Son zamanlarda Devlet Tiyatrosu’na ilk girdiğim 1985 yıllarında biriktirdiğim eski Devlet Tiyatroları yayınlarını okuyorum. Bir tiyatro tarihi bu dergiler ve maalesef uzun yıllar var ki çıkmıyor. (*) Muhsin Ertuğrul şöyle yazmış: “Atatürk’ün camiamızda yaptığı inkılap, şekilde daha kolay ve daha çok iz bıraktı da ruha daha güç ve daha az işleyebildi. Böyle olmasaydı bugün hepimiz milletlerin hayatında (Tiyatro) mevkiini daha iyi kavrar, ona daha çok ehemmiyet verirdik. Artık bütün dünya biliyor ki hiçbir sanat şubesi, hangisi olursa olsun, milletlerin tez yükselmesinde tiyatro kadar faydalı olmamıştır. İnsanı tam mânasıyla kolayca insan eden yalnız, henüz bizim kâfi derecede ehemmiyet vermediğimiz, tiyatrodur. Umumî bir hususî hayatımızda bunun ne elle tutulur tesirlerini görmüşüzdür ve tarih boyunca bu tesirleri nesiller üstünde takip etmek, görecek gözü olanlara, ne kadar kolaydır. Sanatla sanatkârın halk kütlesiyle yakından temas ettiği çağlarda cemiyetler ve insanlar ne süratle ilerlemişler ve ruhen ne kadar inceleşmişlerdir. Sanatkâr, gelecek olan zamanın bir öncüsü ve bir mübeşşiri olmuştur. Kütle onun gittiği yola ancak çeyrek asır sonra girebilir. Sanatkâr, tabiattan ve yaradılıştan aldığı ilhamla, duyup da ifade edemeyen, halk ruhunun her zaman biricik tercümanı olmuştur. Bunun için sanat, icra eden ve tesiri altında kalan için bir nevi kudsiyet kazanır. Ama gel gelelim ki, bizim anlamakta ve kavramakta geciktiğimiz ve bir hayli geri kaldığımız bu biricik alan (Sanat) dır.” (**)
Hepimizin tartışmasız ‘Usta’ ve ‘Hoca’ olarak gördüğü bu değerli tiyatro insanının 1948’te kaleme aldığı bu yazının üzerinden geçen zamana rağmen “Değişen Ne?” sorusunu sorup, yanıt bulmaya çalışmamız oldukça ilginç. Bir gerçek de şu ki, hâlâ yılmadan mücadelemizi sürdürüyoruz. Yılmadık. Umudumuz var. Aslında bu sanat dalına ‘kutsiyet’ kazandırmak değil meselemiz; her mesleğin, her kişinin, her yurttaşın ‘onuru’ ve ‘itibarı’ zaten olması gereken. Mesele bu ülkenin ‘geleceği’ meselesidir. İzninizle bunu ‘mesele’ edinelim.
Atatürk II filmini (***) izlediniz mi?
Millî Mücadele’yle kahramana dönüşerek hem kendi hem de ülkesinin kaderini değiştiren bir lideri yani Atatürk’ü anlatıyor. Bu filmdeki bir sahne aklımdan hiç çıkmıyor:
Enver Paşa odasındadır, yanında Cemal Paşa ve Talât Paşa’yı görürüz. Cemal Paşa camdan bakmaktadır. Kamera uzaklaşmakta olan Mustafa Kemal’i gösterir. Enver Paşa masasında evrak okumaktadır, Talât Paşa kahvesini içmektedir. Cemal Paşa onunla göz göze gelir. “Talât doğru mu yaptık şimdi?” diye sorar; Enver Paşa da “Bu kadarına şükretsin.” diye cevap verir. Bir sonraki sahnede, Selanik’te bir tren istasyonunu görürüz. Kamera amorstan birini gösterir, biraz açılınca bu kişinin Mustafa Kemal olduğunu anlarız. Binaya bakmaktadır, sonra istasyona doğru yürür. Mustafa Kemal yeni görev yerine gelmiştir. Burası küçücük bir istasyon binasıdır. Bir Çavuş karşılar kendisini. “Kumandanm hoşgeldiniz.” deyince, Mustafa Kemal de “Bizi vazifeye burayı yazmışlar” der. Çavuşun hayretler içinde bakışı gözümün önünde. Sonra Çavuş ona içeriyi gezdirir. Sıra Mustafa Kemal’in odasına gelir ve “Bu oda da naçizane size” der. Odanın bir duvarında Enver Paşa posteri vardır. Mustafa Kemal dönüp “Burada seninle çalışacağız demek” der. Oysa Çavuş emekliye ayrılıyordur, dolayısıyla Mustafa Kemal aslında çavuşun yerine atanmıştır. Çavuş aklımdan hiç çıkmayan o soruyu sorar: “Ben de duyunca onu idrak edemedim. Affınıza sığınarak. İstasyon şefliği için neden bir kurmay yüzbaşı düşünüldü?” Mustafa Kemal, çavuş odadan çıkınca üzerinde sadece kalemlik olan boş masaya oturur, çekmeceleri kontrol eder, arkasına yaslanır. Enver Paşa’nın afişine bakar. O an duyduğu öfkeyle bir şey fırlatır. Bir süre sonra Çavuş gelir, “Bir emrin var mı kumandanım?” diye sorar. Mustafa Kemal unutamadığım şu repliği söyler: “Bizim meslekte vazifenin büyüğü küçüğü olmaz değil mi çavuş?” Mustafa Kemal, Selanik’te sürgünde geçirdiği zamanı Almanca bir kitap okuyarak, defterine notlar alarak geçirir. Gel zaman git zaman trenler gelir gider ve Mustafa Kemal’i hep masasında kitap okurken görürüz. İşte orada, sürgünde biriktirdikleriyle geleceğin tohumu atılır.
Bunu niye anlattım? Daha doğrusu niye aklıma geldi?
Tarsus Şehir Tiyatrosu’nun sanatsal faaliyetlerinin durdurulmasını büyük bir üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayım. Oyuncuların, farklı görevlerle, örneğin barınakta, kapıda karşılamada, sosyal hizmetlerde, çay ocağında, yeni dünya toplanmasında, tuvalet temizlemede görevlendirildikleri duyulduğunda -sadece ben değil- tüm sanat camiası bu durumdan dolayı derin bir hayret ve üzüntü duydu. Mesele görevlendirildikleri birimlerin onur kırıcı olması değil; tartışmasız her meslek kutsaldır. Buradaki mesele ‘sürgün’ zihniyeti ile dayatılan bezdirme, itibarsızlaştırma, uzaklaştırma vs.
Bertolt Brecht’in bir oyunundaki şarkının adı benim hayatımın bir mottosu gibi olmuştur: “İnsan neyle yaşar?” (****) Bu soruyu sormakla ve yanıtlamakla geçti ömrüm. Bir anlam katmak bir değer yaratmak için… Her ne olursa olsun yaşam, onurumuzla, şerefimizle, haysiyetimizle yaşayabiliyorsak yaşamdır.
Diyebilirsiniz ki, sizi niye alakadar ediyor Tarsus Şehir Tiyatrosu? Anlatayım… Hani derler ya, “Hayat siz planlar yaparken başınıza gelen şeydir” diye… Benimki de biraz öyle! Hayat bazen hiç dahlinizin olmadığı bir durumda sizi bazı süreçlere dahil ediverir. Benim için de böyle oldu. Önce Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu atölyeleri için ‘danışmanlık’ görevi teklif edilmiş ve ben de bu görevi kabul etmiştim. Onca yıllık birikimim ve deneyimim ölçüsünde ülkemin neresinde çocuk ve gençlik tiyatrosu yapılıyorsa elimden geleni yapmak boynumun borcudur. Çünkü: Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu, tiyatro sanatını icra edenlerin muhakkak üzerinde önemle, dikkatle ve titizlikle durması gereken bir alandır. Çünkü çocuk tiyatrosu, çocukların dünyasını, düşünce ve duygu yaşamlarını, yaratıcılıklarını, hayal güçlerini, birbirleriyle olan paylaşım ve iletişim becerilerini, karar verme yetilerini geliştirir; çocuklara iyiliği çoğaltacak değerler kazandırarak kişiliklerinin olgunlaşmasını sağlar ve çocukları aynı zamanda güzel sanatların pek çok dalıyla da tanıştırır; çünkü hem görsel hem işitsel açıdan bir estetik değerler bütünü yaratır.
Ancak kendimi ‘danışman’ değil, Tarsus Şehir Tiyatrosu’nun bir nevi ‘gönül elçisi’ olarak buldum. Tabii, pandemi ve hepimizi yasa boğan depremden ötürü hayat neredeyse durmuştu. Bana ihtiyaç duyulduğunda her zaman yanlarındaydım. İyi ki onları tanıdım. Dünyanın herhangi bir yerinde tiyatro tutkusuyla yanıp tutuşan kim varsa iyiliği çoğaltacaktır düşüncesinde olduğumdan böyle kişileri kendime çekme gibi bir özelliğim var. Tarsus’ta da aynen böyle oldu. Bu kadar çalışkan ve tiyatro sanatı için çarpan yüreği görünce kim olsa kayıtsız kalamazdı. Ben de ülke olarak yaşadığımız acılar ve sorunlar neticesinde -bir gönül elçisi olarak- “Masal Güller”’ adlı oyunumuzu Tarsus Şehir Tiyatrosu’nda ‘karşılık beklemeksizin’ oynanması için emanet ettim. “Masal Gülleri” oyunun yaratıcıları olarak biraz olsun katkıda bulunabildiysek ne mutlu bize.
Tiyatro sanatını Tarsus’ta yaşatmak demek, medeniyetlerin beşiği bir şehre yeni bir soluk getirmek demekti, çocuklar ve gençler için geleceği inşa etmek demekti. Tiyatro, öyle köklü bir ağaçtır ki, gövdesi varoluşu yüz yıllar öncesine dayanan bir güçte; dalları ise geliştikçe geleceğe uzanacak bir heybettedir. Bu nedenle, iyimser bir umutla tek dileğim, Tarsus’ta esmeye başlayan sanat rüzgarının çok daha güçlü esmesini sağlayacak bir ortamın yeniden sağlanabilmesidir. Sadece büyük şehirlerde değil, yurdun her bir köşesinde yeşeren bir sanat ortamı bu ülkenin ‘geleceği’ demektir. Bu bilinç, inanç ve sorumlulukla hepimiz ülkemiz için çalışmaya devam etmeliyiz.
Tarsus Şehir Tiyatrosu, pandemi sürecinde kendi oyunlarını sürdürmeye çalışırken bir yandan da pandemi ve deprem sonrası zor şartlardaki tiyatrolara destek olmuş ve unutulmayacak bir “dayanışma örneği” sergilemiştir. Yaptıkları, yapacaklarının teminatıdır. Tiyatronun oyuncularının her biri, doğdukları şehre geri dönmüş ve orada tiyatro sanatını yaşatmak için çetin bir mücadeleye girmeyi göze almışlardır. Bu ancak takdir edilebilir. Cezalandırılamaz. Cezalandırılmamalı. Hele ki sizin gibi Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün ilkelerini benimsemiş, sosyal demokrat, özgürlükçü, bağımsız, laik bir yönetici tarafından.
Aklıma Baksı Müzesi geldi. Biliyorsunuz, kurucusu çok değerli bir sanatçımız Prof. Dr. Hüsamettin Koçan. Kendisi Bayburt doğumlu. Bir düşünü gerçekleştirmiş ve Baksı Müzesi’ni başta sanatçılar olmak üzere çok sayıda gönüllünün katkısıyla kurmuş. Çağdaş sanat ve geleneksel sanatı aynı çatı altında buluşturarak büyük bir arazide doğduğu topraklarda Baksı Müzesi gibi muhteşem bir projeyi kazandırmıştır.
Demem o ki, her kim ki doğduğu topraklara geri dönüp hizmet veriyorsa onlar ancak o toprağın “insanı” olurlar; birinin “adamı” olmak üzerlerine yapışmaz. Hiçbir şey topraklarına duydukları bağlılıkla ölçülemez. Gelin el verin onlara. Tarsus, medeniyetler şehri sıfatına sanatı da dahil etsin. Oyunlar, festivaller, atölyeler şehre canlılık getirsin. Bu genç ekibe güvenin. Yola çıkmak için güvenebileceğiniz inanılmaz bir kadro var elinizin altında. Üstelik zaman içinde büyütebilirsiniz de…
Gönül ister ki, sanat kurumları “özerk” olabilsin. Maalesef bunun için daha çok yol kat etmeliyiz. Ama, o güne dek yapabileceğimiz çok şey var. Bunun başında, sanatçıların bağımsız olduklarını -yani birinin ya da birilerinin “adamı” olmadıkları ve özgür iradeleriyle bu ülkenin sanat ortamını şekillendiren, bir toplumun geleceğini inşa eden cesur, yürekli ve cevval kişiler oldukları kabul edilsin.
Atatürk’ün önderliğinde ulusal bağımsızlığımızı kazanmamız ve neticesinde Cumhuriyetin kurulmasıyla ülkenin çağdaşlaşmasının temeli atılmıştır. Bunun göstergesi olan günümüz sanat anlayışını şekillendirmedeki etkisi tartışılmazdır. O günkü devrimler ve reformlar sayesinde tiyatro sanatımız da şekillenmiş ve bugüne gelebilmiştir. Bunu yaşatıp yaşatmamak hepimizin sorumluluğudur.
Gençlere fırsat, tiyatroya da hak ettiği değeri verin. Kazanan hem siz, hem Tarsus, hem toplum, hem de ülkemiz olsun.
AYŞE LEBRİZ BERKEM
Kaynakça:
* Muhsin Ertuğrul, Tiyatro Yazıları Ekim 1948 “Tiyatroya Ehemmiyet Veremiyoruz”
** Daktiloyla yazılmış bir yazıdır, basımı da öyle çoğaltılmıştır. Aynısıyla aktardım.
*** Senaryosunu Necati Şahin’ın yazmış, yönetmenliğini Mehmet Ada Öztekin üstlenmiştir.
**** Alman oyun yazarı ve şairi, Epik (Diyalektik) Tiyatronun kurucusu; 1928’de Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte yazdığı “Üç Kuruşluk Opera” oyunundan bir bölümdür.