“Şayet havaya atılan bir taş düşünebilseydi, kendi isteğiyle yere düştüğünü sanırdı.” diyor Spinoza. Sahi, hayatımıza gerçekten kendimiz mi yön veriyoruz? Ya da inandığımız değerlerin ve uğruna hayatımızı verdiğimiz inançların doğrulundan ne kadar eminiz? Doğru olduklarına nasıl inandık? Beyaz yakalı nedir? Evlilik? Cinayet? Bir insan ömrünün kaç saatini çalışarak geçirir? Düşünmek istemeyiz, biliriz ki bu soruların cevapları bizi gerçeklerle yüzleştirir. Yüzleşmek ise, büyük bir cesaretle altından kalkılabilecek bir iştir. Nitekim, bunu fark ettiğimiz için çoğu zaman sorgulamaktan kaçınırız. Bu kaçış arzumuz, bir şekilde içinde bulunduğumuz sistemin ideolojik aygıtları tarafından da desteklenir ve sorgulamaya yönelik adımlarımızın önüne yüksek bir duvar örer. Bize dayatılanları bir noktadan sonra öylesine içselleştiririz ki, tek bildiğimiz doğrular bunlar olur. Fakat tüm bu arzu ve çabalara karşılık, kimi zaman hayatımızın bir noktasında yaşanan büyük krizler veya dönüşümler, o duvarları yıkarak ister istemez bizi sorgulamaya itebilir. Bu durum, daha önceki yaşantımızda inandığımız değerlerin doğruluğunun sorgulanmaya başlandığı yeni bir evreyi başlatır. Bu bazen derin bir bunalıma, bazen büyük bir aydınlanışa, bazense bir cinnete dönüşebilir.
“Elde Var Sıfır” oyunu, işte tam olarak bu yöndeki bir sorgulamayı ele alıyor. Modern toplumun yalnızlaştırılan insanını yansıtan karakterler, toplumun ezici çoğunluğu oluşturan emekçilerin iş ve aile hayatlarına ışık tutmaktadır. Hayatlarının büyük bir bölümünü genel geçer kabullerle yaşayan, kendisini kuşatan sınırların farkına dahi varamayan bu kişileri, sorgulama ve bu sorgulamanın sonunda yaşanacak büyük bir cinnet anı beklemektedir.
Teatral Arayışlar tarafından sahnelenen oyunun yönetmeni ve yazarı olan Özgür Özkurt, aynı zamanda sahnede başrolü Melis Avçil ile paylaşıyor. Sahnede Melis Avcil ve Özgür Özkurt’a eşlik eden bir diğer oyuncu ise Burak Yıldırım. Işık tasarımı da Özgür Özkurt ve Melis Avçil imzası taşımakta.
Oyun, komut oyuncunun ‘’oyun başlıyor’’ uyarısı ile başlamakta, zemin üzerinde ise numaralı ışıklar bulunmaktadır. Sahne tasarımı açısından dekorun oldukça işlevsel kullanıldığını hemen ifade etmeliyim. Ayrıca, ışık masası sahnede seyircinin görebileceği bir noktada konumlandırılıyor. Kostümlerde ise dramaturjik bir anlamın mevcut olduğunu ve karakterlere uyumlu bir şekilde kostüm değişikliklerine gidildiğini söylemek mümkün. Oyun boyunca sahnede olan her şey bir amaca hizmet ediyor; kostümler, dekor, ışık bir bütünlük ile harmanlanıyor. Dekorun ışık tasarımıyla bütünleşerek yaratılan farklı mekân tasarımları çarpıcı bir biçimde oyun atmosferinin değişmesini, oyundaki anlatılmak istenilenin, repliklerin derinlik kazanmasını sağlıyor.
Oyuncuların beden, jest ve ses kullanımları göz dolduruyor. Sahnede yer yer kaotik anlar yaşansa da, oyuncuların beden kullanımındaki ustalıkları, seyircinin sesine göre seslerini tonlamalarını bozmadan ayarlamaları ve repliklerini anlaşılır kılmaları, seyir izleğini güçlendiriyor. Anlatı kısımlarında dahi oyuncuların akışı tek düzelikten çıkaran tonlamaları ise ayrıca dikkate değer bir nokta.
Her oyuncu farklı karakterlere bürünürken, bunların ayrımları ince nüanslarla (gerek oyunculuk gerekse kostüm ve aksesuarlardaki değişimler) karışıklığa sebep olmayacak şekilde canlandırılıyor. Oyun 60 dakika, tek perde olmasına rağmen, içeriğinin yoğunluğu seyirciyi yormuyor, sıkmıyor ve anlatılanlar belli bir izlek üzerinden sunuluyor.. Oyun, kendi içinde bölümlere ayrılıyor ve bu bölümler belirli başlıklarla bölünüyor. Zil sesinin kullanımıyla sahne geçişleri belirginleştiriliyor, dekor ve kostüm değişiklikleri sahne üzerinde gerçekleştirilerek oyuna dinamizm katılıyor. Bu yabancılaştırma unsurları, eş zamanlı olarak, sahnede anlatılanın seyircide bir illüzyon etkisi yaratmasını engelleyip onları dışsal bir sorgulamaya itiyor. İlerleyen sahnelerde yer yer mikrofon kullanımını görüyoruz. Derinlik katmak için yapılmış olsa da, uzun soluklu mikrofon konuşmalarının, mekanın boyutu nedeniyle, bir noktadan sonra yorucu olduğunu söylemek mümkün. Sahne geçişlerinde zil sesleri – ışık değişimleri, oyuncuların saçlarının değişmesi, komut oyuncunun yönlendirmeleri – ki yer yer komut oyuncuya olan müdahaleler karakterin hayatındaki dayatılara dair müdahalesi olarak da yorumlanabilir- az ama öz araçla anlatının derinleştirilmesi, oyunculukların bir bütün olarak başarısı ve yine oyuncuların birbiriyle uyumuyla seyir zevki yüksek bir oyun izliyoruz.
“Elde Var Sıfır”, yaşamı boyunca kendisine söylenenler doğrultusunda yaşamış, kuralların dışına çıkmamış ancak ufak kaçamaklar yapmaktan da geri durmamış bir “beyaz yakalı” emekçi olan Bay Sıfır’ın hayatını konu ediniyor. Oyun, sıradan görülebilecek bir yaşantıda, toplumsal meselelerin izlerini sürmektedir.
Tekdüze bir yaşantıya sahip olan Bay Sıfır’ın hayatı işi ile evi arasında sıkışıp kalmıştır. O, hayatta kalmak için, şirketteki küçücük odasının içerisinde uzun saatler boyunca çalışmak zorundadır. Bay Sıfır’ın dünyası, işidir. Geri kalan her şey işine bağımlı kalmakta ve ona uygun bir düzene sahip olmaktadır. Tanrısı ise, patronudur. O tanrısının sert buyruklarına ve ağır çalıştırma koşullarına ayak uydurmayı başarabilmiştir. Bu noktada, üst sahnede bulunan ve ışık ile sesi yöneten oyuncunun tanrı ve patron rollerini üstlenmiş olmasının oyunun içeriğiyle de son derece uyumlu olduğunu vurgulayalım. Toplumu yönlendirmeye ve şekillendirmeye çalışan egemenleri temsil eden bu karakter, kadir-i mutlak bir görüntüye sahip değil. Öyle ki, bazen vereceği komutları karıştırabiliyor, bazen de oyuncular tarafından doğrudan müdahaleye uğrayabiliyor. Hatta, kimi zaman verdiği emirler alaya alınıp uyulmayabiliyor. Bu tercih, kitleleri pasifize eden ve düzenin ilanihaye devam edeceğini düşündürten yenilmez ve değiştirilemez bir güçlü düzen algısıyla taban tabana zıt. Oyun, gerçekte hayatın, tek bir kişi veya sınıfın istekleri doğrultusunda ebediyen yönetilemeyeceğini gösteriyor.
Mutsuz bir evliliği, bir türlü hak ettiğini alamadığı bir işi olan Bay Sıfır’ın, iş yerinde başka bir kadınla ilişkisi vardır ve patronunun kendisi üzerinde kurduğu hâkimiyeti o da sevgilisinin üzerinde kurmaktadır. Uzun yıllar bu sabit bir döngü içerisinde yaşayan Bay Sıfır’ın hayatı, kâr maksimizasyonun bir gereği olan “tasarruf tedbirleri” gereği amansız bir değişime uğrar.
Karl Henrich Marx, Kapital’in birinci cildinde, bir proleterin ağzından, burjuvaziye karşı şu cümleleri kaleme alır: “Normal uzunlukta bir iş günü istiyorum ve bunu kalbine başvurmadan istiyorum çünkü para işlerinde iyi duyguların yeri yoktur. Örnek bir yurttaş olabilirsin, belki de Hayvanları Koruma Derneği üyesisindir ve hatta dindarlığınla da tanınıyorsundur, fakat senin bana karşı temsil ettiğin şeyin göğsünde kalp yoktur.” (1) Yıllar boyunca safiyane duygularla emek verdiği işinden kovulan Bay Sıfır, patronunun vicdansızlığıyla tanışınca büyük bir şoka uğrar. Üstelik kendi inancına göre o, uzun yıllar verdiği emek sayesinde patronuna yüklü paralar kazandıran “başarılı” bir çalışandır. Yaşadığı bu derin kriz sonrasında Bay Sıfır, hayatı sorgulamaya başlar. Patronunun devasa zenginliğine sahip olabilmek için “Benim kaç 365 gün çalışmam gerek?!” diye düşünür. O güne değin patronun gözde çalışanı olan Bay Sıfır, bu sorgulamanın sonucunda bir metamorfoz geçirir. Önceleri sakin ve hoşgörülü bir karaktere sahipken, işsizler kervanına katılmanın yarattığı toplumsal baskıya dayanamayarak geçirdiği bir cinnet anında patronunu öldürür.
Oyunun bundan sonra geçtiği mekân ise öte dünyadır. Gerçek hayatın sorumluluklarından azade olduğu varsayılan bu mekânda Bay Sıfır, dünyevi hayatındaki öğretilenlerden, ona ezberletilenlerden dışarı çıkamaz, çıkmaya cesaret edemez. Bay Sıfır, öte dünyada dahi aylaklığa vaktinin olmadığına inanmaktadır. Kendisini hapseden sınırlara boyun eğmiş, bir zaman sonra sınırların varlığını dahi göremez olmuştur. İster gerçek dünyada isterse de öte dünyada olsun, bu görünmez sınırların dahilindeki değerler ve kurallar içinde yaşamaya adeta mahkûm bırakılmıştır. Oyunun sahnelemesinde yer alan zemindeki numaralı ışıklar ve bu ışıkların mekânsal sınırları belirlemesi, bu durumun yansıması olarak değerlendirilebilir.
Kapitalist üretim ilişkileri sebebiyle insan, ilk önce doğadan, ardından emeğinden, sonrasında kendisinden ve nihayetinde ise bir bütün olarak insanlıktan yabancılaşarak, ne için var olduğunu dahi bilmeyen, var oluşuna anlam katamayan bir varlık haline gelir. Bu anlamsızlık hali, yeryüzünün anlamsız bir yer olduğu ve bu dünyayı anlamaya ve değiştirmeye yönelik herhangi bir çabanın gereksiz olduğu inancına yol açar. Benzer biçimde,“Kültür endüstrisi, insanların hiçbir şekilde arzuladıkları şeylere kavuşmamalarını ve bu yoksunluk içinde gülerek doyuma ulaşmalarını sağlar. Toplum tarafından dayatılan sürekli yoksunluk, kültür endüstrisinin her gösterisinde, yanlış anlamaya meydan vermeyecek biçimde kurbanlarına bir daha dayatılıp izlettirilir.” (2)
“Elde Var Sıfır” oyunu, yabancılaşma sürecini, beyaz yakalı bir emekçinin hayatının kısa bir uğrağında ele alabilmeyi başarırken, çarpıcı toplumsal gerçekleri, başarılı oyunculukları, işlevsel dekoru ve komut oyuncu ile girilen diyaloglar üzerinden, yer yer eğlenceli hale getirerek sürükleyici bir biçimde seyirciye sunuyor. Aynı zamanda oyun, yol açtığı tarihsel sorgulama üzerinden kültür endüstrisine de güçlü bir itirazı ortaya koyuyor. Sonuç olarak, “Elde Var Sıfır”, elimizde kalanın neden “sıfır” olduğunu sorgulamak isteyenlerin muhakkak izlemesi gereken bir oyun…
SUDE DAMAR
Kaynakça:
(1) Karl Marx, Kapital I. Cilt, Yordam Kitap, Mayıs 2021 14.Basım, İstanbul, s. 231.
(2) Theodor Adono, Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Yayınevi, 2014, s. 188-189.
“ELDE VAR SIFIR”
YAZAN* VE YÖNETEN: ÖZGÜR ÖZKURT
SAHNE VE IŞIK TASARIMI: ÖZGÜR ÖZKURT, MELİS AVÇİL
KOSTÜM TASARIMI: ÖZGÜR ÖZKURT, MELİS AVÇİL
AFİŞ TASARIMI: İSMET AKGÜN
OYUN GÖRSELLERİ: AYŞEGÜL ALTAN, OĞULCAN KIZGINKAYA
OYUNCULAR: MELİS AVÇİL, BURAK YILDIRIM, ÖZGÜR ÖZKURT
*Elmer Rice’ın Adding Machine oyun metninden hareketle