Ankara’da Yürekten Bir Müzikal: “Ada”

Filiz Tanya

Yaz mevsiminin tam ortasındayız insanlar şehirleri terk etmiş. Başkent sıcak bir sessizlik içinde adeta. Neyse ki yaz günlerinde hayat tamamen durmuyor. Ankara Tiyatrolar Platformu’nun düzenlediği (A)Yazda Tiyatro Günleri, gecelerimizi aydınlatıyor. Bir çok oyun ve etkinliğin bulunduğu programdan seçim yapmak oldukça renkli.

The Company ODTÜ Müzikal topluluğunun ‘Ada’ müzikalini izledim. ODTÜ Müzikal Topluluğu 1996 yılında kurulmuş, 1997 yılından bu yana da ODTÜ bünyesinde aktivitelerine devam ediyor. Topluluğun ilk amacı, dünya müzikallerini daha yakından tanıtmak ve sevdirmek, ama en önemli görevleri amatör bir ruhla profesyonele yakın gösteriler sunmak.

Müzikal yapmak kolay iş mi? Büyük prodüksiyonlar, iyi şarkıcılar, dansçılar ister demeyin. Bu topluluğu daha önce de izledim “Sidikli Kasabası” müzikalinde ve “profesyonellik nedir acaba?” diye düşündüm ardından. Böylesi amatör çalışmalarda amatör ruhun yaratıcılığını sahnedeki dekordan kostümlere, güftelerden müziklere kadar her boyutta hissediyorsunuz.

Her şey ince ince düşünülmüş tasarlanmış; belli ki oyuncunun eli dekora değmiş, kostüme dokunmuş. Sahnede eğreti durmuyor hiçbiri. Kendi evlerinin salonunda misafir ağırlıyor gibi rahatlar, samimiler. “Örtüleri yeni yıkadım, çayı sizi için demledim, buyurun temaşaya” der gibi oynanan oyunlar var sahnede. Bu yüzden amatörleri izlemenin keyfi çok başka.

(A)Yazda Tiyatro Günlerinde oynadıkları “Ada”, Rosa Guy’un 1985 tarihli kitabını temel alarak Lyn Ahrens’ın hikayesi ve Stephen Flaherty’nin müzikleriyle 1990’da Amerika’da Broadway’de, 1994’te ise İngiltere’de West End’de sahnelenmiş.

Başkentte yaşayanlar bilir, elinizde bir davetiye ya da bilet yoksa ODTÜ kampüsüne girmek hayli meşakkatli bir iştir. Her zamanki gibi yine bilet bulamadık ve arkadaşımla dayandık kampüsün A Kapısına. Kapıdaki görevli almak istemiyor, “Biletler içeride dağıtılıyor, bizim biletimizde kapıda” diyoruz ama görevli birileriyle telefon trafiği yapıyor ve “Biletsizleri alamıyoruz” diyor. 

“Kampüse sık sık geldiğimizi ve kimlik bırakabileceğimizi” söylüyoruz ama güvenlikçi bizlerden bıkmış meğer! “Burası eğitim kurumu mu, başka bir şey mi anlamadım, durmadan bir şeyler yapıyorlar içerde. Biz nerden bilelim kim girecek kim çıkacak? Ne yaptıkları belli değil” diyor. Arkadaşım hemen “Öğrenciler sosyalleşiyor, sanat yapıyorlar, bunlar hayatı güzelleştiren, dünyamızı güzelleştiren şeyler, yapmasınlar mı?” diyor. Güvenlikçi de “Yapsınlar, sosyalleşsinler ama kendi aralarında yapsınlar, böyle dışarıdan herkesin buraya gelmesi normal mi?” diyor. Bir eğitim kurumu hayatı değiştirmeyecekse, bulundukları çevreyi değiştirmeyecekse, ne yapacak acaba başka!?

Neyse… Herkesin ODTÜ’de bir tanıdığı olmalı. Bizde “forsumuzu” devreye sokup güvenliğe “bir telefon ettirip” kampüse girmeyi başardık nihayet. Koşarak Mimarlık Amfisi’nin kapısına gittik. Oyuncular salonun girişini yemyeşil sarmaşıklarla donatıp tropik bir ormanın içine giriyormuşsunuz hissi vermişler. Ama bilet kalmamış!

Kapıdaki onca barikatı aşıp gelmişiz geri mi döneceğiz? Asla! Sora soruştura üç bilet buluyoruz bir yerlerden. “Yemek yiyip hızlıca dönelim biletlerde sıra numarası yok, kuyruk uzun oluyor” diyerek hızlıca yemeğe gidiyoruz. Yeterince hızlı olmadığımızı döndüğümüzde kapıdaki kuyruğu görünce anladık. Kuyruk Mimarlık Fakültesi’nin etrafını sarmaya başlamış bile. En son ODTÜ oyuncularının ”Yuvarlık Kafalılar ve Sivri Kafalılar” oyununda  kuyruğa bu noktadan girdiğimizi anımsıyorum.

Ama ne gam! Ülkemizde tiyatro kuyruğu var, ne mutlu bize!

O sırada ekipten bir genç kızın “Sesimi herkes duyabiliyor mu?” diye seslendiğini duyuyoruz. Oyunun 90 dakika süreceğini ve ara vermeyeceklerini, bu yüzden tuvalet ve su ihtiyaçlarımızı gidermemiz konusunda uyarıyor bizi. Organizasyon dediğin böyle olur.

Sonunda salona girebiliyoruz. Ve ışıklar sönüyor. Gök gürültüsü ve fırtına sesleriyle sarsılıyoruz. Bir anda psikolojik bir serinlik çöküyor üzerimize. Yağmur seslerini tahtaları kullanarak, gök gürültüsünü ise bir teneke levhayla çıkarıyorlar. Işıklarla hava bir aydınlanıyor, bir kararıyor.

Bir varmış bir yokmuş, uzaklarda küçük bir ada varmış. Bu adanın buz gibi dereleri, güneşte zümrüt gibi ışıldayan denizlere akarmış. Bir yakasında köylüler alınlarının teriyle ekmek parası kazanırken, bir yakasında soylular zevk ve sefa içinde yaşarlarmış. Aynı adada iki farklı dünya!

Güzel bir şarkıyla giriyorlar oyuna. Müziğin kayıttan verildiğini sandım önce ama perde arkasında göremediğimiz, nota sehpasının sızan ışıklarından anladık ki, işini çok iyi yapan bir orkestra var arkada.

Grubun Türkçe’ye çevirdiği müzikal bir masalı anlatıyor bizlere. Korkusuz bir köylü kızı olan Ti Moune’un  aşkı bulmak için çıktığı mücadele dolu yolculuğunu konu alıyor oyun. Masal dediğime bakmayın, içinde aşk ve macera olduğu kadar sınıfsal çelişkiler, sömürü, yoksulluk, savaş, zenginlik; ne ararsanız var. Hikâye yoksul bir kızla zengin bir oğlanın aşkı üzerinden anlatılsa da, arka planda Fransız işgaline “dur” demiş, yoksullukla mücadele eden, tek arzuları mutlu bir hayat sürmek olan adanın yerli halkını da görüyoruz.

Ti Moune bir ağacın altında bulunan, yoksul bir aile tarafından sahiplenilen kimsesiz bir kız. Adanın tanrıları gözetir Ti Moune’u. Tabiat Ana, Denizler Tanrısı, Ölüm Meleği Papa Ge, Aşk Tanrıçası Erzuli. Ti Moune’un en büyük düşü hayatının aşkını bulmak ve kaderini değiştirmektir. Tanrılar bu konuyu aralarında konuşur ve Ti Moune’a bir şans vermeye karar verirler. Tabiat Ana ise onun bu macerada kollayanı olacaktır…

Her masalın sonunda olduğunun tersine, bu masalın sonunda aşıklar kavuşmaz. Ti Moune’un aşkı tek taraflı bir aşk olarak kalır. Sevdiği oğlan en sonunda onu terk edip zengin bir kızla evlenir. Ti Moune ise kahrından ölür ve bir ağaca dönüşür; dallarında kuşların cıvıldadığı, gölgesinde çocukların oynadığı.

Ne dünya! Yoksul kız ve zengin oğlan aşkı masallarda bile gerçekleşmiyormuş meğer. Sınıf farkını ortadan kaldırmak, kendini sadece aşka adamak yoksulların işi galiba. Oyunda akılda kalan sahnelerden birinde, zengin aile bir parti düzenliyor, Ti Moune da katılıyor bu partiye. Kötü kalpli, zengin kız, Ti Moune’un çok güzel dans ettiğini söyleyerek ondan da dans etmesini istiyor, Ti Moune’un hayatını kurtardığı zengin oğlan da eşik ediyor onun ısrarına.. Ti Moune dans etmeye başladığına partinin sosyetik davetlileri inceden alaya başlıyorlar. İşte tam bu anda, Ti Moune’un yerli dansı yaptığını gören garsonlar, zenginlerin alaycı tavırlarına inat, Ti Moune’a eşlik etmeye başlıyorlar. Arkadaşıma dönüp ”tam bir sınıf dayanışması işte” diye fısıldıyorum.

Ti Moune’un sevgilisini bulmak için yola çıktığı, dalgalarla boğuştuğu sahneyi de çok güzel kotarmışlar. İnsanlar şarkı söylerken ve insanlardan oluşan kocaman bir dalga yaratıyorlar. Ti Moune bu büyük dalganın içinde bir o yana bir bu yana savruluyor. Adeta şarkı söyleyen bir dalgaya dönüşüyor.

Her sahne çok güzeldi ama bazılarında harikalar yaratmış oyuncular. Öte yandan, oyunda 18 tane şarkı seslendirildi. Oyuncuların her biri şarkıları çok güzel yorumladılar.

Sahnenin bir tarafında ateş başında toplanmış köylüleri görürken diğer tarafında zenginlerin dünyasına geçişler göze çarpıyordu. Sahne büyük bir hızla küçük masalarla lüks bir otelin salonundan ıssız bir sahile dönüşüyordu. Dekor çok basit ama çok işlevseldi. Kostümler ise birbirinden güzeldi, özellikle tanrıların kostümleri çok başarılıydı. ODTÜ Mimarlık Amfisi’ni bilenler, sahneyle seyircinin birbirlerine ne kadar yakın olduklarını bilir. Oyuncunun nefesini duyabilirsiniz ön sıralardan. Burayı özel yapan sebeplerden bir tanesi de bu.

90 dakika sonunda oyuncular yavaş yavaş sahneye çıkarak seyirciyi selamladılar. Sonra oyunda emeği geçenler, ve nihayet 10 kişilik orkestra… Selam sırasında Mimarlık Amfisi’nin sahnesi dolup taştı! 50-60 kişi sahneyi doldurdular bir anda.

Gençlik güzel şey. Bu heyecana, bu enerjiye ortak olmak da çok güzel.  Samimi ve sıcak bir ortamda içtenlikle üretilmiş bir müzikal izledik. 

Hayatımız sanatla güzelleşiyor. Eğitim kurumlarımızdan iyi mühendisler, doktorlar, hukukçular çıkıyor. Ama hepsinin sanatla bütünleşmesi, bir yerden sanata dokunmaları, yaptıkları işlerde büyük farklar yaratacaktır, yaratıyor da. 

Oyunlar oynansın, şarkılar söylensin, sahnelerimizin ışıkları hep yansın! Yeter ki oynadığımız oyunlar, bize oynanan oyunlara karşı olsun!

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku