Bir Oda Müziği Konçertosu Dinliyormuşçasına “Vanya, Sonya, Maşa Ve Spike”

Robert Schild

Robert Schild

Hemen başta belirtmek istiyorum – bu oyunu izlerken, sanki Mozart’a öykünen Mendelssohn’un bir oda müziği konçertosunu dinler gibiydim; örneğin iki viyola ve birer keman, viyolonsel, kontrabas ile piyanonun başındaki usta virtüözlerin oluşturduğu bir altılıdan…

b_s006

Daha çok absürd komediler ile 1980’lerde ünlenmiş olan ABD’li Christopher Durang, Playbill dergisinden Harry Haun ile yapmış olduğu bir söyleşide “Çehov’un figürlerini alıp bir blender’a attım” demiş olmakla birlikte, bu oyunların bilinmesini gerektirmeyen ve entelektüel olduğu kadar, gene de büyük keyif alarak izlenen bir komedi yazmış. 2013’de Off-Boradway’de iki ay ve ardından toplam 201 gösterim ile Broadway’de beş ay sahnelerde kalmış olan “Vanya, Sonya, Maşa ve Spike”, o yılın Tony ile Drama Desk ödüllerini alarak ABD’nin daha birçok sahnesine konuk olmuş – ve Nesrin Kazankaya’nın çok yerindeki keşfiyle de 2016 İstanbul Tiyatro Festivali’ndeki prömiyerinin ardından, Tiyatro Pera’da sezonu açtı.

“Çok yerinde” tanımı, Yücel Erten’in oyunun yönetimini üstlenmesi için de doğrudur kuşkusuz. Nice unutulmaz oyunlarını izlediğimiz üstad, portalımızda nisan ayında yayımlanan Didem Boy ile yaptığı söyleşide (http://www.tiyatrodergisi.com.tr/2016/04/25/yucel-erten-ile-vanya-sonya-masa-ve-spike-hakkinda-konustuk/) bu oyun için “sanki Çehov’un ziyaretine gidip onunla ormanda yürüyüşe çıkıp göl kıyısında oturup çay içip sohbet edip gönlünü almış olmak, onunla keyifli vakit geçirmiş olmak gibi bir şey…” derken, ben de “bu keyfi aynı zamanda size borçluyuz” yorumunda bulunmadan edemiyorum!

b_s001

Gerçekten de göl kenarında otururken rastlıyoruz, ellili yaşlarına gelmiş olmakla birlikte “doldurması gereken o kadar boş vakti” olup bu nedenle “ne yapacağına karar veremeyen (ve dolayısyla) hiçbir şey yapmayan” Sonya ileçalışmak gerçekten zor, hatta berbat bir şeydiyen Vanya’ya! Birer Çehov tutkunu olarak çocuklarına bu oyun baş kişilerinin adlarını çocuklarına vermiş olan yaşlı anne-babalarına bakmakla geçmiş yaşamları; oturdukları ev ile tüm bakım ve diğer masrafları ise kardeşleri Maşa üstlenmiş… Ömründe “bir kez bile birine aşık olmamış”, kendi ifadesine göre erkeklerle ilişkisi “süpermarkette ‘buyurun para üstünüz hanımefendi’den ibaret” olan Sonya’ya karşın Maşa başarılı bir sinema yıldızı olmuş. “İnsanları beklemekten hoşlanmam, onlar beni bekler, tersi olmaz” gibi söylemlerle, çocukluklarından bu yana kızkardeşi ile sürekli bir çekişme içinde, her ne kadar klasik oyunlarda rol alamamasını kendine yediremiyorsa da… Komşu bir malikânede yapılacak kostümlü partiye katılmak için günün birinde, ayrıldığı beş kocasından sonra birlikte yaşadığı genç aktör adayı Spike ile ansızın ziyarete gelir – ve çok geçmeden, baklayı ağzından çıkarır: Son çevirdiği filmlerde alışık olduğu paraları artık kazanamadığından, göl kıyısındaki evi, 10-11 vişne ağaçlı bahçesi ile birlikte satmak durumunda kalacak! İşte bu haber, boş oturmaktan kurtulmak için amatörce bir oyun yazmaya çalışan Vanya ile “değişime ihtiyacım var, ama hiçbir şey değişmiyor” sıkıntısını yaşamakta olan Sonya’nın gününü karartmaya yetecekken (ve buradaki dramatik mantık hatası ile oyunun en zayıf noktasını görüyoruz!), konu kostümlü partideki giysi seçimlerine kayarak, sorunlar bu kez Maşa’ya odaklanıyor. Şöyle ki, partideki kostümüyle ansızın o bilinen masaldaki “çirkin ördek”likten sükseli bir konuğa dönüşen Sonya’nın yanı sıra, komşularının yeğeni genç Nina da sevgilisi Spike’ın dikkatini çektiğinden, sürekli olarak “koşuyu her halükârda kazanacak” beklentisinde olan Maşa’ya bir rakip daha çıkageliyor. Bu dörtlüye katılan tiyatro tutkunu Nina, çok geçmeden “sana Vanya Dayı diyebilir miyim?” diye yöneldiği amatör yazarın da sempatisini kazanır ve kaleme aldığı oyununu ev halkına okuma iznini koparır. Öykümüzün altıncı, belki de en renkli kişiliği, bir çeşit amatör kâhin olan temizlikçi kadın Cassandra’dır ki, sürekli olarak bulunduğu –ve çoğunlukla gerçekleşen– öngörüleri, antik Yunan tragedya repliklerinden alınmadır!

b_s010Konu özetini daha ileriye götürmeksizin, daha çok Çehov severlerine yönelen bazı rastlantısal ile kimi ters koşutlukların yanı sıra nice isim benzerliklerine işaret edelim: “Martı”daki göl evinde oturan orta yaşlı Sorin’i ziyaret eden kızkardeşi, ünlü tiyatro oyuncusu Madame Arkadina ile genç sevgilisi Trigorin; deneysel bir oyun yazmış olan Treplyov; komşunun kızı Nina – “Vanya Dayı”daki “kız kurusu” Sonia; ailenin oturduğu evi satmak üzere oraya gelen yaşlı Profesör Serebryakov ile genç eşi Yelena – veya sadece oyunların isimleri olsa da, “Üç Kızkardeş” ile “Vişne Bahçesi”

Öte yandan, Durang’ın yöntemi asla doğrusal koşutlukları ortaya çıkarıp veya simgesel bağlantı / benzetme / ipuçları vermek değildir! Olsa olsa önde gelen amacı, orta yaş sınırını aşmış olan bu (belki de gerçekten “çekovyen” olarak tanımlayabileceğimiz!) baş kişilerin öznel kuruntuları ile kendilerine acıma psikozlarını ortaya dökmektir. Bir adım daha ileriye de gitmek istesek, aslen uyumsuz tiyatro kökenine bağlı olan yazarın belki de Çehov ile “kafa bulması”nın yanı sıra, izleyiciler ile ince ince dalga geçmeyi yeğlediğini diyebilir miyiz acaba…?!

Bu son savım, Sonya’nın “Eğer herkes antidepresan alsaydı, Çehov hiç bir şey yazamazdı” repliği ile neredeyse kanıtlanmış gibi görüyorsa da, onu Maşa’nın “Haydi biraz daha ağlayalım” çağrısı doğruluyor sanki! Bununla birlikte oyunun bazı yerlerinde “taze”, dahası Woody Allen’vari nükteler de görmüyor değiliz, örneğin Sonya’nın “Dün gece kötü bir rüya gördüm. (…) Elli iki yaşımdaymışım ve hâlâ evlenmemişim” demesine karşın, Vanya’nın “Belgesel formunda mı rüya görüyorsun?” sorusu gibi! Diğer yandan, kimi aşırı “amerikanvari” esprilerden (otuzlarına yaklaşan Spike için Vanya: “On yaşında gösteriyor!”) öte, salt o kültüre has (Stanley Kowalski / Sidney Kowalski; Maggie Smith’e has vurgulamalar; Papaz Sheen ve Ed Sullivan Show, Ozzie ve Harriet’in maceraları gibi) nice göndermelere rastlıyoruz ki, onların bizde pek anlam vermeyeceğini düşünmesi gereken dramaturji bunları metinden acaba niye ayıklamadı?

b_s012

Ama bunun gibi –veya oyunun “oturma odası”nda mı, yoksa bir-iki kez anılan “vişne korusu” (?!), daha doğrusu birkaç vişne ağacının bulunduğu bahçede mi geçtiğini tam anlatamayan sahne tasarımı, dahası hiç olmayan ışık tasarımı gibi– eksikliklere rağmen, o parmak ısırtan oyunculuklar, Vanya, Sonya, Maşa ve Spike’ı olağanüstü bir seyirliğe dönüştürüyor. Oyunun isim sırasına göre gidecek olursak, taaa 2004’deki o muhteşem Oidipus’undan bu yana sahnelerde ancak “Babamın Cesetleri”ndeki küçük rolünde izlediğimiz Şerif Erol’u meğerse nasıl da özlemişiz! İster Sonia ile ilk perdedeki incir çekirdeğini doldurmayan tartışmalarındaki köşesine çekilmiş alıngan eşcinsel amca olsun, ister ikinci perdede zirve yapan öfke monologlarında, şu sıralarda gösterimde olan sezon oyunlarını şöyle bir gözden geçirdiğimde, halen izlediğimiz en başarılı erkek başrol kompozisyonlarından birini çizdiğini rahatlıkla söyleyebilirim – ancak umarım, haftada 3-4 kez sergilediği bu şiddet fırtınaları, tansiyonunu fazla yükseltmez! Tilbe Saran’a gelince, Sonya’nın kendine karşı güvensiz ve melankolik kişiliği daha ince, daha inandırıcı biçimde canlandırılamayacağı gibi, kostümlü partide tanıştığı Joe’dan ansızın gelen telefonu yanıtladığında sergilediği şaşkınlık nöbeti, Durang’ın ince repliklerini daha da anlamlı devinimler ve mimikleriyle taçlandırıyor. Hazır “mimikler” demişken, Spike ile bir diyaloglarında dinlemek zorunda kaldıklarının izdüşümünü Sonya’nın yüzünde görebilmek, oyunun belki en çok alkışlanacak bölümüydü…  Yazının başında kullandığım “iki viyola ve bir keman” benzetmesi de oyunun ismindeki sıralamaya uyuyor gibi: Efendim, “kemanda” Nesrin Kazankaya, Maşa’nın “Güzel, akıllı, yetenekli ve başarılıysam ben ne yapabilirim ki?” repliğini gerçekten de rolünün kapağına yazmışa benziyor; keza Tiyatro Pera’da izlemiş olduğum hemen her canlandırmasında bu özellikleri koruyor ve başarıyla altını çiziyor, yıllar geçiyorsa da… Onunla birlikte gene bu sahnede, yıllardır büyük beğeni ile izlediğim Başak Meşe, abartı tuzağına düşmeden güldürü dozunu iyi ayarlamasını bilmiş o başarılı Cassandra tiplemesiyle, bu iki tiyatro divasının yanında büyük alkış alıyor. Spike rolünü üstlenmiş Doğan Akdoğan da bu dört ustaya kusursuzca ayak uydurmasını biliyor – ve hele Nina’yı canlandıran Gamze İpek’in oyunu izlediğimiz gün rahatsızlanması üzerine bu role alelacele hazırlanmış olan genç Serin Öztoprak’ın performansına da kocaman bir bravo!

Tüm bu sıraladıklarıma rağmen, Durang’ın gerçek bir ustalık ile kaleme aldığı böylesine nitelikli bir oyun, o soyut benzetmemle bir oda müziği performansının yerine basit bir sit-com’a da dönüş(türül)ebilirdi. Zira, özünde birçok klişe barındıran üst metin, düşülebilecek nice tuzaklar içeriyor… İşte, Nesrin Kazankaya’nın başarılı çevirisiyle Şafak Eruyar’ın ince dramaturji çalışması üzerine Yücel Erten’in tüm diyaloglara (bu kez özyapısal değil de, dramaturjik açıdan) “çekovyen” bir komedi anlayışıyla yaklaşması, repliklere kendine has bir müzik, devinimlere hoş bir ritm kazandırıyor – Tilbe Saran / Şerif Erol’un art arda gelen “solo”ları da “çabası”!

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku