Auckland’a Sonbahar Sanat Festivaliyle Geliyor

Fatma Onat

Auckland Arts Festival (7-24 Mart 2019) sanatın birçok disiplinini tek çatı altında görebilme fırsatı sunan, sergileri, konserleri, performansları, ışık gösterilerini de kapsayan çatısı geniş bir festival. Her yıl mart ayında gerçekleşen, farklı kıtalardan ağırladığı konuklarla sanatı takibi sevenlere içeriği güçlü bir program sunan, yarım kürenin sonbaharına coşku katan bir festival. İlk kez geçen yıl takip etme şansı bulduğum festivalde, dikkati en çok çeken disiplinlerden biri tiyatroydu. Bu sene Mart ayında yine dünyanın farklı ülkelerinden konuklar ağırlanacak gösteri sanatları alanında. Öncelikle listede ne var ne yok ona bakıp sonra da geçen senenin tadı çokça damakta kalan iki performansına değinelim. 

Eğer bir sanatseverseniz ve aklınızdan Auckland’a seyahat etmek geçiyorsa sanat festivali dönemi en güzel zamanlardan biri olabilir. Eski adıyla Aotearoa’daki en büyük sanat etkinliğinin bir parçası olmak dünyanın dört yanından gelen işleri görmenizi sağladığı gibi, Yeni Zelandalı sanatçıların üretimlerine dair de fikir edinme fırsatı sunuyor. Bu yıl 42’den fazla bağımsız etkinliğe ev sahipliği yapacak olan festival 7 Mart’ta Aotea Meyda’nında ücretsiz gerçekleşecek bir açık hava etkinliğiyle başlıyor. Ülkenin en parlak seslerinden üçü olarak tanımlanan Maisey Rika, Ria Hall, and Troy Kingi açılışın konuk sanatçıları. Zamanda yolculuğa imleyecek sözler, şarkılara eşlik edecek yüzlerce farklı ses, kentin meydanını aydınlatacak bir coşku yaratmak açılış geçesinin temel motivasyonu. En çok beklenen prodüksiyonlardan biri Berlin Komische Oper’den Magic Flute. Farklı türlerin harmanlandığı, performansa animasyonların eşlik ettiği, özel formuyla büyülü bir operaya tanıklık etme şansı bu. İsrailli koreograf Hofesh Shechter’den Grand Finale, Edinburgh Fringe Festival’dan ödülle dönen kara komedi Ulster American, Güney Afrikalı topluluk Isango’dan A Man of Good Hope adlı  müzikal listenin dikkati çekenlerinden. 

Magic Flute by Berlin Komische Oper

Festival kapsamındaki yan etkinlikler de dikkat çekici nitelikte. Bunlardan biri Auckland Art Gallery’de gerçekleşecek Pasific Sisters: Fashion Activists adıyla sergilenecek kostümler. Toplumsal belleğin kostümlere uzanan kolunda, Pasific ve Maori kimliğini yansıtan tasarımcıların işlerini görmek mümkün. Maorice adıyla Te Kuia Me Te Pu¯nga¯werewere (The Kuia ve Örümcek), klasik bir Maori çocuk masalından uyarlanmış bir performans. Hikaye der ki, sürekli tartışan yaşlı kadın ve örümceğin asıl derdi ne acaba? Vakit, çocuklar ve yetişkinler için tatlı tatlı sorgulama vakti olacak. Bir başka etkinlikte Kupe’nin efsanesi dinlenecek. Hikayelere, masallara çok iş düşmekte Aotearoa’da. Belleği açık tutmanın sorumluluğunun bir ucu da hikaye anlatıcılarının omzunda. Yazar ve şair Tola Newbery de bize tarihle, mitolojiyle, imgelerle harmanlanmış bir efsaneden, Kupe’den (Kupe’s Heroic Journey) söz edecek. 

Gösterinin ana mekanlarını şehrin merkezindeki performans sahneleri, galeriler ve meydanlar oluşturuyor. Civic Theatre ve Aotea Centre birbirine komşu mekanlar. Auckland Art Gallery de aynı bölge içinde yer alan, şehir merkezi içinde kolaylıka ulaşılabilen, gündelik hayattan soyutlanmamış bir yapı. Festival kapsamındaki konferanslara, sergilere zarif ve sıcak biçimde ev sahipliği yapıyor. ASB Waterfront, şehrin limanına konuşlandığından, kültür vadisinin biraz dışında gibi görünse de kendi kemik izleyici kitlesi olan bir diğer yoğun mekan. 

Pasific Sisters by Fashion Activists

2018’den Akılda Kalanlar

Gözler bu yıl göreceklerine odaklanmışken geçen yıl damakta çokça tad bırakan işlerden ikisine dair biraz detay vermek fena olmaz sanki. Auckland Arts Festival 2018’in güzel misafirlerindendi Kanada’dan The Far Side of the Moon ve Belçika’dan Us/Them. Tamamen farklı türde ve meselede, ama “şimdi”nin tiyatrosuna dair çokça şeye imleyen prodüksiyonlar olarak fazlasıyla dikkat çektiler. 

Us/Them

Ekran başında tanıklık edenler hatırlar. 2004’ün Eylül ayı korkunç bir saldırının tarihi olarak da kazındı beyinlere. Rusya’da, Kuzey Osetya’nın Beslan kentinde bir okul saldırısı gerçekleşti. Koca bir bina rehin alındı. Günler süren korkunç olayın ardından insanın sayısını dahi telafuz etmeye dilinin varmadığı, günahı, utancı hepimize bulaşmış, düşündükçe sızı, kızgınlık yaratan, hala daha bir sürü soru işareti barındıran bir saldırı bu. Belçikalı tiyatro topluluğu, çocukların söz konusu olması sebebiyle acının iyice derinleştiği bu travmatik olayı unutturmamak, sorgulatmak noktasında büyük bir işe girişmiş. Oyunun yazarı ve yönetmeni Carly Wijs, sahnenin toplumsal hafızayla ilişkisini fizikselliğin imkanlarını kullanarak kurmaya çalışmış. Çağdaş dansın temel alındığı zeminde bir hakikati dramatik boyuta taşımak noktasında incelikli bir yol seçilmiş. Oyunun epiği tam da bu yolda başlıyor. Gündelik aksiyonu yakalama derdi daha en başından ortadan kalkıyor. Tek bir hatırlatma cümlesi dahi bir sürü sızıya imleyen bir olayı, ajite bir dilin tuzağına düşmeden anlatabilmiş, olan bitenin korkunçluğunu bağıra çağıra haykırmak yerine düşünce üretebilecek bir alana çekebilmiş bir performans Us/Them. Fakat sahne üstü bileşenleri kullanım biçimiyle hikayeyi gölgelemek risklerini kısmen bertaraf edebilmiş bir performans. Bu hissi uyandıransa müzik kullanımının performans süresince bir “aşırılık” mı yoksa bilinçli bir tercih mi olup olmadığını okumanın zorlaşması. Çünkü yer yer duygusallığı arttırarak meselenin düşündürecek, sorgulanacak boyutunu gölgeleyebiliyor. Fakat beri yandan bazı tonlar duygusal kırılma yaşatıp anlatının özüne dönmeyi sağlıyor. Bu keskin iki uçluluk noktasında ekibin bir zigzag yaratarak anlatının katmanlarını sarsa toparlaya verme, bunu teatral bir biçim olarak kullanma tespiti kadar, müziğin bazı tonlarında katartik bir etkiye sapma durumu da oluşuyor. Özetle, kazandırılmaya çalışılan formla ilgili kafalar biraz karışabiliyor.

Us/Them

Ancak oyuncu performansları noktasında bir kafa karışıklığı oluşmadığı kesin. Çocuk karakterleri canlandırırken basit bir taklide kaçmamayı becerilmek güçtür. Gytha Parmentier ve Roman Van Houtven takdire şayan bir hareket akışı yakalıyor. Hele de Houtven’nın performansı Brecht’in vurgusunu yaptığı jest ve gestus ayrımının gövde bulmuş hali gibi. Oyuncuların sahne tasarımının önemli bir katmanı olan ipler arasında yol almaya çalışma çabaları tam da “toplumsal gestus” özelliği taşıyor. Bu ipler en çok da, sahne tansiyonunu kurgulamaya, anlatıdaki kaosun sahnede fizikselleşmesini sağlayan anlara karşılık geliyor. Bir oyun alanını da andıran ipler, bazı bazı başetmesi güç bir duruma, adım atmaya dahi engel olumsuzluklara da işaret ediyor. Yakalanan bu etki sayesinde, anlatılan hikayede çocuk bedenler üzerinden yaşanan pazarlığın, rehin tutulan çocukların üç gün boyunca maruz kaldıkları psikolojik ve fiziksel şiddetin boyutları ortaya çıkarken, herhangi bir empatiye yer kalmıyor. Bu anların etkisiyle izleyen, olayın taraflarını, sebeplerini ve sonuçlarını sorgulamaya, bu olayın açıklığa kavuşturulması noktasında hangi adımlar atıldığına dair oyun sonrası en azından bir internet araması yapmaya yönleniyor. Soru işaretleriyle dolu bir mesele daha zihnin bir tarafında öylece asılı kalıyor. 

The Far Side of the Moon 

“Şimdinin tiyatrosu biçimsel olarak neye karşılık gelebilir” düşüncesine bir yanıt gibi The Far Side of Moon. Farklı bir meselenin içinden, farklı teatral kokular yayan, seyri unutulmaz bir performans. Festivalde bu oyunu izleyeceğimi söylediğim bir tiyatrocu arkadaşım oyunun yazarı ve yönetmeni Robert Lepage’in ülkesi Kanada’da “sahne büyücüsü” olarak tanımlandığı, illüzyonları ve multimedya kullanımlarının “efsane” olduğu haberlerini paylaştı hemen benimle. Oyunu izledikten sonra tam da böyle bir etki sezmek mümkün. Bir sahne sihri fakat, görsellikle büyülenmiş olma hali sırasında, izlediğinizin her anının fazlasıyla tiyatro olduğunu da apaçık gösterebilme, aktörlük ve yönetmenlik dehasının bu yüzyılda neye karşılık geldiğine işaret edebilme gücüne sahip. Seyir, bilinç akışı çokça sayfaya sızmış güçlü bir romanın kokusunu yayan bir etki bırakıyor.

İki erkek kardeşle tanışıyoruz oyunda. Biri akademisyen, diğeri muhabir. Zıtlıklar üzerine inşaa edilmiş karakterler. Meslekleri gibi, hemen hemen bütün özellikleri de birbirinden farklı iki kardeş. Phillippe tezini savunma sürecinde, uzay yolculuğunu merkeze aldığı bir akademik çalışma içinde. Karakteri itibariyle de bulunduğu dünyadan çok daha öte bir yere aitmiş gibi zaten. Kardeş Andre özgüvenden yana herhangi bir sorun yaşamıyor. Televizyonun dayanılmaz hafifliği içinde varlığını bütün ağırlığıyla ortaya koyabilen biri. Arada anneye de uzanıyor oyun. Yves Jacques büyük bir dayanıklılık ve marifetle, ayrıca coşkulu bir hikaye atlatıcılığıyla sahnenin tadını doyasıya çıkarıyor. Oyunun tarihi katmanları, yer yer savaşlara, çokça da Rusya ve Amerika’nın uzaya atılan adımlar noktasında yenişme çabasına odaklanıyor. Bu noktalarda yakalanan dili bir kara mizah örneği olarak tanımlamak mümkün.

The Far Side of the Moon 

Oyun sahnede teknoloji kullanmanın ne olduğunu göstere göstere kuruyor yapıyı. Bu kadar güçlü teknolojik kullanıma rağmen tiyatronun temel kodlarını; oyunsuluğun, dekorsuzluğun, imkansızlığın yaratıcı etkisiyle bir bir verebiliyor. Bunu nasıl yaptığına gelince. Jacques, oyun kişisi olarak adeta hiçbir teknolojik imkan yokmuşçasına, oyuncu bedeninin yaratıcı boyutlarını müthiş bir kontrollülük içinde, ama seyri akışkan bir noktada tutarak, ortaya koyuyor. Yani her şeyden önce takımdan ayrı düşmeden mevkisinin gerektirdiğini en iyi şekilde yapma motivasyonuna ve meziyetine sahip. Sahnedeki güçlü multimedyayı, kendi oyununu gölgeleyecek, olası performans açıklarını kapatacak bir etki alanı olarak görmüyor. Beraber oynadığı, tamamen farklı kimyaya sahip, ama oyunun önemli bir karakteri olan “diğer oyuncu”yla ortak bir zeminde olduğunu düşündürterek oyun kuruyor. Çağın imkanlarını göze sokmadan tepe tepe kullanma, sahneyi müthiş bir estetikle donatabilme, gölgeyi, kuklayı etki alanına dahil ederken bir orkestra şefi becerisiyle de varoluyor. Onca sesin, jestin, karakterin arasında tek ve güçlü bir karakter ortaya koyarak, en çok da aktörlükten yana göz dolduran tek kişilik muzip bir performans bu. Derin sulara güçlü bir ekipmanla dalıp keşfe çıkmak gibi bir hissi içinize atıp, tam da şimdinin tiyatrosuna dair çok derinlerde güçlü bir açık kapı gösteriyor. 

Tiyatro olduğunu unutturmayan, lezzet katacak teatral kodları tadında kullanabilmiş, müthiş bir seyir coşkusu yaratırken, fazlasıyla uyanık tutmayı da bilen iki ayrı kıtadan işler bunlar. Yaratıcılarının çemberi geniş, hatta dertleri biraz da o çemberi kırma derdi belli ki. Sahne üstünde yapılması mümkün olan her şeyi fazlalıklarından arındırarak, temelde birer anlatıcı olduklarını da unutmayarak üretmeyi becerebilmiş tiyatro insanları. En kısa zamanda İstanbul’a da konuk olmaları olsun arzumuz.

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku