Moğol’un gelmiş geçmiş en güzel ecesi; “ruhu Tamu kızılı, alnına ikbal, kardeş, baba kanıyla yazılmış” Bağdat Hatun’du O. Dedim ya, kardeş kanına belenmişti bir kez tacı. Erlik Han’a çevirmişti yüzünü. Tutkunun dehlizlerinde bir koşu tutturmuştu. Bir bumerang gibiydi kötülük. Sayısız gidiş gelişlerle, durmadan kendini çoğaltan, o aman tanımaz yabanıl kötülük. Cezalı bir tutkuydu artık hayatı, en yasağından. En dizginlenmez olanından. Ölüm dolaşıyordu teninde, öylesine pervasız, kanlı ayak izlerini küf yürümüş duvarlarda bırakacak kadar acımasız. Gündüz düşlerini dahi kurban etmişti Erlik Han’a. O, Bağdat Hatun.
“Beceriksiz ebe işi uzatıyordu,
mesleğinin tersini yapmaya alışık değilmiş elleri.
Bir yana ittim kadını, kendi elimle çekip
kopardım içimden
yıldızı benimle bağdaşmayan talihsiz yavrumu.
Sıcak bir pelte gibiydi, avuçlarımda
onu ilk ve son okşayışım oldu bu
ve yumuşak her şeye karşı yüreğimde
bin kez çoğaldı nefretim.
Zavallı düşüt
ipince kanlı ağlarıyla az daha
beni de çekiyordu gittiği karanlığa.” (1)
‘My Fair Lady’deki Eliza Doolittle, ‘Don Kişot’taki Aldonza, ‘Vanya Dayı’da Yelena Andrayevna, ‘7 Kocalı Hürmüz’de Taşkasaplı Hürmüz, ‘Master Class’da Maria Callas. Hem Zülfü, hem Zülfiye.
‘Tarla Kuşuydu Jülyet’i hatırlıyorum. Bütün zamanlarımı alt üst eden bir Ayten Gökçer izlemiştim bütün bu oyunlarda. Metafizik bir tılsım gibiydi. Müthişti.
Hatırlıyorum; Bağdat Hatun, Kösem Sultan kimliğinde de mucizeler yaratmıştı. Maria Callas kompozisyonunu yaşadıkça hep belleğimde taşıyacağım zaten. ‘Kaktüs Çiçeği’, ‘On İkinci Gece’, ‘Kim Korkar Hain Kurttan?’, ‘Zülfiye Zülfü’ ve daha nice oyunda rol aldı. Devlet Tiyatroları’nın en büyük yapımlarında hep o vardı. ‘Zülfiye Zülfü’ dedim de, neredeyse kırk yıl geçmiş aradan, bilmem Ayten Gökçer üslubundan uzaktı sanki. Evet, olmamıştı. Hele ki Hürmüz’den sonra, hiç olmamıştı.
Yıllar yılı dünya tiyatro repertuarının en seçkin oyunlarında rol aldı. Hiç tökezlemedi, her canlandırdığı kimlikle yeniden var oldu, çoğaldı.
Hayatı hep mücadelelerle geçmişti. “Babadan gizli olarak konservatuara yazıldım” demişti bir söyleşisinde.
1952 yılında girdiği Konservatuar Bale Bölümünde bir süre eğitim aldıktan sonra, Devlet Tiyatrosu’nun çocuk tiyatrosu bölümünde sahneye çıktı. Birkaç sene sonra devlet tiyatrosunun sınavını kazanarak Devlet Tiyatrosu kadrosuna girdi.
“Ben, konservatuvardan gelir gelmez doğrudan başrollere çıkmadım. Yedi sekiz yıl figüranlık yaptım hem de altı lira yevmiye ile.”
‘Bernarda Alba’nın Evi’ndeki başarısıyla dikkatleri üzerine çeken Ayten Kaçmaz bir süre sonra Cüneyt Gökçer ile hayatını birleştirecek ve Gökçer soyadını alacaktı.
Eliza Doolittle’ı ne çok sevmiştik öyle. Ya Hürmüz Hanım’ı?
Işık kırılmıştı karanlığın içinden. Buz mavisi bir ışıktı bu üstümüze akan. Gece bitmişti. Hürmüz orada yoktu… Maria Callas artık bir düş bile değildi. Gün doğuşunu son kez kucakladığını hiç bilemeyecekti Kösem Sultan. Hürmüz: “Ben bir rüya gördüm akşam, toz pembe yağıyordu kar, savruluyordu lapa lapa… Sen uyandır beni doktorum sen, uyandır öpe öpe” diye mırıldanıverdi. Bütün kepenklerini kapamıştı Yelena Andrayevna.
Ayten Gökçer’i yetmişli yılların hemen başında Haldun Dormen’in hazırladığı “Unutulmayanlar” programında canlandırdığı Nevin Seval kimliğinde görür gibi oluyorum. Nevin Seval, Ayten Gökçer ile gövdelenirken, geriye eşsiz bir oyunculuk şöleni kalıyordu. Aynı dönemde Zeynep Değirmencioğlu, Önder Somer, Ömercik ile başrolleri paylaştığı ‘Anneler Günü’ adlı filmden aklımda kalansa, duru güzelliği ve bildik Yeşilçam kalıplarına rağmen sergilediği inandırıcı, tanıdık, bildik anne figürüydü.
Türkiye Tiyatrosu’nun tartışılmaz en önemli isimlerinden biri olarak ne başarıları ne hayat verdiği roller unutuldu. Sanatçı içgüdüsü, keskin algıları, insancıl duyarlılığı, akılcı ve yaratıcı oyunculuk tekniğiyle her defasında kendisini yenilemeyi bildi.
Cüneyt Gökçer, Kerim Avşar, Çetin Tekindor, Cihan Ünal ile rol aldığı pek çok oyunu izleme imkanım olmuştu. Ama özellikle Kerim Avşar ile Ayten Gökçer ikilisini unutamıyorum. ‘Bağdat Hatun’da tutuklu kalmam boşuna değil. Güngör Dilmen’in en sevdiğim oyunudur ayrıca. Başucu kitaplarımdan biridir, arada hasretle dönüp okuduğum.
“Ece’nin boynuna kement mi atacaksın yiğidim ?
Gelme gelme üstüme! Ecesiyim bu ülkenin. Beni değil, tahtımı elimden almaya kalkışan bu dönek Arpa’yı boğ!
Kızıl Kum’la Sarı Kum arasında denize erişemez ırmaklar.Öyle yitiyorum ben de..” (2)
Ayten Gökçer‘i en son “İstanbul Kırmızısı” adlı filmde izlemiştim.
14 Mayıs 2024 sabahı gelen haberle dondum kaldım.
“Ayten Gökçer aramızdan ayrılmış” ve bir dönem daha sona ermişti. O’nun ışığı yüksek, rüzgarı güçlü oyunculuğu hep bir ölçüt olarak kalacak, eminim.
PINAR ÇEKİRGE
Kaynakça:
(1.,2) Bağdat Hatun / Güngör Dilmen