Yücel Erten’den İzBBŞT’ye Dair -17

"İzmir Şehir Tiyatrosu ve 'Padişahlık' Safsatası Üzerine"

editor
4,2K Okunma

İzmir Şehir Tiyatrosu, sanatını siyasete ve bürokrasiye teslim etmeye razı gelen, darbeci bir geçmişi olan, ‘yandan demokrat’ bir lobiye emanet edilmiştir. 

Bu lobinin, önce darbe yapmak için, sonra da darbe suçunu örtmek için sarıldıkları fikir, “Tiyatroda işler iyi gitmiyor” şeklinde bir miyavlama olmuştu. Sağda solda, başka kentlerdeki tiyatrocular arasında bunu yaymaya çalıştılar. Bilirsiniz bazı sanatçılar iki kadeh içince, her şeyi her yerde gelişigüzel konuşmaya başlar.  Her şeyi bildiklerini, en iyisini bildiklerini, hattâ en yenisini bildiklerini göstermek isterler. Topluluk içinde odak olma ihtiyacının bir tezahürüdür bu. Hele bir de oluşturmak istedikleri bir algı varsa; bu işi oldukça sanatkârane yaparlar. Dolayısıyla süratle yayılır, hemen her yerde duyulur. Tabii duyulmaması gereken yere de ulaşır. Böylece dedikodunun öznesi olan insanların da sonuçta bundan haberi olur. 

Mâhut darbecilerin kararlı biçimde çevreye yaptıkları yayının manşetleri şunlardı: ‘Danışma Kurulumuzu lâğvetti’, ’Tiyatronun durumu çok kötü’, ‘Tek adam tiyatrosu oldu’, ‘Hanedanlık’, ‘Padişahlık, ‘Herkes şikayetçi’, ‘Yücel Erten gidiyor, ipi çekildi!’

Burada bu dedikodu balonlarını tarih karşısında bir güzel aydınlatalım isterim. Onlar anlamamakta kararlı olsalar da, belki başkalarına yararı dokunur.

 …bir padişahlık sisteminin babadan oğula geçeceği bir şey…’

Levent Üzümcü’nün Genel Sanat Yönetmeni atandıktan hemen sonra Enver Aysever ile söyleşisini hatırlayacaksınız. Söyleşi boyunca darbecilerden biri sayılmamak umuduyla sütten çıkmış esas oğlan rolü yapan Üzümcü, ben kavga bilmem havası yaratmaya çalışırken vahim bir hatalı sollama yapmıştı: Tam da darbeci grubun ağzıyla konuşarak, benim hakkımda uydurmaktan utanmadıkları, ‘padişahlık, krallık, hanedan’ ezberine başvurmuştu: 

“Yönetim kuruluna verilmişti Genel Sanat Yönetmeni’ni seçme yetkisi fakat Yönetim Kurulu’nun yapısı gereği bakıldığında burası bir padişahlık sisteminin babadan oğula geçeceği bir şey haline getirilmişti bir çember haline getirilmişti.”

Benim Üzümcü’ye ilişkin gözlemim ‘konuşurken fazla kalın doğrayan biri’  olmuştur. Ama artık baltayı alıp bağa girenlerden olduğu kanısındayım. 

Şu saçma ‘babadan oğula geçmek’ iddiası, ortaokul tarih dersi ezberinden öte nedir yahu? Bir tiyatronun Genel Sanat Yönetmeni, kendinden önceki, üstelik Kurucu Genel Sanat Yönetmeni hakkında nasıl böyle konuşabilir? Benim besteci ve orkestra şefi bir oğlum var. İzmir Şehir Tiyatrosu ile de hiç bir ilgisi yok. Üzümcü’nün ağzından çıkanı kulağı duyuyor mu? Kavgada söylenecek lâf değildir; ağzını denk almalı… 

Kaldı ki İzmir Şehir Tiyatrosu’nda 3 yıl boyunca benim şu sözlerim yankılanmıştır: “Ben bir 3 yıl daha kalırım ya da giderim; önemli değil. Ama kimse benim sırtımdan burada Genel Sanat Yönetmeni olmak üzere yatırım yapmaya kalkışmasın. O iş yönetmeliğe uygun olarak gerçekleşecektir; nokta.” Kurum sanatçıları ile yaptığım toplantılarda bunu yeterince sık tekrarlamış olmaktan gurur duyarım.

Sanatsal özerklik ve Genel Sanat Yönetmeni ilişkisi

İZŞT’de hayata geçirmeye çalıştığımız sanatsal özerkliğin güvencelerinden birisi, bir Birim Tiyatroda Genel Sanat Yönetmeni’nin süreli görev yapmasıdır. Yönetmelik, ilgili maddede bunu şöyle açıklar: 

Genel Sanat Yönetmeninin sınırlı bir süre için görevlendirilmesi ilkesi, olumlu anlamda bir yarış alanı olan tiyatro sanatında, kalıplaşmaya ve bireysel ilişkilere yaslanarak görev süresini uzatma çabalarına karşı bir önlem olarak getirilmiştir.” 

Türkçesi, oraya oturan biri türlü çalımlarla ömür boyu oraya kazık kakmasın diyedir. Bu süre yönetmelikte 3 yıl olarak belirlenmiştir. Bir ikinci 3 yıl uzatma imkânı da tanınmıştır ama, bu karar Başkan’ın tercihine bırakılmıştır.

Bunun anlamı pratikte şudur: İzmir Şehir Tiyatrosu’na bir Genel Sanat Yönetmeni seçtiğiniz ve atadığınız zaman, onu ömür boyu belediyenin kadrolu elemanı yapmıyorsunuz. 3 yıllık görevi bittiği zaman onu başka bir daireye falan atamayacaksınız. 65’inde emekli oluncaya kadar Belediyeden maaş da almayacak. Sadece 3 yıllık bir güvence veriyorsunuz. Sonra sözleşme gereği yollar ayrılacak.

Bu elbette GSY için maddî-manevî bir risktir. Bir tiyatro yönetmek, öyle İstanbul’dan, Ankara’dan uzaktan kumanda ile yapılacak iş değildir. Öyle bir şeye yeltenmek, zaten koltuk hevesidir ve bir anlamda hilekârlık olur. Gerçek tiyatro sevgisi, GSY’nin tüm enerjisi, tüm kapasitesi ile kendini tiyatrosuna hasretmesini gerektirir.

O zaman diyelim ki GSY İzmir dışından geliyorsa, ev tutup kira ödeyecek. Belki tamamiyle İzmir’e taşınacak. Artık başka tiyatrolarda oyun sahnelemekten, oyun oynamaktan vazgeçecek. Film, televizyon dizisi gibi işleri askıya alacak. Çünkü bunlara zaman ayırmak, asal görevinden zaman ve enerji çalmak anlamına gelebilecek. Yönettiği tiyatroda oyun sahnelerse, tiyatrosunu kamuoyu nezdinde kem sözlerden sakınmak için, yönetmen ücretinden feragât edecek. Hem zaten yönettiği tiyatroda oyun sahnelemeyi beceremeyecek biri, neden Genel Sanat Yönetmeni oluyor ki? Hattâ yine bu nedenle -belki- yazdığı ve çevirdiği oyunların telif hakkından da feragât edecek. An gelecek, mevzuatın dar boğazlarında, tiyatronun acil bazı ihtiyaçlarını karşılamak üzere -belki- elini cebine atacak.

Liyakat sahibi bir tiyatrocu, bunları göze almak için, karşılığında ne ister? Para? Lojman falan?… Hiç heveslenmeyin. Bildiğim kadarıyla belediyelerde öyle Fatih Terim sözleşmeleri yoktur. En azından böyle bir görev için yoktur. Önde gelen bir futbol kulübünde teknik direktör yıllık ortalama 50-100 milyon mu kazanıyor; sizinki bir yılda 500 bine ya varır, ya varmaz. Ücretiniz, sanatçılarınkinden biraz üstte bir ödeme olacaktır. Benim örneğimde zaman zaman denk, bazan altında bile kaldığı olmuştur. Lojman filan da yoktur. Hattâ Kurucu GSY iseniz başlangıçta bir ofisiniz bile olmayabilir. Hem zaten bunları ölçü alarak gelecekseniz, hiç gelmeyin, yanlış yoldasınız.

Görevinin bilincinde, işinin eri, sorumluluk sahibi bir Genel Sanat Yönetmeni, bütün bu fedakârlıklarının karşısında ne ister peki?… Sanatsal özerklik ister. İstemelidir. İzŞT Yönetmeliği de bu düşünce ışığında yapılmıştır zaten.

O ÜÇ YIL BOYUNCA TİYATRO, O GENEL SANAT YÖNETMENİ’NİN ÖZERKLİK ALANIDIR. YÖNETİM KURULU DIŞINDA HİÇ BİR KURUL, DIŞARIDAN ONA BİR ŞEYLER DAYATAMAZ. BAŞKAN DA DAHİL OLMAK ÜZERE KİMSE, “Şu oyunu oyna, bunu oynama, falancayı tiyatroya al, filancayı direktör yap, falanca reji yapsın, feşmekân şu rolü oynasın” DİYEMEZ.

SANATSAL ÖZERKLİĞİN TEMELİ BUDUR.

Bu alanı, kurullar, komisyonlar, bürokratlar ile daraltmaya, kontrol etmeye, yönlendirmeye kalktığınız zaman ortada sanatsal özerklik diye bir şey kalmaz. Bu, iki kere iki dört!

Şimdi bu temel ilkeye rağmen, kurumun tepesine bir vesayet kurulu oturtursanız, Yönetim Kurulu’nda bürokrat egemenliği oluşturursanız, nerde kalır Genel Sanat Yönetmeni’nin sanatsal özerklik alanı? Tiyatroya ve yönetici olarak kendinize, o alanı sağlamayı göze alamayacak kadar ufuksuz ve ödlekseniz; bırakın bu demokrat pozlarını, Osmanlı usûlü mehterinize devam edin.

Konuyu herkesin anlayacağı şekilde yalınlaştırmaya çalışalım: 

Sürücü sınavına girdiniz; ehliyetinizi aldınız. Aracınızı kurallar içinde istediğiniz gibi kullanabilmeniz gerekir, değil mi? Ama hayır! Sınav kurulu da araca kurulup her gittiğiniz yere sizinle birlikte gitmek istiyor. Üstelik yol boyu, ‘oraya git, şuraya gitme’ diye sınırlamalar koymaya çalışıyor. 

Bu, sanatsal özerklik değil, demagojik hokkabazlıktır!

Şimdi bu demagojik hokkabazlık, etrafa özerklik olarak yutturulmak isteniyor. İşte İzmir Şehir Tiyatrosu’nun yönetmeliğini kötürüm edenler, böylesine saçma bir hoyratlığı gerçekleştirdiler.

Danışma Kurulu diye bir YÖNETİM ORGANI, İzmir Şehir Tiyatrosu’nun yönetmeliğinde hiçbir zaman, hiçbir taslakta bile yer almamıştı. Kurucu Danışma Kurulu, sadece kuruluş için elverişli bir enstrümandı. Ama şimdi darbecilerimiz onu artık tiyatronun başına musallat ettiler ve susarak ve sırıtarak o kurulda oturuyorlar. 

Unutmayın: O işe soyunan bir sanat insanı, kendi birikimini ve anlayışını tiyatroya taşımak isteyecektir. Bundan daha doğal ne var? Sizin ya da bir başkasının ya da eklektik bir kurulun hayallerini süslemek üzere o göreve gelmedi ki. Yok eğer buna boyun eğerek geldiyse, zaten yuf olsun ervahına!

‘Tek adam tiyatrosu oldu’…

Şunu kabul etmek, asgarî demokratlığın ve sanat kültürünün şartıdır:

Seçip atadığınız o sanat yönetmeni, elbette o tiyatroyu kendi siyasal bilincine, sanat siyasetine ve estetik tercihlerine göre yönlendirecektir. Üzümcü’nün veya Tütüncü’nünkine göre değil. 

Orada repertuvarını yaparken, birikimi, deneyimi, sanat ahlâkına dair değer ölçüleri ile davranacaktır. Orhan’ın, Hasan’ın veya Zeynep’in kerameti kendinden menkul tavsiye ve telkinlerine ihtiyaç duyacağını kim söylüyor, neye dayanarak? 

Repertuvar çizgisini, üretimdeki işbölümünü, yaslanacağı estetik kategorileri belirlerken, Eren’in, Bilgehan’ın, Cezmi’nin parmak daldırmalarına neden ihtiyacı olsun? Ya da Tamer’in, Cem’in veya Lokmasu ile Börekcan’ın?…

Unutuldu galiba: Bir oyunun iyi olup olmadığına parmak kaldırarak karar verilmez. Tasarımına da, görev dağılımına da. Tiyatro öyle bir sanattır!…

Sanatsal özerkliği hedefleyen yönetmelik şu kurguyu getirir: 

“Sanat yönetiminin belli periyodlarla tazelenmesi sanatın ve kurumun gelişmesi açısından önem taşır. Sınırlı süre ile görev yapacağı göz önüne alınarak, tiyatro yönetiminin sanatsal bileşenleri Direktörleri belirleme görevi ile donatılmıştır.”

Buna göre Genel Sanat Yönetmeni, çalışma arkadaşlarını belirler. Kuşkusuz ihtiyaç duyduğu ölçüde danışır, konuşur, tartışır. Ama sonuçta tiyatronun kaptanı odur. 

Bunları içine sindiremeyen, sanatsal özerkliğin ne olduğunu anlayamamış demektir. Bu kadarcık şeyi öğrenmeye kafa yormayan, çokbilmiş düşünce tembelleridir bunlar. İçlerinde birazcık fikri olan biri varsa; o da çıkarına uymadığı için çelme takıyor demektir. Kendini tabii senatör tayin etmek, lordlar kamarası gibi hüküm kesmek, tiyatronun tepesinde durup çıkarına uygun iş kotarmak, yetkili ve sorumlu tek adamın/kadının tercihlerine taş koymak hevesinden kurtulamıyor demektir.

Ama darbeciler, dillerine doladıkları o ‘tek adamlık’ safsatası ve buna bağlı olarak “Yücel Erten tiyatrosu oldu! Padişahlık! Krallık! Hanedan!” homurtuları ile örtük bir sesle kulaktan kulağa oyunu oynadılar.

Yukarıda saydığım nedenleri ve dayanakları anlama kapasiteleri var mıdır; bundan gerçekten emin değilim. Çünkü mevki, makam, mansıp hırsı, çok güçlü bir kapasite bükücüdür.

‘Hanedanlık’, ‘Krallık’, Padişahlık’…

Üzümcü’nün bu deyimleri kullanması ilginçtir. Bunlar, Kurucu Danışma Kurulu’nun (Dikkat! Darbeciler diye okunur!) ortak duyurusunda da yer alan ve darbenin demokrat kimliğini yitirmiş feyle-sofusu Orhan Alkaya ile hınk deyicisi Eren Aysan’dan kaynaklandığı aşikâr ifadelerdir.

Ne istiyorlardı? Davul benim boynumda, tokmak Alkaya’nın, Altıok’un, Aysan’ın,  Üzümcü’nün elinde mi olmalıydı? Neden? Bu ayrıcalığı onlara tanımayı gerektiren ne var? Ya da diyorum ya işte, isimler farketmez; Bağdagül ile Helvacan’a neden tiyatro yönetiminin üstünde bir statü tanınacakmış?  

Tiyatronun Yönetim Kurulu var, Direktörleri var, her alanda yetkin çalışanları var. Size neden ve -asıl önemlisi- ne danışacaklarmış? Tiyatronun Yönetim Kurulu; Genel Sanat Yönetmeni, Şube Müdürü, Sanat Teknik Direktörü, Sahne Direktörü, Sanat İletişim Direktörü ve seçilmiş iki Sanatçı’dan oluşur. Yedide altı oranında tiyatro eğitimi görmüş, deneyimli sanatçı barındırır. Günbegün tiyatronun işlerini yürüten, üretiminin bütün sorunlarına çözüm arayan, sanatsal yürüyüşün derdini ve sevincini ortaklaşa yaşayan bir ekiptir. 

Genel Sanat Yönetmeni de idarî ve malî mevzuatın sınırları içindedir elbet. Ama tiyatroda Direktörlerini seçer, kadronun görev dağılımlarını belirler, sanat siyasetine göre repertuvarı kurar, istediğini sahneler, istemediğini sahnelemez. Bunun aması, fakatı, velâkini yoktur. Özerkliğin daha ‘ö’sünü söylerken bunu kabul etmek zorundasınız. Yoksa ağzınızı boş yere hiç açmayın; ‘ö’ seslisinde uzar kalırsınız.

Alanında yetişkin bir tiyatro adamı/kadını, bu özgürlüğü kullanamayacaksa; neden 3 yılını, bir kentin tiyatrosunu yönetmeye adasın? Bu özgürlüğe sahip olunamayacaksa; o işe talip olanlar, amatörlerle heveskârlardan ibaret kalmaz mı?…

Danışma Kurulu, Repertuvar Kurulu falan gibi vesayet kurullarının gerekliliğinden dem vuranlar, sanatsal özerklikten korkanlardır. 30 yıldır yazıp söylüyoruz ama, henüz bilinçlere yerleşmemiş anlaşılan. Bu tür vesayet kurulları, Osmanlıdan ve Bizans’tan miras kalmış sansür ve servis mekanizmalarıdır. Sansür, Osmanlı’nın feodal kafasından, servis ise çıkar odaklı Bizans entrikalarından… 

Kişiye özel sanatsal özerklik tarifi

Şunu söylemekten geri durmam: Kuruluşumuzun ilk 3 yıllık süreci, katmerli bir başarıdır. Makam, mansıp, koltuk, mama peşinde koşan şaşkınların, kasıtlı çarpıtmaları ile lekelenemez. Arşiv orada, tarih orada… 

Durum böyleyken, sanatsal özerkliğimizi güvence altına alan yönetmeliğimize ve benim dönemime ‘padişahlık, krallık, hanedan’ sözleriyle saldırarak ‘kelle alma’ girişimi, kaba ve hoyrat bir tulûattan başka bir şey değildir…

Darbeci Genel Sanat Yönetmeni Üzümcü’nün, kişiye özel sanatsal özerklik tarifi, bu tulûatın doruk noktasına tüy dikiyor:

“Benim için sanattaki en büyük özerklik verilen sözlerin yerine getirilip getirilmemesidir. Tiyatro sanatsal olarak özerkse benim sahnelediğim oyuna, anlatış biçimine hiçbir bürokrat hiçbir şekilde karışmıyorsa bu benim için özerkliktir. Bu sanatsal özerkliktir.”

O nasıl bir sanatsal özerklikmiş öyle efendi? Kurbanlık pazarında tokalaşıp kol sallayarak pazarlık mı yapıyorsun? Bozduğun yönetmelikle, siyasetçiyi, bürokratı, Danışma Kurulunu başına amir, bekçi ve sansürcü ve değnekçi olarak tayin etmişsin. Onların istedikleri zaman karışmayacağının kurumsal-yasal güvencesi nerede? Kural nerede? Senin tercihlerine karışmayacakları nerede yazıyor? Birileri karışıverirse? Senin hayalî özerkliğin, bir anda ıslak terliğin oluvermez mi?…

Sevsinler senin feodal, şahsî, kişiye özel, bireysel, imamın abdest suyu özerkliğini!… 

‘Herkesin Herkesi Yönettiği Bir Sistem’

Bir, bilemedin iki sahneli, 30-40 oyunculu ve henüz 3 yaşında bir Birim Tiyatro’nun Genel Sanat Yönetmeni, öncelikle nitelikli bir rejisör ve öğretmen olmak durumundadır. İzmir’in genelde alıştığı ve razı olduğu panayır etkinlikleri havasından sıyrılıp nitelikli tiyatroya kavuşmak isteniyorsa tabii. 

Ekibinden en yüksek verimi alabilmek, performansta nitelik ve bütünlük sağlayabilmek için; oyuncularını tanıyacak, onların farklı yeteneklerini değerlendirecek, görev dağılımında adaleti gözetecek, prova içinde ve dışında oyunculuk yetilerini geliştirecek ve ansambl ruhunu yaratacak bir öğretmen rejisörden söz ediyorum. Bulunabilirse ve özerkliği tanınırsa tabii.

Ömründe hiç oyun yönetmemiş birini veya ağzı kalabalık diye herkesin iyi tiyatrocu sandığı bir başkasını, oraya Genel Sanat Yönetmeni olarak oturtmak; felâketlere gebedir. Kamplaşmaya, ıssızlaşmaya ve umursamaz memurlaşmaya yol açabilir. 

Oyun sahnelemeye kalksa; zaten henüz çok da deneyimli olmayan, bazı bakımlardan halâ eğitime ihtiyaç duyan oyuncuları, acemi berbere emanet etmiş olursun. Yandı gülüm keten helva… 

Ne yapacak? Tabanı yanmış gibi konuk yönetmen arayacak. İyi ama salt konuk yönetmenlerin ürünlerinden ibaret bir tiyatronun kimliği, söylemi, doğrultusu, bütünlüğü, üslûbu, dirayeti, basireti mi kalır? Sürekli konuk yönetmen harcamaları da cabası. Yandı gülüm Şirince’nin bağları…

Onu da beceremeyip, üstelik mevcut oyun repertuvarını gömecek kadar hırslı olunca; gelsin gezici kamyon şablonu, gelsin sınıflarda masal anlatmaca naylonu, gelsin Karagöz-Hacivat teflonu. Yandı gülüm İzmir’imin dağları… 

Üzümcü’nün üç yaşındaki bir tiyatroyu yönetmek üzere yumurtladığı cevhere bir göz atıp bitirelim:

Herkesin Herkesi Yönettiği Bir Sistem Oluşturacağız.”

Tiyatro sanatını çarpışan otomobiller gibi düşünüyor anlaşılan. Yalnız sahnedeki otomobiller camdandır. Bunu biliyor mu bilmem?…

YÜCEL ERTEN

İzmir, Eylül 2024

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku