Tiyatro Garlik’in İlk Oyunu “Karanlık Şarkılar” Üzerine Söyleşi: “Bu Kalp Seni Unutur mu?”

Pınar Erol
3,7K Okunma

Boyuna unutup unutup duruyoruz. Bazen gerçeklerden kaçmanın en cazibeli yolu buymuş gibi geliyor. Böyle zamanlarda ikame akılla yaşadığımızı düşünüyorum. Bellek toz duman! Geçmişimiz bile manipülasyona açık artık. Kim ne söylerse ona inanacak haldeyiz. Bazen de direniyoruz. Yine de “Unutursak kalbimiz kurusun” diye ant içtiğimiz ne varsa ilaçla, içkiyle, travmayla, vicdanla, hayatın hayhuyuyla ya da işimize geldiği biçimiyle aklımızdan çıkıp gidiyor. Tam hatırladık diye sevinirken neyi hatırladığımızı unutuyoruz bu sefer. Gide gele yoruluyoruz. Ama durun… Öyle tamamen karanlıkta da sayılmayız. Aslolan unutmamak değil; anlatmak için neyi nasıl hatırladığımız. Yani ne anıların ne de sözcüklerin içi tamamen boşalıyor. Bir sese, bir kokuya, bir şarkıya bakıyor ipin ucunu yakalamak. Kalbimiz de o beylik laftaki gibi kurumuyor, merak etmeyin. Anıların oynaklığı da zamanın muğlaklığı da önemli değil artık. Çünkü bir bergüzar gelip kalbimizde filizleniyor. İşte o his geçmiyor. Bergüzar: Hatırlanmak için bir duygu; anılmak için bırakılan armağan…

Biz de Orçun Soytürk ve Derya Artemel ile Tiyatro Garlik’in ilk oyunu “Karanlık Şarkılar” üzerine konuşurken oyunun ruhuna uygun olarak söyleyeceklerimizi kâh unuttuk kâh hatırladık. Ama kimin hikâyesi olursa olsun, kim anlatırsa anlatsın oradaki “büyümenin” farkına vardık. İster kendi benlikleri olsun ister büründüklerinin hayatın fark etmez, bir anlatanı oldu diye bu anları korumaya aldık. Bir kere öncelikli sayılmayan bu düşkün çifti fark ettik. Şefkatle yaklaştık. Onlara aşkı yakıştırmayanları ayıpladık. Bir kıyak yapıp onlara son bir şans daha verdik. Bu koca şehirde bizi tanıyan bir kişi var diye nefes aldık. Öbür yarısını arayanlara şans diledik. Hafızayı aşkla donattık. Oradaki romantizme tav olduk. Toksik olan ne varsa arınmak istedik. Antik Yunan’a selam gönderdik. Bağımlılıktan, boşluktan, sisli zihinlerden, şüpheden, hazdan, kayıplardan, nüksetmelerden, tutturulamayan zamanlamalardan, yüklerimizden, seçimlerimizden bahsedeceğiz derken bu sefer de zamanı unuttuk, iyi mi?

Pınar Erol: Tiyatro Garlik niçin ve kimler tarafından kuruldu? Hiç size yapmayın etmeyin diyen olmadı mı?

Orçun Soytürk: Bir tiyatronun neden kurulmaması gerektiği konusunda hepimiz birbirimizi ikna edebiliriz. Bunun için yüzlerce cevap verebiliriz. Tabii hepimiz hayatta engellerle karşılaşıyoruz. Kendi üzerimden anlatırsam, birçok oyun çalışılıyor ama çıkmıyor ya da çıksa bile istenildiği gibi olmuyor. Türkiye şartlarında tiyatro yapan hemen hemen her oyuncunun karşılaşabileceği sorunlarla ben de karşılaştım. Bunun üzerine biz de kız arkadaşım Hande (Aytun) ile birlikte bu tiyatroyu kurduk. O, bir sene boyunca beni ikna etmeye çalışırken ben de ona neden bir tiyatro kurmamamız gerektiğinin bahanelerini sıraladım. Hande, seri girişimci olduğu için böyle bir işe başlamak ve adımlar atmak konusunda daha tecrübeli ve korkusuz. Ben tamamen ikna olmasam da ılımlı hale geldiğimde, İngiltere’deki oyun yazma yarışmalarını ve finalistlerin oyunlarını takip ederek bir liste oluşturdum. Ve bölüşümlü olarak oyunlar okumaya başladık.

Pınar Erol: Yeni bir tiyatronun ilk oyunu çok önemlidir ya, sizin bu oyunu, “Karanlık Şarkılar”ı seçme sebebiniz neydi?

Orçun Soytürk: “Karanlık Şarkılar”ı ilk Hande okudu, çok etkilendi ve hızlıca bir çeviri yaptı. Oyunda yazarının da söylediği gibi romantik komedi tanımı var ve ben romantik komedi oynamak istemiyorum. Gördüğünüz gibi hâlâ ikna olmamaya çalışıyorum. Ama Joe White, oyunu müthiş yazınca fazla da bir şey diyemedim. Yine de bildiğim sularda yüzmek istedim. Zaten tiyatro kurmak başlı başına bir risk. Bir de tanımadığımız insanlarla çalışmak istemedik başlangıçta. Oyunun yönetmeni Tuğrul Tülek ise beni konservatuara hazırlayan kişi. Sonra ben onunla dört sene Dot’ta çalıştım. Yine Mam’art’ta birlikte çalıştık. Bir de bu metni “Öksüzler”e çok benzetmiştim. Onu da Tuğrul sahnelemişti. Bu oyunu yapmak için tek şartım Tuğrul’un kabul etmesiydi. Geçen sene kasım-aralık gibi buluştuk ve ben ona orijinal prodüksiyonun ‘teaser’larını falan gösterdim. O da etkilenmeye başladı ama daha konuşmanın başında yeni bir oyuna başlayacağını söyledi. Ben de içimden eyvah dedim. Ve inanılmaz bir rastlantı, o oyun da Derya’ların (Artemel) oyunuydu.

Derya Artemel: Evet bizim eşimle (Memetcan Diper) birlikte yapmak istediğimiz bir oyun vardı ama büyüttüğümüz oğlumuza daha çok vakit ayırabilmek için bunu bir süreliğine rafa kaldırdık. Yani bilmeden bu oyunun önünü açmış olduk.

Orçun Soytürk: Biz de bu arada yazarın ajansıyla ufak ufak mailleşmeye başlamıştık. Tuğrul’a hem orijinal metni hem de kaba çeviriyi gönderdim o akşam. Ertesi sabah ondan “Metin çok çok iyi” diye sesli mesaj geldi. Tam bu süreçte bir film işi çıktı ve ben ocak ayında Antalya’ya gittim. Aralık başında da aniden ajansın mailleri kesildi. Ben de gayet anti-profesyonel biçimde Joe White’a instagram’dan yazdım. Üç gün sonra cevap geldi. Meğer tam o dönemde ajansını değiştirmiş. Kopukluk o yüzdenmiş. Verdiği yeni mail adresine yazdıktan üç saat sonra hızlı bir dönüş aldık. Telifi alınca da Melisa Kesmez oyunu hemen çevirdi ve cast çalışmaları başladı.

Derya Artemel: Sonra Tuğrul, “Bir metin var, okur musun” diye beni aradı. Biliyorsun daha önce onunla “Empatopya”da birlikte çalışmıştık. Teksti zaten çok beğenmiştim ama provalarda daha da çok sevdim. Derinlere daldıkça daha da güzelleşti tekst. Orçun’la yeni tanışıyoruz ama ben Orçun’u da Hande’yi de çok yakın buldum. Önemlidir bu his. Yetenekli insanlarla çalışabilirsiniz ama bir de üzerine iyi insan olunca bu çok daha değerli oluyor.

Orçun Soytürk: Işıkları yapan İsmail Sağır da benim okuldan üst dönemimden. Keza Ömer’i (Sarıgedik) de Dot’tan tanıyorum. Tuğrul’la tasarım sürecini konuşurken Ömer’i önerdim. O da “Şahane olur ama Ömer burada değil ki” dedi. Oysa ben onun döndüğünü önceden öğrenmiştim. Ömer de dosyamıza baktığında hem oyundan hem yapıdan etkilendiğini söyleyince müzik ve ses tasarımı da tamamlanmış oldu. Yani her şey başlarken hayal ettiğim gibi ilerledi.

Pınar Erol: “Garlik”in sizin için anlamı ne peki?

Orçun Soytürk: Ben mutfakta çok vakit geçiririm ve bundan da çok keyif alırım. Sarımsak, iyileştirici, şifa verici anlamlar da taşıyor gastronomik olarak. Girdiği şeylere lezzet ve sağlık kattığını düşününce benim hikâyeme de uygun olduğunu gördük. Logo tasarımımız da Merve Aykun’a ait. O da bir tetris formundan geliyor ve her yapıya uygun olarak esnek bir kullanım sağlıyor.

Pınar Erol: Bizde Joe White’ı ilk keşfeden ve oynayan sizsiniz.

Orçun Soytürk: Hatta ilk telif alan da biziz. Bizden sonra, altı-yedi ülke daha telif aldı. Zamanlamadan dolayı bizden önce çıkan prodüksiyonlar da oldu. Ben konservatuvara kaydımı yaptırmadan Dot’a başladım. Güncel metinler nasıl takip ediliyor orada gördüm. Sonra Craft’ta “Fotoğraf 51”de oynarken onların metin arayış süreçlerine tanık oldum. Yani bugün benim bu metni keşfetme hikâyem o zamanlardan gelen bir şey.

Pınar Erol: Bir anlamda işlediği o karanlık konularla (keder, soyutlama, halüsinasyon vb) ve onları işlediği nüktedan tavrıyla bu oyun, “Mayfly”ın devamı niteliği taşıyor. Yazar, sabah güne çay/kahve yerine martiniyle başlayan John Berryman’in 1969’da yazdığı “Dream Songs” şiirine atıfta bulunarak seçmiş “Blackout Songs” ismini. “Alkolizm hakkında yazmak istediğimi bilmeden -ya da fark etmeden- önce, aşk ve hafıza hakkında yazmak istiyordum” diyor. Üç ayrı yakın arkadaşı, babalarını altı yıl içinde Alzheimer’dan kaybediyor. Sonra 2019’da gençliğinde beraber yaşadığı alkolik bir arkadaşıyla geçirdiği çılgın zamanları hatırlıyor. Sonradan onun ölüm haberini aldığında da şaşırmıyor zaten. Ve onlar kadar içmemesine rağmen hafızasındaki boşlukları ve zaman konusundaki bulanıklığı fark ediyor. Bu da oyuna yansıyor.

Orçun Soytürk: Bizim dans sahnesi gibi görünen, sevişme sahnesi gibi duran ama aslında arınmayı anlatan bir sahnemiz var. Orada kimyasallardan falan bahsediliyor. Bir arkadaşım da “Yazarın hayatında kim var biliyor musun, bunları sadece duyarak yazmış olamaz; çok yakınında birisi olması lazım” deyince ben de ona senin söylediğin hikâyeden bahsettim.

Pınar Erol: Yazar, o bohem Soho mitinden etkilenmiş. Meşhur hedonisttik bölge ve alkolle yaratıcılığın ilişkisi… Aynı zamanda o haz-aşımının getirdikleri… Bundan da oyunda “Bermuda üçgeni” olarak bahsediyor. Yine F. Scott Fitzgerald, Tennessee Williams, Ernest Hemingway, Francis Bacon, Charles Bukowski ve Jack Kerovac gibi sanatçıları örnek alarak oyunu viski içerken yazmayı denemiş ama bu onda çalışmayınca yazıyı bırakıp Netflix’i açmış. Oyundakiler de yaratıcılığın alkolle ivmelenebileceği savındaki gibi sanatçı adayları; biri ressam, diğeri şiir yazıyor.

Derya Artemel: Evet, Alice sanatçı ruhu bir kadın. Yazmaya yatkın, şiir seviyor, edebiyata meraklı.

Orçun Soytürk: Öyle bir anlayış vardır ya, yaratıcılıkla uğraşanlar için kesin alkoliktir denir. Ama oyunda bu bakış tamamen kırılıyor. Çünkü oyunda hiç oraları görmüyoruz. Mesela “sağlığına” denilen sahne orada kesiliyor. Bir buçuk saat alkolizm hakkında bir şey izliyoruz ama hiç içtiklerine tanık olmuyoruz. Yazar özellikle oyunun başına da not koymuş, “kesinlikle sarhoş oynamasınlar” diye.

Pınar Erol: Ben o klişe sarhoşluğu görmememizi özellikle sevdim. Ayrıca “Sağlığına” diye kalkan kadehten daha ironik bir şey olabilir mi? Karşımızda bir dualite var. Alkol onların hem zehiri hem panzehiri. Hem şişeleri döküp kurtulmak istiyorlar hem de kötü günler için saklamak.

Derya Artemel: Zaten bildiğimiz kadarıyla alkol toleransı artıyor onlarda. O yüzden de çok sarhoş durmuyorlar.

Pınar Erol: Bir de içerik ve biçim böyle bütünleşince tutarlı, güzel bir dil oluşuyor. Tüm o “blackout”lar (hafıza boşlukları) sahne geçişlerinde, ışık, ses ve sahne tasarımında da kendini gösteriyor. Her karanlıkta kalışımızda kafa da gidiyor. Daha doğrusu kafa gidince ışık da gidiyor.

Orçun Soytürk: O sahneler hep bilinçle kurulmuş. Belki o an, o karakterin vücudunda alkol dolaşıyor ama bunu seyirciye düşündürtmek istiyor. Bir sonraki sahneye geçtiğimizde “arada” ne olduğunu beraber çözmemizi istiyor. İşte o “Sağlığına” dediği sahneden birkaç saniye sonra da o “puzzle”ı birlikte birleştirmeye çalışıyoruz. Sende ne var? Sen bunu demiştin. Hayır, ben böyle dememiştim falan diye hatırladıklarımızı bir araya getiriyoruz. Yazar da bu hafıza konusunu nüans olarak alkol üzerinden işliyor.

Derya Artemel: Giriş-gelişme-sonuç olarak ilerleyen ve devamlılık arz eden bir tekst değil bu. Oyun genelde kadının hafızası üzerinden ilerliyor. Mesela bir anıyı ortasından hatırlıyor ve bir sonraki sahne de o ortadan başlıyor.

Pınar Erol: Tam sarhoş kafanın içi gibi. O iki kişi hakkında da hatırlayıp unutma örüntüsünde bölük pörçük bilgiler edinebiliyoruz. Haklarında kısıtlı (onların hatırladığı kadar) şeyler öğreniyoruz. Tekrar gibi görünen o konuşmalar da bir sarhoşun aynı şeyi söyleyip durması gibi.

Derya Artemel: Tekstin ilginçliği de büyüsü de bu zaten. Evet, bu bir klasik değil ama klasik metinlere de gönderme var. Hem çok ilginç hem de çok hitap eden bir tekst. İki alkolik insanın hikayesi kadar spesifik bir konuyla sınırlanmamış. Acı çeken iki insanın hikâyesi olarak değerlendirmek daha geniş perspektifte bakmayı sağlıyor. Çünkü bu iki karakter çocukluklarındaki acılardan kaçmak için içiyorlar. Tam olarak “öteki” hikâyesi de diyemeyiz. İnsan hikâyesi işte. Hepimiz hayatımızın bir döneminde fiziksel ya da mental sağlığımızı kaybedebiliriz. Ve böyle acılardan kaçmak, bizi başka bağımlılıklara sürükleyebilir. Baktığımızda toplumun dışında da gibiler. Kadında o sistemin içine dâhil olamamanın da verdiği acı var. “Parka gittim, anneler gördüm, çocuklar” diyor. O ise bir aile kuramamış. Belki onun eksikliğini hissediyor ama görüntü olarak alay ediyor. O yüzden bu hisleri, o anlık epizotlardan cımbızlayıp alıyorsunuz.

Orçun Soytürk: Yazar öyle önsemeler yapmış ki oyunda. Bunları çoğu zaman güncel metinlerde görmüyoruz. Kadın, diş çekme sahnesinde bir hikâye anlatıyor. Muazzam bir şey. Aslında orada bütün oyunu yazıyor. Tüm hikâyeleri birbirine bağlıyor. Evet, çok kesik gibi geliyor. Tekrarlar artıkça, seyircinin de kafası karışıyor. Tıpkı iki karakterin kafa karışıklığı gibi.

Pınar Erol: Karakterler emin olamayınca biz de şüpheye düşüyoruz yanlış mı hatırlıyoruz diye.

Orçun Soytürk: Bir de bunun çalışırken bir matematiği oldu ki hiç sorma. Hop dönüyoruz geriye, bunu sen mi söyledin, ben mi diye tekstten arıyoruz. Doğru mu hatırlıyorum diye şüpheye düşüp kendimizi sorguluyoruz.

Pınar Erol: Dekorsuz sahneleme biçimi de yazarının genelde onunla anılan “soyutlama” temasıyla uyumlu. Sahnedeki sekiz sandalyeye ek olarak sanki bize de sandalye atılmış da o uzamda biz de AA toplantısındaymışız gibi hissediyoruz. Bir de söz konusu AA (Adsız Alkolikler) olunca, kadınla adamın da adı olmuyor. Ve bu durum oyuna cuk oturuyor. (Gerçi oyunun sonunda isimlerini öğreniyoruz ama)

Derya Artemel: Değil mi? Sanki orada başlayıp orada biten ve kadının zihninden geçen hikâyeyi birlikte hatırlamaya davet ediyor oyun. Hepimiz kadınla birlikte onun çocukla olan anılarını hatırlamaya çalışıyoruz.

Pınar Erol: İç içe geçmiş, çoklu bağımlılık izliyoruz. Hem alkole hem birbirlerine bağımlılar. Dolayısıyla aslında alkolden kurtulmaya çalışırken birbirlerinden de kurtulmaları mı gerekiyor?

Derya Artemel: İlişkileri bir içki partner’liğiyle başladığı için çocuk biraz ondan da kurtulmaya çalışıyor. Hayatına biraz çeki düzen vermek istiyor. Ama kadın ona da izin vermiyor. İki bağımlının bir arada olması alkolden kurtulmak için zorlayıcı. Aaa ne diyeceğimi unuttum.

Pınar Erol: Oyunun ruhu içine işlemiş, bu kadar özdeşlik olur!

Orçun Soytürk: Biz bu çiftin arkadaşı olsak dışardan onlara “Ya yapmayın, birbirinize yazık ediyorsunuz” deriz. Sadece alkolle de sınırlamayalım. Toksik olan her şeyde geçerli bu. Zaten bunun dozajı böyleyken problemi de doğru orantılı büyüyor. Dışarıdan “Birbirinize iyi gelmiyorsunuz, gelemezsiniz” demek mümkünken o toksik ilişkinin içindekiler öyle yaşamadıkları için kendilerini savunurlar. Bunu asla kabul etmezler ya da kabul edecek noktaya gelseler bile, artık öyle bir noktadadırlar ki isteseler de geriye dönemezler. Ama günün sonunda bu çok yıkıcı bir şey ve genelde de çok kötü şekillerde bitiyor.

Pınar Erol: Laf aramızda İngiltere’de oynanan “Blackout Songs”taki kadın oyuncu Rebecca Humphries de öyle toksik bir ilişkiden çıkmış. Bunun hakkında bir de kitap yazmış “Why Did You Stay” diye. O kitabın bir öz-değer üzerine olduğunu söylüyor. Üzerine de bu oyunda oynayınca tam olmuş.

Derya Artemel: Biraz önce ne diyeceğimi hatırladım! Kadın da bir noktada kurtulmak istiyor. Ama ayık haline alışkın olmadığı için -on iki yaşından beri içtiğini söylüyor- kendisini hayatın içinde öyle var edemiyor. Birbirlerinin ayık hallerini gördüklerinde birbirlerine tahammül edemiyorlar. Hem kendilerine hem birbirlerine yabancılaşıyorlar. İlişkileri alkol ile başladığı için ayık halleriyle nasıl sevgili olunur bilmiyorlar. Temiz kalmaya çalışırken mutsuz oluyorlar. Kadın da bu yüzden alkole, dolayısıyla güzel günlerine dönmek istiyor. “O âşık olduğun kadını ben de geri istiyorum” diyor. Ve belki de sonuna kadar dayanıp başarabilecekken yolda vazgeçip eski hallerine dönüyorlar. Yani birlikte kurtuluş olmuyor.

Orçun Soytürk: Birisi tamam derken diğeri o anda ikna değil. Bir türlü zamanlamayı tutturamıyorlar. Diğeri ikna olduğunda, bu sefer çocuk “Bir şeyler içmek ister misin” diye diğerini yoldan çıkarıyor. En olmadık zamanda “Ben senin o haline aşığım” diyor mesela. Ve tekrar başa dönüyorlar. Adam bir yerde “Bunu daha önce de yaşadık biz” diyor. Kadın da “Bu sefer tamam, bu benim son yudumum” diyor.

Pınar Erol: Dolayısıyla nüksetmelerin ardı arkası kesilmiyor. “Bir Yıldız Doğuyor” filmindeki gibi biri yükselirken diğeri geride kalabiliyor. Biri temiz kalmaya çalışırken diğeri kendini yarı yolda bırakılmış gibi hissediyor. Ya da çocuğun belki de sağlıklı bir ilişkisi olabilecekken kadın onu yine kendine döndürüyor.

Orçun Soytürk: Çocuk, o dönemki kız arkadaşını normal biri, güvenli biri diye tanımlıyor. Bu bir kriter olabilir mi? Yani çocuğu boşluğa düşürdüğü nokta o.

Pınar Erol: Çocuk mutsuzken daha iyi ürettiğini söylüyor mesela. Bir de “Rahat bırakın sanatçıları” sözü var metinde.

Orçun Soytürk: Aslında kadının o gördüğü resim, ilk tanıştıklarındaki resimle aynı. Çocuktan o kollar bacaklar hikâyesini dinlediğinde “Sen bu resimleri yaparken mutlu muydun” diye soruyor.

Pınar Erol: Ve bir örümcek resminden insanın tüylerini ürperten, çok romantik bir hikâye çıkıyor.

Derya Artemel: Yani oyun, hayat, tercihlerinin getirisi ve götürüsü üzerine kuruluyor diyor.

Orçun Soytürk: “Günün nasıl geçti, işler yoğun mu” gibi tuhaf sorularla karşılaşınca çocuk “Sen ne yapıyorsun” diyor. “Gününün nasıl geçtiğini soruyorum. Çünkü normal insanlar böyle yapıyor” cevabını alıyor. Yani bir normal tanımı var. Gel bak anlatayım; “Atölyeye gittim, bir sürü taslak çizdim ama olmadı çünkü mutluyum” diyor. Mutluyken yeni bir şey üretemiyor.

Derya Artemel: Hiç o düzen içinde durmamışlar ki. Oyun aslında sistemle ilgili düşündürücü şeyler de söylüyor. Özünü ve kendini yitirecekmiş gibi geliyor kadına. Kadının bütün sosyalleşmesi alkolle oluyor. Aslında öyle yalnız ki… Gidip barda oturup etrafı dinliyor. Sürekli kendini de sabote ediyor. Dolayısıyla o mutluluğun içinde de çok fazla duramıyor. Nasıl duracağını bilmiyor çünkü.

Pınar Erol: Bu kasvetli gerçekliğin içinde bir de romans gizli. Daha önce tanıştıklarını hatırlamayıp yeniden tanışıyorlar ve aralarında yine bir çekim oluyor. Bir taraftan da Albee’nin “Kim Korkar Hain Kurttan” (evlilikteki aşk-nefret ilişkisi) ile Pinter’ın “The Lover”ındaki (başka isimlerle başka yaşamlar uyduruyorlar) absürtlüğü içeriyor oyun. Ve bu da aradan alkolü çıkardığında bu iki insan yine de birbiriyle ilişki yaşayacak mı, birbirlerini ayıkken de sevebilirler mi sorusunu sorduruyor. Joe White, oyunu yazarken “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” ve “Withnail and I” gibi favori filmlerini tekrar tekrar izlemiş. Dolayısıyla bu oyunu Tuğrul’un yönetmesi de çok isabetli olmuş. Aynı filmden etkilenen iki ruh buluşmuş.

Derya Artemel: Bu oyunun tüm yaratıcıları ile hep beraber çok güzel bir frekans yakaladık. Hem teksti hem birbirimizi çok sevdik. O yüzden de çok keyifle çalıştık.

Orçun Soytürk: Benim zaten Tuğrul’a gitme hikâyem, ortak geçmişimizden öte birlikte çalışabileceğimiz bir tekst olduğunu düşünmemdi. Bu tür tekstler eline geçtiğinde neler yapabileceğini öngördüğünüz biri, size çok büyük bir avantaj sağlıyor. Neticede cüretkâr diyebileceğimiz bir reji oluştu. Mesela aksesuar kullanılabilirdi, dekor olabilirdi ama bizim oyunumuz çok yalın ve seyircilerden talebi var; reji buna yönelik.

Derya Artemel: Dolayısıyla partner’inize daha sıkı tutunuyorsunuz.

Pınar Erol: Seyirciye “fill in the blacks/blanks” diyor. O boşlukların tasarımlarla verilmesi bir yana, aslında hayattaki boşluğu ve doldurmak için yerine koyduğu şeyi de anlatması üst üste binen anlamlar oluşturuyor.

Derya Artemel: Yani içlerindeki boşlukla hayata tutunamayanları, bu boşluklarla gösteriyor.

Orçun Soytürk: Oraları biraz seyircinin doldurmasını istiyoruz. Onların da bizimle birlikte doksan beş dakika orada kalmaları gerekiyor. Bu tercih, aynı zamanda onun iki oyuncusuna güvenini anlatıyor. Yani elimizde iki oyuncu, bir tekst ve izleyiciler var. Biraz önce o AA toplantısında biz de vardık demiştin ya. Tam da öyle olması gerekiyor zaten. Çünkü döngüler ve tekrarlar var. İpin ucunu kaçırırsanız tamamlayamıyorsunuz. İyi ki Tuğrul’la çalıştık diyebilirim özetle.

Derya Artemel: Nesnenin kullanılmamasıyla ilgili “Yanında bunu içtiğim için gerçekten rahatsız olmuyorsun değil mi” derken kadehi gösteriyorum ama elimde kadeh yok. Bu aynı zamanda oyuncular için de çok güzel bir meydan okuma biçimi. Zaten bir anıyı hatırladığımızda, o andaki nesneleri değil de daha çok duygusunu hatırlarız ya. Zaten buradan yola çıkılarak düşünüldü o yalınlık.

Orçun Soytürk: “Yanında bunu içtiğim için rahatsız olmuyorsun değil mi” sorusundaki içki, şarap, viski, bira ya da herhangi bir şey olabilir. Bunu her bir seyirci kendi kafasında tamamlıyor. Ya da galerideki resim, herkesin zihninde farklı canlanıyor. Yani herkesin zihninde başka görüntüler canlanırken hikâye aynı kalıyor.

Pınar Erol: Zaten yazar da benzer hissiyatı olan Duncan Macmillan’ın “İnsanlar Mekânlar Nesneler” oyunundan bahsediyor.

Orçun Soytürk: Mesela yıllar sonra karşılaştıkları sahne için Tuğrul, “Yıllardır görüşmediğin çocukluk arkadaşının zaman içinde değişip dönüştüğü halini değil de eski halini hatırlarsın. Bir araya gelince de yine o yıllara gidip çocuklaşırsın” demişti. Yani anılara güven olmaz ama hisler kalır. Bizim karakterler de yıllar sonra görüştüklerinde anıları net değil belki ama bir his ortaklaşıyorlar. Tekrar bir araya geldiklerinde ne kadar direnirlerse dirensinler yine o his geliyor. “Ya sen eskiden de bu kadar muhteşem miydin” diye soruyor çocuk. Ve “Her şey gitti aklımdan, unutmamak için alkolü bırakmak istiyorum” diyor.

Derya Artemel: İki karakterin aralarındaki çekim de aşk da yadsınamaz.

Pınar Erol: Boyunluk, pardesü, diş, kekeleme, saç toplama, güneş gözlüğü gibi unsurların yardımıyla zamanı/mekânı ayırt edeceğimi sandım başlarda ama vazgeçtim. Biz de onlar gibi amneziyiz işte.

Orçun Soytürk: Tuğrul, provalarda en ufak bir dağınıklığın tüm oyunun aksını değiştirebileceğini söyledi. Ama aynı zamanda hiçbir şeyin kullanılmaması müthiş bir özgürlük veriyor. Otuz yedi sahnemiz var. Bazıları çok kısa. Yirmi saniyede üç farklı sahne oynuyoruz mesela. Üç kere ışık değişiyor. Üç kere yer değiştiriyoruz. Bu da oyuncuya refleks olarak hız kazandırıyor. Belki oyun yavaşlasa, kimin ne söylediğini daha iyi hatırlayabiliriz ama o hız aslında onların kafasında değişen hızla aynı.

Derya Artemel: Aynı zamanda duyguları da seyirciye aktarmak gerekiyor aynı kısa sürede. Üstelik bu olurken bizim de anların tadını çıkarmamız gerekiyor.

Pınar Erol: Birbirlerinin yerine geçtiği sahneler var. Bu dışardan da bir empati doğuruyor. (Birinin söylediğini diğeri söylüyor ya da kendi söylediğini diğeri söylüyor gibi hatırlıyor. Paltoyu bu sefer diğeri giyiyor gibi) Oyunda da bir replik var zaten “Biz aynı kişi sayılırız” diye.

Derya Artemel: Kadın orada “Hayırdır böyle her yere çift gibi gidiyoruz” derken biraz da partner’liklerini eleştiriyor.

Orçun Soytürk: Birisiyle uzun süre beraber vakit geçirdiğinizde ister istemez onun jest ve mimiklerini kullanmaya başlarsınız. Onun huyunu suyunu üstünüze giyersiniz. Maruz kaldığınız kelimeler bir bakmışsınız sizin ağzınızdan çıkmış.

Pınar Erol: O istenilen “gerçek konuşmayı” kadın oyunun sonunda yapıyor. Bu sefer gerçek kimliğiyle ve üstelik oraya ilk gelişi olmadığını da söylüyor.

Orçun Soytürk: Orada da “Charlie’nin Çikolata Fabrikası” ve “Alice Harikalar Diyarında”ya göndermeler var. Gerçekten öyle mi bilmiyoruz. Hatta bunlar adamla kadının gerçek isimleri mi onu da bilmiyoruz. Bunlar, gerçek anıları birlikte hatırlayamayan ama hikâye yazabilen insanlar. O yüzden “role play”ler üzerinden konuşmayı sürdürüyorlar. Kadın “Ben Amanda” diye hikaye anlatmaya başladığında çok rahat ama söz konusu kendisi olduğunda zihinde kendisine dair bir parça yok. Hepsi bölük pörçük. Bir yerden sonra bu, aralarında bir oyuna dönüşüyor. Zorlandıklarında hemen oraya kaçıyorlar. O yüzden seneler sonra görüştüklerinde “Siz koleksiyoner misiniz” sorusunu “Evet, ben çok zengin bir koleksiyonerim. Bir malikânede yaşıyorum” diye devam ettiriyor kadın. Bir yanıyla da çok üzücü bir şey bu.

Pınar Erol: Ben de biraz önce söyleyeceklerinizi unutmayın diye sorumun devamını soramamıştım. Bence karşısındakini iyileştirebilirse kendi de iyileşebilecek gibi bir aynalama da var.

Derya Artemel: Gerçi kadının çocuğu kurtarma biçimi ona içki ısmarlamak ama.

Orçun Soytürk: Ben böyle düşünmemiştim ama evet birimizden biri kurtulsa diğeri de kurtulmuş sayılacak. Biri içmeye başlarsa hemen diğeri de peşinden gelecek. Öyle de düşünülebilir. Zaten keyifli olan tarafı da bu. Bunu seyirciye bırakıyor olması.

Pınar Erol: “Hatırlamak bir seçenektir”.

Orçun Soytürk: Oyun hatırlamanın değerli olduğunu söylüyor. Seneler sonra içkiyi niye bıraktığını anlatırken “Hayatıma dair küçük küçük de olsa parçalar kalsın istedim” diyor. Kadına da “Senin yaptığın normal değil, hatırlamak bir seçenektir” diyor.

Derya Artemel: Kadın da “Benim için öyle değil. Benim beynim öyle çalışmıyor” diyor.

Orçun Soytürk: “Ben bunu seçtim çünkü seni kurtarabilmemin tek yolu buydu. Gerçek hayatta seni kurtaramadım ama en azından hatıramda kaldığın gibi hatırlamak istedim. Çünkü eğer içmeye devam etseydik o kırıntıyı da kaybedecektik” diyor.

Derya Artemel: O epizodik anlatımın yanında çok da şiirsel bir tekst. O dinamizm içinde duygusallığı da koruyan harika anlar da var.

Pınar Erol: “Herkes iki kere ölür, toprağa gömüldüğünde ve adı son kez anıldığında. Benim için şiir yazsan ölmem…” diyor çocuk. Böyle bakınca, bu oyunu var ederek, bir sanat eserinde yer alarak ve en önemlisi -biri sizi hatırladığı sürece- siz de ölümsüz sayılırsınız. “Sağlığınıza…”

PINAR EROL

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku