Üsküp’te Bir George Orwell

Handan Salta
4,5K Okunma

Bu yıl 18.si düzenlenen Uluslararası Üsküp Tiyatro Festivali’ne ilk kez ve jüri üyesi olarak geldim. İki dilli bu ülkede Vardar ırmağının iki yanına yerleşmiş kentin dokusu, tarihi, göç yollarının ortasından geçmesi, etnik çeşitliliği İstanbul’u hatırlatıyor. İçine girdikçe katman katman açılması da ayrıca keyifli. Kültürel, sınıfsal ya da etnik farklılıkların bu kadar ayan beyan görüldüğü kentlerde hep bir sürpriz olasılığı var. Beyrut’un başına gelenleri düşünüp ürpersem de, ben güzel sürprizlerden söz etmek istiyorum. Devletçe tanınan ve finansal destek verilen üç ayrı tiyatro kurumu var Makedonya’da; Makedon Tiyatrosu, Arnavut Tiyatrosu ve Türk Tiyatrosu. İlk ikisinden hiç oyun izlemedim burada, sonuncusu ise bir başka yazının konusu olacak; ama bu yazı festival hakkında.

Üsküp Arnavut Tiyatrosu tarafından düzenlenen festivalde farklı ülkelerden gelen 5 oyun oynandı ve bir de atölye yapıldı. Kosova Ulusal Tiyatrosu’ndan “1984”, (yönetmen Igor Mendjiski),  Saraybosna’dan Intermezzo Production ve Mess ortak yapımı olan “Gideon’un Düğümü” (yönetmen Selma Alispahich) , Berlinli Dans Topluluğu Toula Limnaois’den  Children of Dust”  (koreograf Toula Limnaois), Bükreş’teki L’amphitheatre ve Oh Da! ortak yapımı “Nijinski” (yönetmen Malina Andrej)  ile Sofya’daki Ivan Vazov Tiyatrosu’ndan “Elementary Particles” (yönetmen Kris Sharkov) festivalin konuklarıydı. Bahçeşehir Üniversitesi’nden öğretim üyesi Senem Cevher de gençlerle “Maske Performansı” başlıklı iki gün süren atölyeler yaptı.

2023 yılında Türkiye’den Fiziksel Tiyatro Araştırmaları tarafından sahnelenen “Şatonun Altında”yı da konuk eden festivalle tanışmamız 2022 yılında İstanbul’da TheatreIST tarafından  ilkini gerçekleştirdiğimiz Showcase zamanına rastlıyor. Festival koordinatörü Dzjaner Musiq  bitmeyen enerjisi, dostluğu, cana yakınlığı ve her soruna çözüm bulan pratikliğiyle her festivale lâzım biri. Sanat yönetmeni Osman Ahmeti ile birlikte küçük dev kadro oluşturmuşlar.

Festivalin açılışını Kosova Ulusal Tiyatrosu’nun sahnelediği “1984″ ile yaptık. Yönetmen Igor Mendjiski’nin uyarlaması pek çok açıdan göz kamaştırıcı, tiyatro adına umut vericiydi. 1984 ile  umut vermek fikrinin aynı cümlede geçmesinin oksimoronluğu bir yana, romandaki ve oyundaki bir çok uygulamanın birebir yaşanıyor olması kolay yutulur lokma değil. Her sabah başka bir skandala, cinayete, katliama uyandığımız günlerde, biz seyirciler gibi tiyatro sanatçıları da anlam arayışı içinde. Modern tıptan çare bulamayan hastaların kadim tedavilere, zamane bilgeliklerine, çeşit çeşit şifacıya yönelmesi gibi, dünyanın gidişatından umudunu kesmişlerin de, çağdaş metinlerden ziyade klasiklere yönelmesi de kanaatimce bunun kanıtı.

Orwell’in distopyasında neler olduğunu hatırlamak gerekirse (gerekir mi gerçekten bilmiyorum) şunları sayabiliriz; sürekli gözlenmek, sevişmek dahil olmak üzere kameraların odağından uzak kişisel ve özgün bir eylemde bulunamamak, parti devleti (zaten her kötülüğün anası), tarihi yeniden yazma ya da değiştirme teşebbüsü dolayısıyla belleksizleşmek, düşünce suçu diye tanımlanan bir kavramın varlığı kadar bu suçun yarattığı suçluluk duygusunu içselleştirmek, vaaz edilenler dışında bir yola sapınca ölüm ve işkenceyle cezalandırılmak, ifade ve bilgi edinme özgürlüğünün önüne korkunç yasaklar koymak, fakirlerin ekmeğinin her gün azalması, ancak azalmadığının söylenmesi, dilden çıkarılan bazı kelimeler ve diktatörlüğün diğer farklı veçheleri.. Uzayıp giden listeye eklenecek hemen her şeyin günümüzde evrensel ya da yerel karşılıklarını bulmak mümkün. Göbeklitepe’den bugüne bir arpa boyu yol almadığımız uygarlığımızı her gün yüzümüze çarpan dünyada var olmak için çeşitli yöntemler icat etmişiz; ütopyalara sığınmak, olanları görmezden gelmek, kaynayan suyla birlikte haşlanmak, vasatlık çukurunda nefes almayı yaşamak sanmak, intihar etmek, vandallığa teslim olmak gibi boyun eğme biçimlerinin yanı sıra, irili ufaklı direnç yöntemleri geliştirmek, teslim olmamanın onurunu madalya gibi göğsüne takmak da var.

Mendjiski, Büyük Birader’in gözetleme işini  kameralara yaptırırken oyunculara yakından bakma fırsatını bulan seyirciyi de bu sürecin bir parçası haline getiriyor ve onlara da bir rol veriliyor. Sürekli bir devinimin yaşandığı sahnede boş an bırakmayan dramaturji sayesinde, seyirci bir yandan gözetleyici olurken, diğer yandan Oceniea’nın işçilerinden birine dönüşüyor. Gerçek hayatta yaşadıklarımız yetmezmiş gibi tiyatro salonunda da aynı yürek çarpıntısını duyuyoruz. Ama burası tiyatro, olanlar gerçek değil, rahatız.  Arka sahneye yerleştirilmiş  ve kameranın ekranı, duvar, seperatör gibi işlevler taşıyan paneldeki iki kapı boşluğu da mekân yaratımında basit, pratik bir çözüm aracı haline gelerek hayli kalabalık olaylar zincirini takip etmeyi kolaylaştırıyor. Sahnenin iki yanı ve önü şimdiki zamanla bağlantı kurarken, sahnenin ortasında kalan kısım romanın evreninde geçiyor.

Romandaki temel olayların hemen hepsi oyuna aktarılmış, ancak romanda olmayan birisi sahnede karşımıza çıkıyor; George Orwell. Sahnenin sağ köşesinde defterleri, notları arasında kaybolmuş, durmaksızın sigara içen kadın oyuncunun ne kötü bir kaderi varmış diye düşündüren bu buluş temel olarak üç amaca hizmet ediyor: Öncelikle, yazar kendisini seyirciye tanıtıyor ve “1984”’ü yazma sebebine değiniyor, bir tür eğitsel faaliyette bulunuyor. İkinci olarak, distopik bir evreni hayal etmek, okumak, izlemek konusunda ne yazık ki hiç eksiğimizin olmadığı bir zaman diliminde, yazarın sahnede bulunması hem sahnedeki oyunculara hem de seyirciye bir rehberli tur güvenliği hissi yaşatıyor. Oyunu şimdiye ve  buraya getirirken tarihin tekerrürünü ima ediyor.  Son olarak, arada verilen küçük oyunları saymazsak finale kadar fazla bir işlevi olmayan bu buluş, son sahnede seyirciye umut vermek, iki saat boyunca yüreği daralmış seyirciye bir huzme ışık, azıcık cesaret uzatmak için kullanılıyor. Yazarın umutsuzluktan kapkara gördüğü (uzak görüşlülüğünün hakkını vermek gerek) geleceği yine onunla birlikte sorgulamak oyunun sürprizli kısmını getiriyor.

Oyuncuların sürekli devinen tempo içinde rolden role girmedeki hünerlerini, hızla değişen sahnelere aynı hızla uyumlanmalarını takdir ederek bir başka meseleye değinmek istiyorum. Ekran alışkanlıkları, hatta bağımlılıkları nedeniyle odaklanma zorluğu yaşayan bugünün izleyicilerini, özellikle bu teknolojinin içine doğmuş gençleri, tiyatroya getirebilmek ve orada tutabilmek (mesela kral olmakta değil, kral kalmakta) için yüksek tempo iyi bir seçenek. ‘O telefona’ bakılmamasını sağlamak şart ve bunu telefonu yasaklayarak yapmak dünyanın hiçbir yerinde mümkün değil. Seyirciyi oturduğu yerde hareketsiz hale getirmek için başka çareler düşünenler, oyunun yaşam süresiyle takdir ediliyor. Ancak sihirli bir kapıdan geçip bambaşka bir evrene girme hissi  yaratan yapımlar bunca görsel imge bombardımanında hatırda kalabiliyor. Elbette, ustalıklı bir oyunculuk, dramaturgi, ışık, ses, tasarım gibi yönetmenin ya da yaratıcı ekibin bulacağı diğer araçlarla desteklenen tempodan bahsediyorum.  Bu cümleyi yazar yazmaz da geçen yıl DasDas’ta izlediğim “IO”yu hatırlıyorum; kutsal bir mekâna girmiş hissettiren, seyirciyi sahneye görünmez iplerle bağlayan, nefesini bile hesaplı almaya teşvik eden, gündelik hayatın bir süreliğine unutulduğu bir evren sunan yapımlarla daha çok karşılaşmayı diliyorum.

1984” de müziğin, ışığın, canlı çekimlerin ve sürekli değişen sahne tasarımının desteğiyle yaratılan evrende dramaturgi ve oyunculukla bütünlüklü hale gelen bir yapım. Günceli neredeyse birebir yansıtan bir evrene davet edilen seyirci, aynı zamanda o evrenin gözlemcisi olma ehliyetini de sahneden alıyor, dolayısıyla gündelik deneyimine dışarıdan bakma deneyimi yaşıyor. Bu tür deneyimlerin çoğalması, “1984”’ün turne programında İstanbul’un da (ve belki başka kentlerin de) olması dileğiyle.

HANDAN SALTA

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku