“Artık Hiçbir Şey Yapılamaz”

Neslihan Yalman

‘Evliliklerin yüzde ellisi boşanmayla bitiyor. Ama, siz işin iyimser ve parlak yönüne bakın: Çünkü, öteki yüzde ellisi ölümle sonuçlanıyor.’’ – Richard Jeni

Çıkmaza düştüğüm zamanlarda ya da kafam çok karıştığında, olanlardan uzaklaşmak adına kendime bir yöntem geliştirdim. Buna göre, hangi konuyla ilgili problem yaşarsam, onunla ilgili çekilmiş bir film, bir dizi, yazılmış bir öykü, şiir ya da oyun olup olmadığını düşünürüm. Varsa da, bunları değerlendirebildiğim ölçüde değerlendirerek, düşünceme dışarıdan müdahalede bulunurum. Çünkü, sanatın biricik gerçekliğe tekabül ettiği (asıl) gerçeğini içselleştireli yıllar oldu. 

Son zamanlarda, dikkatimi çeken konuların başında, yalnızlık, birey olmak, iletişimsizlik ve teknoloji çağı geliyor. Ev telefonunu görmüş bir neslin çocuğu olarak, şimdinin nereye denk düştüğünü ve en önemlisi geleceğin nereye evrileceğini merak ediyorum. Aslında, fazla da yaşamak istemiyor, geleceği görmektense içimdeki merak duygusunun yarattığı atmosferle ve yaratıcı düşlerimin etkisiyle erkenden ölüp gitmek istiyorum. Kader… Bana nasıl bir çerçeve biçilmiş, bilinmez!..

Geçenlerde izlediğim ‘‘Joker’’ filmi beni fazlasıyla sarstı. Filmi izlediğimin gecesi, bir de ‘‘Black Mirror’’ın ‘’15 Million Merits’’ (‘‘15 Milyon Hak’’) bölümünü izleyince, distopyalar dünyasının çarpıcılığında ürkeklikle kayboldum. Dizideki en önemli konulardan biri aşktı. Âşık olduklarında, insanların içine düştükleri durumlara dikkat çekiliyordu. Dolayısıyla, erkekler âşık oluyorlarsa şovmen, kadınlar âşık oluyorlarsa fahişe konumuna yerleştiriliyorlardı. Sistem herkesi bir şekilde ele geçiriyordu. Aşk hususunda aynı dizi serisinin ‘‘Hang The DJ’’ bölümünü izlediğimde de, aşkın simülasyon evreninde genişlediğini gördüm. O bölüm de beni  ‘‘hepimiz birer simülasyondan mı ibaretiz?’’ ifadesinin kucağına itti. 

Aşk hakkında onlarca fikir zihnimi kurcalarken, bir de üstüne ‘‘Tilkisanat’’ adlı disiplinlerarası sanat merkezinde izlediğim ‘‘Şimdi Ne Yapacağız?’’ oyununu ekledim. Oyun, kadın-erkek arasındaki etkileşimi bana düşündürdü. Şüphesiz ki, içerisinde anlattığım eserlerdeki gibi büyük bir distopya yer almıyordu. Oldukça sade, naif bir oyundu. Fakat, iki farklı cins arasındaki iletişimsizlik gözler önüne seriliyordu. 

Oyunda, akademisyen olan ve akademik dünyanın riyakârlığını anlatan Leyla karakteriyle, daha çok ‘‘lindy hop’’ dansını icra eden, dansçı Zafer’in evlenecekleri güne şahit oluyorduk. El ele içeri giren çift, izleyicileri de interaktif şekilde içine çeken bir oyunla, etrafta dolaşıyorlardı. ‘‘Tilkisanat’’ adlı alternatif mekânın giriş salonunu kullanan oyuncular bir masaya oturarak, yaklaşık 25 kişilik bir oda tiyatrosunda karşılarındakilere doğru oynadılar. 

Oyunda bir de düğün fotoğrafçısı olan Feridun adlı bir karakter vardı. Bu karakter duyduklarını yanlış anlıyor, ortaya çıkan durumları abartıyor, sürekli hizmet verme telaşıyla etrafta çocuk gibi dolaşıyordu. Feridun, genç adamla genç kadının arasına girdikçe, oyun daha da absürtleşiyordu. O yönde, üçüncü bir oyuncu kullanılması isabetliydi. 

Arzu edilen dişiliğin sembolik ismini taşıyan Leyla, sevgilisi Zafer’in adını sahnede sürekli tekrar ediyor, her tekrar edişinde daha da gerginleşiyordu. Oyun, nikâh memurunun beklendiği saatleri anlatıyor; seyirci olarak bizler de, iki kişi arasında geçen konuşmalara tanık kılınıyorduk. 

Orta sınıfa mensup iki kişinin ilişkisinin inişli çıkışlı şekilde gözlerimizin önüne serildiği noktada, Türkiye’deki kimi sınıfsal ve toplumsal faktörlerin de etkisiyle, kadınla erkek arasındaki iletişimin nasıl geliştiğini görebiliyorduk. Sürekli pimi çekilmiş bomba misali ortalıkta dolaşan suratsız Leyla, Zafer’in annesinin ve ablasının onların ilişkilerine karışmasından şikayet ediyordu. Pişkin pişkin sırıtan Zafer de Leyla’nın ailesinin gözlerini üstünde hissetmekten rahatsızlık duyduğunu belirtiyordu. Sahnede iki birey gibi algıladığımız insanların, aile içi ilişkilerinin özel ilişkilerine nasıl yansıdığı görülüyordu. İkili arasında sürekli kavgaya sebebiyet verecek, hararetli bir enerjinin dolaştığı gözden kaçmıyordu. Nedense onları birbirlerine yakıştıramıyor, birbirlerine yapıştırıyordunuz. Belki de, ‘‘kes-yapıştır’’ çağının genel bakış açısı bizleri de etkisi altına almıştı. Yalnızlıklarımıza fazlasıyla sarılmıştık. Yanımızda birileri bulunsa, bizi taşıyamıyordu; aşk, sevgi, nezaket gibi kavramlar kavganın, öfkenin, güç savaşlarının, baştan çıkarma hazzının yanında sönük kalıyordu. Yahut, aşk zannedilen ilişkilerde bir üretim, bir yoğunluk, bir tutku eksik kalıyordu. Sakinlikle kurulan, sevgililik, evlilik vb. ilişkilerin de çok renkli bir tarafı bulunmuyordu. 

Evlilik müessesesi üstünden gidersek, Leyla karakterinde sürekli bir sinir hali sezilirken, Zafer karakterindeyse heyecan seziyorduk. Bu durum, Türkiye’de her an gergin şekilde gezmek ve erken olgunlaşmak zorunda kalan kadın prototipini bizlere gösterirken; erkeklerin de el bebek gül bebek yetiştirilerek, hiç büyüyemediklerine işaret ediyordu. Kadın ne denli dominantsa, erkek de o denli aptallaşıyor, bir şeyleri alttan alayım derken, daha da berbat noktaya sürüklüyordu. Kadın alttan aldığındaysa, erkeğin gereksiz tepkileri, nazları, güç gösterileri ve çocuksulukları ilişkiyi etkisiz kılıyordu. Bir ilişki görünen ve görünmeyen hangi elementlerden oluşuyordu?  

‘‘Şimdi Ne yapacağız?’’ oyununun dekoru da oldukça minimaldi. Ortada beyaz örtülü, çiçekli bir masa vardı. Çalışma, 45 dakikalık ve tek perdelik modern bir anlatıydı. Leyla’yla Zafer’in birlikteliklerine dair fotoğrafları, ‘‘Tilkisanat’’ın girişindeki panoda, oyundan önce görebiliyorduk. Masanın arkasına yerleştirilen bir tablodaysa, Leyla’nın ve Zafer’in resimlerinin yapıldığına tanıklık ediyorduk. Orada resmedilen pembe etli iki figür de, yine oyundaki bu karakterlerin tuvale yansımalarıydı. Resim, oyuna göre, Leyla’nın arkadaşı tarafından yapılmış, genç çifte hediye edilmişti. 

Oyunun gergin atmosferi, karakterlerin birbirlerine yaptıkları kaprisler, nazlar, onların kavgaları ve yaşadıkları heyecanlar, hareketten çok, diyaloglarla ilerliyordu. Leyla karakteri içeri gidip gelirken, o esnada Zafer de sevdiği bu kadına sürpriz yapmaya çalışıyordu. Hızlı gelişen sahnelerle, akabinde yaşanan mutsuzluk, yerini zaman zaman anımsanan anılara bırakıyordu. İki kişi arasındaki yabancılaşma bir türlü samimiyete varamıyor ya da kimi zaman Leyla’nın çocukça konuşmalarındaki ‘‘aşkımmmmm’’ ifadeleriyle gitgide yüzeyselleşiyordu. Bu olay da, günümüzdeki ilişkilerin dengesizliğini ve ruhsuzluğu göstermek açısından önemliydi. Çünkü, sahnede hayranlıkla izlediğimiz bir çiftin yerine, niye beraber olduklarının bile altının çizilmediği iki ayrı/bir çeşit de aynı insan görüyorduk.

Oyunda ‘‘lindy hop’’ gibi bir dansın kullanılması ilginç olmuştu. Nitekim, 21. yüzyıla giriş bağlamında, mevcut dansın klasik düğün dansından farklı bir tarafı da bulunuyordu. Genç çiftler artık değişiklik talep ediyorlardı. Meseleyi bu açıdan da düşünürsek, günümüzde insanların daha ritmik zamanlara ihtiyaç duyduklarını, hız çağında anları da tükettiklerini hissediyorduk. Herkes bir anlık mutluluğun peşinden ipi kopmuş danalara benzeyerek koşuyordu. 

Oyunda yaşanan tek hakiki an, çiftin köpeklerini evde ölü bulduklarını konuştukları zamandı ki; o sahne bile, Leyla’nın yüzünü seyirciye, sırtını Zafer’e döndüğünde tamamlanıyordu. Genç kadınla genç adam bir türlü bütünleşemiyorlardı. Kimse kimsenin gözlerinin içine gerçekten bakamıyordu, kimsenin diğeriyle zamanı dondurduğu sahih bir aralık yoktu. Kimse duygularını şeffaflıkla paylaşamıyordu. 

Zafer de o esnada duvara yaslanmıştı. Köpeklerinin ölüm anını anımsadıklarında ikisinin de gözleri doldu. Lakin, tam anlamıyla da ağlayamadılar. Günümüzde insanların ağlayamamaları, tuttukları yası soğukkanlı karşılamaları alışılmış bir şeydi artık. Birbirlerine sevgilerini belirtmektense, insanlar, bunu kedilerine/köpeklerine-hayvanlarına yansıtıyorlardı. Yalnızlığın içselleştirilmiş bir başka örneği gibiydi iki kişi arasındaki kışa varan soğukluk.

Oyun, nikâh memurunun içeri girdiğinin belirtilmesiyle son buluyordu. Bu arada, çiftimiz evlenmeye hazır hale gelse de, -tersine- açık uçlu bir son bizleri karşılıyordu: 

Şimdi ne yapacaklar- dı? 

A) İmza atacaklar ya da atmayacaklar. 

B) İmza atacaklar, monoton bir ilişkiyi bu şekilde sürdürecekler. 

C) Ayrılacaklar, acı çekecekler. 

D) Başka ilişkilere yelken açacaklar. 

E) Yazık ki, hepsi birbirine benzeyecek. 

F) Her biri ya da hiçbiri

Onlar diğerleriyle, diğerleri de diğerlerinin diğerleriyle İspanya’ya, İtalya’ya vb. yerlere giderek, balayını/tatili tüketeceklerdi Bu yüzden, oyunun bir bölümünde Baudrillard’a da gönderme yapılıyordu. Maskenin düşmemesinin, düşmesinden daha tehlikeli olduğuna dair.. 

Oysa ki, maskeler yüzlere çoktan entegre olmuştu. 

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku