En kısa tanımı ile “kalıcı olma becerisi”dir aslında sürdürülebilirlik. Gelecek kuşakların kafasını çok karıştırmadan şimdiyi yaşama çabası içerir ve bu aralar tam anlamı ile “pek moda” bir tabir. Gelenek ise eskiden beri yapılan şeyler, alışkanlık haline gelenler olarak tanımlanır. Geleneksel olan ise geleneklere dayanan, gelenekler ile ilgili olan her şeydir. Genel niteliğe sahiptir. O halde gelenek sürdürülebilir bir şeydir.
Başlıktan olabildiğince uzak bir giriş yapmamın nedeni “Shakespeare”, “uyarlama”, Karagöz” ifadelerini bir araya getiren yenilikçi ve gelenekçi bir zihniyeti desteklemek aslında. Kimseyi kavramlar içinde boğmak istemem ama geçmişten günümüze gelmeyi başarmış olan her şeyi şimdide anlatmak ve onları daha da ileriye taşımak için geçmişin çizgilerini bugünün boyaları ile renklendirmek gerek diye düşünüyorum. Her konuda da bu böyle bana göre. Eski bir âdeti, geleneği ya da her ne dersek diyelim gerçekten geleceğe taşımaya değer buluyorsak onu şimdi zamanın bireylerine, şimdiki zamanın diliyle anlatmalı. Bir geleneği yaşatmak için onu ilk var olduğu şekilde kullanmak değil yaşanan çağa uydurmak ama bunu yaparken de özünü özenle koruyabilmek belki yazılı olmayan belki de bir zamanlar birilerinin bir yerlere yazdığı ama kimse tarafından henüz okunamamış bir kural olsa gerek. Geçmişin gölgesini geleceğin de görmesi için o gölgeye bugünün ışığını tutmak o geleneği “sürünen” değil “sürebilen” bir hale getirmek demek. Tabi bunlar hep: Bana göre. Konu: Canımız, ciğerparemiz, herkesin göz diktiği ama bizim gözümüzün bebeği Karagöz… Bir de Karagöz’ü ve ekibini alıp bir tiyatro kuran, o tiyatronun da bir nevi genel sanat yönetmenliğini üstlenen gözü kara bir hayali. Buraya kadar çok karışık gelmiş olabilir ama açıklayabilirim. Tabi öncelikle usuldendir Karagöz’den, gölge oyunundan kısacık da olsa bahsetmeliyim. O halde buyurunuz “mukaddime”ye:
Herkesin bir kolundan tuttuğu Karagöz ile perdesini birçok “el”in çekiştirdiği gölge oyunu, aslında kısa tanımlarla ifade edilebilse de uzun bir tarihe, geçmişe, bir sürü efsaneye sahip. Karagöz sadece birden fazla anlatıya, olasılığa, anıya değil tanıma da adını veriyor. Çünkü en kaba tabiri ile Karagöz genel olarak “ismini ana oyun kişisi olan Karagöz’den alan, deve derisinden yapılan çeşitli figürlerin beyaz bir perde üzerine ters ışık ile yansıtılarak oynatılan, eğlenceli, güldürü ögeleri bulunan, geleneksel Türk gölge oyunu” olarak tanımlanıyor. Hayalisi, yardağı, perdesi, göstermelikleri, tasvirleri, peş tahtası, fırdöndüsü, narekesi, zili, tefi ile bir bütün, bir ekip Karagöz. Mukaddime (giriş), muhavere (atışma), fasıl (asıl oyun), bitiş (final) olma üzere dört bölümden oluşur.
Çeşitli kaynaklarda farklı yerlerden, farklı hikâyelerden türediği, kimine göre gerçekten yaşayan insanlar kimine göre gerçekten hayal ürünü oldukları söylenir durur. Örneğin günümüze ulaşan bilgilerden birinde Karagöz’ü Yahudiler Portekiz’den getirmiştir. Kimine göre Yavuz Sultan Selim Mısır’ı alınca Anadolu’ya gelmiştir Karagöz. Kimi kaynaklar Hindistan’dan gelen çingeneler ile birlikte geldiğini söyler. Bursalıların en sevdiği ise Ezel Akay’ın filmine dahi konu olan hikâyedir: Karagöz ve Hacivat, en eski hiciv ustalarıdır ve iktidara olan taşlamaları yüzünden türlü bahanelerle hayatlarına son verilmiştir. Bunun üzerine de yine Bursa’da bir “hayali” “Şeyh Küşteri” tarafından gölgeleri ile yaşatılmışlardır. Bir sürü olasılık, bir sürü hikâye. Alın kabul edin gönlünüz hangisini kabul eder, canınız hangisini çekerse. Şimdi gelelim “muhavere”ye:
Günümüzde ağırlıklı olarak çocuklara oynatılsa da büyüklerin de ilgisini çekecek şekilde yapılabilen, gelenek sürdürme bahanesi ile “öylesine” yapılmadığı takdirde gerçekten sürdürülebilir olan Karagöz ve gölge oyunu geleneksel meselesinin en çok kafa karıştırdığı noktada durur. Bu kafa karışıklığında elbette Karagöz’ün bir suçu yoktur. Mesele “hayali” olabilmektedir çünkü. Bu işe gönül vermek yetmez olsa gerek zira o gönül ortaya konmalı, yetenekle, ileri görüşlülükle, modernlikle harmanlanmalıdır. Yani bana göre tabi. Yakın zamanda izlediğim iyi bir uygulama üzerinden bu meseleyi daha da açmak isterim. Tanıştığım Karagöz ekibi ve o ekibi çubuklarla perdede oynatmaktan ziyade bir oyuncu kadrosu ile çalışmış hissi veren hayalisini de örnek göstermeyi tercih ederim: Mehmet Ali Dönmez ve “sahnelediği” “Venedikli Tacir”i. Çok fazla bahsetmemeye çalışacağım. Dikkatli ilerleyeceğim çünkü sürprizi hatta sürprizleri bozmak istemiyorum. Oyun hakkında bir şey söylememe çabamın ardında da gidip gözlerinizle görmenizi istiyor olmam yatıyor. Muhtemelen ben biraz olsun oyundan bahsedersem tamamını anlatabilirim. Çünkü bu oyunda ve Mehmet Ali’nin yönetiminde çok olumlu anlamda “işler çığırından çıkıyor.” Baştan sona sürprizli, akla hayale gelmeyecek bir iş, geleneği iliklerine kadar hissettiriyor, hicvediyor, taşlıyor, güldürüyor, şaşırtıyor, düşündürüyor, “vallahi öyle” dedirtiyor ve geleceğe çok yakışacağı şimdiden belli oluyor. İşte bu yüzden yazının “fasıl” kısmında sözü gerçek bir “Hayali”ye vereceğim. Oyun dramaturjisinden sahnelenmesine her açıdan nasıl detaylı çalışıldığının ispatı olarak çıkıyor seyirci karşısına. Fazlalıklar atılmış, güncel dokunuşlar yapılırken öze zeval gelmemiş, Karagöz karakterleri sanki yüzlerce yıldır Shakespeare oynamak için hazırlanmış. Bundan sonrası büyüyü bozacak, daha fazla konuşmayayım.
Geçmişten gelen gölgeye bugünün ışığını tutan adam: Mehmet Ali Dönmez
En bilinen şeyleri tekrar etmek yerine geleneği eskiyi olduğu gibi yeninin içine yerleştirmeye çalışmadan bugünün şartlarını geleneğe hizmet için, onu daha ileri götürmek için kullanmayı tercih eden adama Mehmet Ali Dönmez’e anlattırayım diye düşündüm. Çünkü gelenek, geçmiş ve geleceğin arasında bir yerde sıkışıp kalmış olmaktan oldukça sıkılmıştır diye düşünenlerdenim. O da öyle. Geçmiş diyor ki “Beni unutmayın, ileride lazım olurum.” Şimdi de diyor ki “Benim insanlarıma tozlu raflardan, örümcek bağlamış işlerden bahsedemezsiniz. Sıkılırlar, sevmezler. Sizi harcarlar.” Gelecek de muhtemelen diyecek ki: “Pardon! Çıkaramadım!” Gelecek de bir gün gelecek ama bizim ona nasıl gittiğimiz, geçmişi, geleneği ona hatta gelecekten önce şimdiye nasıl sunduğumuz önemli bence. Bu yüzden yenilenmek, şimdide gerçekten var olmaya ve geleceğe uzanmaya yönelik hedeflere göre davranmak gerek. Bir şeyleri yenilemek ve geliştirmek her zaman onları değiştirmek anlamına gelmez bence. Bugünün bireyine, geleneği sevdirmek için o bireye kendi bildiği dilden konuşmalı. İşte sözü Mehmet Ali’ye vermek istediğim nokta tam da burası. A’dan Z’ye varıp geleneği, bir Shakespeare klasiği olan Venedik Taciri’ni Karagöz ekibi ile Venedikli Tacir olarak “sahnelenmesini”, Karagöz’ü ve bu konu hakkında ne varsa her şeyi sorabilmek için. Fasıl devam ediyor:
Bir geleneği sürdürmeyi başat görev edinmiş bir adam yapsın geleneğin tanıtımını istedim. Mehmet Ali de dedi ki:
“Gelenek, bizi biz yapan parçaların bir bütünüdür aslında. Bize aidiyet hissi veren, köklerimizi hatırlatan, kültürün temelini oluşturan değerlerdir. Gelişim yolculuğunda bir rehber, toplumu bir arada tutan yapı taşıdır. Sanat ise en kısa tabirle bir ifade biçimidir ve mutlak suretle bulunduğu coğrafyaya göre şekillenir. Çünkü sanatçının toplumla iletişime geçebilmesi için o toplumun kodlarına uygun eserler ortaya koyması gerekir. Bugün tiyatroda geleneksel unsurların kullanılması seyircinin kültürel mirasına gönderme yaparak onunla bağ kurmanın en önemli ve verimli yoludur. Çünkü geleneksel unsurlar, seyircilerin belleklerinde yer eden simgeler ve anlamlar barındırır. Peki bununla ne yapmak gerekir? Öncelikle ‘gelenek’ ya da ‘geleneksel’ kavramları altında kesinlikle ilkelleşmeden, geçmişe saplantılı olmadan, tutuculuk yapmadan yeni biçimler ve formlar geliştirilmelidir. Geleneksel olandan beslenelim demek sırtımızda kaftan, başımızda kavukla sahneye çıkmak demek değildir. Asla bunu kast etmiyorum. Böyle olacak olsaydı batı tiyatrosunda insanlar hala sırtında keçi postuyla sahneye çıkıyor olurdu. Ama öyle mi? Keçi postuyla başlayan süreç pek çok sanat akımına ve türüne evrildi. Sanırım bizim yapamadığımız şey de tam olarak bu. Yüzyıllar önce ortaya çıkardığımız ifade biçimleriyle bugün bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz, ısrarla ve inatla sanat muhafazakârlığı yapıyoruz. Ancak o dönemin ne siyasi, ekonomik, toplumsal koşulları ne de bilinçsel toplum yapısı bugününkiyle aynıdır. Hâlbuki tiyatromuzun o kadar zengin yapısal özellikleri var ki; göstermeci, oyun içinde oyun, yabancılaştırma, soyutlama vs… Sadece bunları kullanarak, kaynağımızı buradan alarak, buradan beslenerek bile geçmişten günümüze aktarılan bu mirasın, evrensel ve çağdaş bir formla harmanlanması, tiyatronun daha güçlü ve etkili olmasını sağlayacaktır. Brecht’in Batı tiyatrosunda yaptığı bu değil midir? Günümüzde Ferhan Şensoy’u, Nejat Uygur’u, Haldun Taner’i saygıyla anmamızın sebebi bu değil midir? Geleneğe bağlı kalmak önemli olsa da, yeni fikirlere, teknolojik gelişmelere, yeniliklere açık olmak da önemlidir. Çünkü yenilik; değişimin ve ilerlemenin itici gücüdür. Değişime direnmek ise durağanlaştırır. İkisi arasında sağlıklı ve organik bir denge kurulmalıdır. Gelenek ancak bu şekilde bir sonraki kuşağa aktarılabilir. Buradaki anahtar nokta, dengeyi bulmakta. Köklü geleneklerimizi korurken, yenilikçi ve değişen dünyaya da ayak uydurmak. Zira kültürümüz, geçmişten beslenmekle birlikte, sürekli yenilenmeli ve gelişmelidir. Aksi takdirde, çağın gerisinde kalır ve anlamsızlaşır.
Kalbimiz bir. Tamam, da bunca yüzyılın “Venedik Taciri” sizce neden olmuş Venedikli Tacir? Ayrıca Mehmet Ali ve ekibi ne anlatıyor bu oyunda? Neyi öne çıkarmış, neresinden bakmış neden böyle yapmış, derdi neymiş meselelerini de ona anlattırdım. Ben konuşursam tamamını anlatacağım çünkü dayanamayıp.
Venedikli Tacir ismi benim aslında çok zor alıştığım bir isim oldu. Venedik Taciri ismine o kadar alışmışız ki bunu çok zor kırabildim. Aslında açıklaması çok basit. Sevgili Murat hocama (‘Öteki’ adamı diyor, Murat Karahüseyinoğlu. Onu da ayrıca başka bir yazıda anlatacağım. Şimdi konuyu dağıtmayalım.) bunu sorduğumda bana şu açıklamayı yaptı; “Antonio nereli? Venedikli. Ondan bahsederken Venedik Taciri demeyiz değil mi? Venedikli Tacir deriz. Çünkü bu insan ticaret yapıyor, Venedik’i satmıyor.” İşte açıklaması budur.
Gelelim bu oyunun derdine. Oyunun temelinde aslında bir ‘adalet’ kavramı var. Adaletin nasıl oyunsu bir hal aldığını, kişilerin kendine ve çıkarlarına göre bunu nasıl kullandığını, sistemi ve yasayı kullanarak adaletin nasıl manipüle edildiğini, aslında değerlere göre haksız olan birinin hukuku kullanarak nasıl arsızlaştığını görüyoruz. Kısacası çürümüş olan sistemin oyuncağa dönmesini izliyoruz. Yahudi Shylock, Hristiyan Antonio’dan borca karşılık bedeninden et istiyor ve bunu senet haline getirdikleri için de hak iddia edebiliyor. Ama kurallar bellidir öyle değil midir? Para verdiysen para alırsın, bu bu kadar nettir. Oyunbozanlığın anlamı yoktur. İşte bu yasanın açığını bilip bu açığı kullanmaktır. Günümüzde de bu böyle değil mi sence? Bugün suç işleyen birinin ceza almadığını ya da yeteri kadar almadığını gördüğünde, o kişinin sistemin ya da kanunların açığını bulmuş olduğunu ve her şeyi nasıl da kuralına uygun yaptığını görmüyor muyuz? Herkes diyor ki ‘O suçlu’ kanun diyor ki ‘Ama böyle bir şey var ya tüh…’ Peki, böyle olunca ne oluyor? Halk kendi adaletini kendi aramaya başlıyor. Bu da oyunda Karagöz’ün adaleti temsilen kadı olarak gelmesine karşılık geliyor diyebilirim. Ortada bir oyunbozanlık durumu var, çözmek için adalete başvuruluyor ve adaleti temsilen Karagöz yani halktan bir kimse, gelip bir mahkemeyle, haklıyı haksızı ayırabiliyor… Doğrusu bu mu? Bence değil, komik ama üzücü bir durum. İşte Venedikli Tacir’in üzerinde durduğu kavramlardan biri budur diyebilirim.”
Ona da tamam. Bir de tüm klişelerden, ilk akla gelenlerden uzak bir Karagöz ve Gölge Oyunu tanımı yapmasını istediğimde dediklerine bakın:
“Gölge oyunu, oynatıcıya büyüsel ve mistik alan sunan bir biçim. Derin bir tasavvufi anlamı var zaten ama bunun dışında farklı bir şey söylemem gerekirse iyileştirici ve sağaltıcı bir yönü de var. Gölge oyunun başına geçtiğinizde kuklalarınızla ya da tasvirlerinizle ortaklaşa bir yaşam sürmek zorundasınız. Küçük komün bir yaşamınız var aslında ve bu yaşamda hiç kimsenin hiç kimseye üstünlük taslama gibi bir ihtimali yok. Aynı zamanda bencil de olamazsınız. Tamamen paylaşımcı, hoşgörülü ve orta yolu bulan bir insan oluyorsunuz. Çünkü göreviniz elinizdeki kuklaya yaşam ateşi yani ruh üflemek. Kukla sizin elinizde can buluyor ve gerçekten yaşaması da sizin onunla kurduğunuz bağa ya da ilişkiye bağlı. İşte kukla tam bu nokta da hem sizden bir parça hem de sizden bağımsız, sizin karşınızda duran belki bazen laf atıp partnerleşen bir varlığa dönüşüyor. Bu noktada diyebilirim ki gölge oyunu; Hem oynatan hem de izleyen kişileri, oynatıcının can verdiği kuklalar ve sınırsız büyüsel biçim aracılığıyla, görünen gerçeklikten görünmeyen gerçekliğe ulaşma sürecindeki ortak buluşma noktasıdır. Karagöz için bir tanımlama yapmam gerekirse de, benim için Karagöz; deli dolu, kurnaz bir anarşistle çıkılan yolculuktur, diyebilirim. Hem de ne yolculuk…”
Belki de bunu baştan sormam gerekirdi ama bence sırası şimdi geldi. Peki ya tüm bunların ardından senin Karagöz’ün, bu alandaki birikimin, geçmişin ve geleceğin?
“Benim karagöz maceram Uludağ G.S.F.’de oyunculuk bölümünde başladı. İkinci sınıftayken geleneksel tiyatro dersimiz vardı. Hocamız da çok sevdiğim ve kıymet verdiğim hem lisans hem de yüksek lisans danışmanlığımı da yapan Dr. Banu Çakman Duman’dı. Final sınavını uygulamalı yapmak istedi ve herkes istediği alanı seçebilirken bana Karagöz yapmayı zorunlu kıldı. İtiraz ettim falan ama nafile mecbur kabul ettim. Sonra araştırmaya başladım, Karagöz müzesine gidip destek istedim vs sonra sınav günü bütün okula ‘Ters Evlenme’ isimli oyunu sahneledim. Belki de ömrümde karagöz çubuklarını ilk defa elime almışımdır. Oyun ortalama 40 dakika sürdü, oyun sonunda pek çok olumlu dönüş aldım ama özellikle hocam ‘Sakın bırakma bunu, devam et!’ deyince de vardır bir bildiği diyerek bir daha da elimden hiç bırakmadım. O dönem otostopla Türkiye turu yaparken sırt çantamda taşıyabileceğim küçük bir de perde hazırladım. Ege de, Güneydoğu ve İç Anadolu da gittiğim yerlerde sokaklarda perde kurup Karagöz oynatıyordum. Böylece sanırım sokakta karagöz oynatan ilk isimlerdenim. Sonra bu durum biraz dikkat çekti ve ‘Eskişehir Şehir Tiyatroları’ndan hocam ve ustam olan Emre Basalak benden proje yapmamı istedi, ardından henüz üçüncü sınıftayken bir sezon boyunca orada ‘Meddah’ın Hayali’ (2018-2019) isimli oyunu sahneledim. Henüz öğrenciyken hayranı olduğunuz, bu mesleği yapmaya karar verdiğiniz ve eğitim alıp büyüdüğünüz bir kurum tiyatrosunda proje tasarlayıp, sezon boyunca oynamak; Bu benim için tarif edemeyeceğim bir hissiyat. Ardından mezun olunca da Nilüfer Kent Tiyatrosuna ‘Bir Avuç Tohum’ ve ‘Aylak’ (2020-2021) isimli hem karagöz hem kavuklu pişekarı içinde barındıran iki oyun yaptım. Şimdilerde ise tamamen kendime özgü bir üslup yakalamanın peşindeyim. Tasvir, dekor, perde ya da metin konusunda yeni biçimler denemeye ve araştırmaya devam ediyorum. Sevgili Murat hocamla çalıştığımız Venedikli Tacir de bunlardan biri oldu. Günümüzün dinamiklerine ayak uyduran ve seyirci algısına hitap eden bir iş. Şimdi ise sırada yine Murat Karahüseyinoğlu hocamla çalıştığımız Samuel Beckett’ten Godot’u Beklerken oyunu var ve bu oyunlarla sadece ulusal değil uluslararası alanda çalışmalar yürütmek, Karagöz’ü hak ettiği yere konumlandırmak istiyorum. Sanırım bunun için de fabrika ayarlarına bir geri dönüş yapmak şart gibi duruyor. Umarım bu alanda eskiyi bilerek ve sahiplenerek hep yeninin ve yapılmamışın peşinden giden insanlar yetişir. Yani aslında işin özü; yerelden çıkıp evrensele ulaşmak. Ülkemizde bunu yapabilen çok az insan var. Gelenek, kültür, yenilik ve değişim arasındaki dengeyi en doğru şekilde kurmak; bu alandaki tek derdim ve hayalim bu açıkçası.”
Daha sonra Öteki Adam’dan bahsedeceğimi söyleyip durduğum Murat Karahüseyinoğlu ve Öteki Tiyatro’dan bahsedelim biraz. Bu işte parmağı ve hatırı sayılır bir emeği var çünkü. Ama sözüm olsun onu ayrıca başka bir yazıda ele alacağım. 12 Öfkeli Adam’ın her birinden tek tek bahsetmeyi de planlıyorum ama şimdi konumuz bu değil.
“Murat Ağabey ile bizim hikâyemiz çok kısa aslında. Bizim şimdi yine beraber çalışacağımız Godot’u Beklerken’i, O daha önce Godot Bize Gelmez diye uyarlayıp başka bir karagöz sanatçısı ile çalışmıştı. Bu anlamda ilk ve başarılı bir oyundu. Bu oyunla birlikte Bursa’ya turneye geldiğinde bizim sahnede oynamıştı. İşte biz de orada tanıştık. Daha sonra bir iki kez daha ayrıca buluşma fırsatımız oldu. Bu buluşmalarda hem tiyatro hem de karagöz üzerine yoğun sohbetler ettik. Baktım ki aslında ikimizin de yaklaşımları, derdi aynı. Ben öğrenmeyi, öğrendiklerini uygulamayı, üretmeyi çok seven hem meraklı hem de tez canlı biriyimdir. Karşımda da bu alanda pek çok çalışma yapmış; yazılar, kitaplar, belgeseller, animasyonlar vs. üretmiş birini görünce dedim ki ‘Ben seni bırakmam, bana bir şeyler öğret.’ Hal böyle olunca ‘Beraber bir iş yapsak ya’ diye sıkıştırmaya başladım, o da bir süre sonra illallah etti benden tabi sonra ‘Venedikli’yi yapalım seninle’ dedi. Bursa-İstanbul arası gitgelleri olan prova süreci de böylece başladı ve bu süreç sekiz ay sürdü. Her detayına ince ince çalıştık, Murat Ağabey’den inanılmaz şeyler öğrendim. Sağ olsun yönetmenden ziyade abi gibi yaklaştı, işin inceliklerini ve bu sanatın püf noktalarını gösterdi. O kadar çalışkan ve üretken biri ki ettiğin sohbet bile bir süre sonra derse dönmeye başlardı. Bu yüzden onunla tanıştığım ve böyle bir iş yaptığımız için de açıkçası kendimi şanslı hissediyorum.”
Böyleyken böyle yani anlayacağınız. Ben daha ne diyeyim. En iyisi geleneğe yeni bir kelam da ben etmeyi deneyeyim. Bu son deyiş benden geleneği geleceğe layık yaşatanlara, gelenekçi yenilikçilere, yenilikçi gelenekçilere gitsin:
Ve “bitiş” olarak;
Canlandırdın perdeyi ettin bizi bahtiyar
Varalım tekelinde zannedenlere misal gösterip edelim seninle iftihar!