Berlin’de, New York’da, Londra’da hep Westend denilen bir yer vardır. Almanya’da W      estend başka bir anlama gelir. Yani her iki anlamı da kapsar. Hem eski mahalleyi hem de Batı’nın sonunu. Örneğin ülkemize gelen Suriyeli göçmenler bizi sağ kanat ve sol kanat olarak ikiye böldü. Artık hepimiz biliyoruz ki bizim o eski dünyamız globalleşmeyle birlikte yok oldu. O rahat, konforlu dünya yavaş yavaş sona geliyor. Afrika’dan büyük bir çoğunluk olarak gelen göçmenler bu dünyanın çöküşü olacak. Şimdi büyük bir mücadele var. Batı’nın sonu var mı; yoksa yok mu? Kalanı kurtarabilir miyiz; yoksa çoktan bitti mi? Michael, aldığı Afrika kitabının hiç açılmadığını gördüğünde, bizim toplumumuz böyle işte; Afrika için hep yüzeysel önlemler alıyor diyor.

 

Sohbet etmiyorlar, konu başlıklarıyla konuşuyorlar. 34 dakikada 55 konu. Oyunda “Kimse kimseyi dinlemiyor. O yüzden sürekli konu değişiyor” diye bir replik var. Ve bu repliği doğrularcasına oyunda da kimse kimseyi dinlemiyor. Sorular cevapsız kalıyor. Ya da birbiriyle alakasız, kopuk şeyler konuşuluyor.

Moritz Rinke: Evet öyle. Bu insanlar partilere dinlemek için değil; konuşmak için gidiyor. Yeni bir şey öğrenmemek üzere; sadece fikirlerini söylemeye gidiyorlar. Diğer taraftan, hepimiz biraz böyle değil miyiz? Kendimizi daha iyi hissetmek için, kendi fikirlerimizin ekolarını arıyoruz.

 

Lillly’nin dansı bir fırtına yaratıyor.

Moritz Rinke: Lilly kendisi bir fırtına. Fırtınalar aynı zamanda taze hava getirir ve sonrasında her şey değişebilir.

Yıkmak için yapılanlar? (masa örneğindeki gibi)

Moritz Rinke: Sanırım bu Michael’in tüm Batı toplumuna cevabı. Aynı zamanda savaştan döndükten sonra toplumda yardım edemez bir ıssızlıkta yer almasının işareti. Batı’nın değerleri ile bir biçimde dahil olduğumuz savaştaki kurbanların gerçeğini kıyaslamak zor. Hatta en son Türkiye’nin kuzey Suriye ile olan savaşına Batı dünyası yine dahil oldu. Biz Almanya olarak bu sefer leoparları vererek dahil olduk.

 

Salonun ortasına dikilen ve üzerinde burada gerçek yatıyor (Here Lies the Truth) yazan iki tabutu, -ölen çocukların dışında- her iki ilişkinin tabutu olarak okuyabilir miyiz? Ve onlar Eduard’ı vicdanıyla yüzleştiriyor, değil mi?

Moritz Rinke: O mezar taşları Dünya Savaşı’nın yaklaştığını sembolize ediyor. O dünyayla bir bağlantı kuruyor. Aynı zamanda Michael ve Eduard arasındaki kavgayı da gösteriyor. Michael cephedeyken, Eduard ile Charlotte’un evleneceklerinin haberini aldığında, tam bir çocuğu ameliyat ederken, konsantrasyonu kaybedip çocuğun ölümüne sebep oluyor. Ve sonra, o tabutları Sudan-Çad’a getirebilmek için çok uğraşıyor. Eduard’dan yardım istiyor. Aslında Eduard gerçekten gerekeni yapıyor. Tabutları, Türk Hava Yolları ile gönderiyor ama onlar İstanbul’dan geri dönüyor. Çünkü artık savaş sebebiyle Türk Hava Yolları Libya’ya uçuş yapmıyor. Bu Eduard’ın suçu değil; bu savaşın suçu! Başlayan iç savaşta, İslamcılar havaalanında uçağı zapt ediyor. Bu yüzden uçak iniş yapamıyor ve tabutlar geri dönüyor. Sahnede görülen o iki tabut, derinden kopan bir arkadaşlık ve gelmekte olan savaşı sembolize etmekte.

 

Ve çocuk önemli bir konu: Bir tane doğmamış, iki tane ölmüş, bir tane doğacak olan…

Moritz Rinke: Gothe’nin ünlü bir romanından (“Seçilmiş Yakınlıklar”) bazı detaylar seçtim. O hikayeyi bilenler, bu detayları da yakalar. Bu konu, Alman edebiyatının temel konularından biridir. Tüm bu havayı fişek, doğum gibi metaforlar oyunda da var. Gothe’nin eserinde, askeri birisiyle, ev sahibi var. Bunlar benim hikayemde iki doktor olarak yer alıyor. İkisi de tıp okuyor. Yani aslen aynı olan şey, insanları ve dünyayı bölüyor.

Geriye saçma bir iç çekiş kalıyor. İkinize de vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku