Nihayet “Şahları da Vururlar”ı seyrettim. Hem de mabedinde, Ses Tiyatrosu’nda… Üstelik dokuz sıra doluydu, çok mutlu oldum. Bu kadar felaketin peş peşe vuku bulduğu Beyoğlu’na hâla seyircinin gelebilmesi elbette ki kalbi tiyatroyla atan herkes için büyük sevinç kaynağıdır. Hele de mevzubahis Ses Tiyatrosu olunca hassaslaşıyorum. Bu abidevî tiyatro salonunu korumak, oradaki etkinlikleri kaçırmamak boynumuzun borcu, sanatsever olarak vazifemizdir.
Gelelim şimdi ifa ettiğim vazifemde gördüklerime… Salgın patlamadan evvel bilet almıştım oyuna. Caddebostan Kültür Merkezi’nde seyredecektik. Ferhan Şensoy yönetimindeki kadroyu. O kadrodan ilk gözüme çarpan eksikler Ali Çatalbaş ve pek tabii Ferhan Şensoy oldu. Nereye de Gidiyor lan Bu Gemi’ye kadar hemen tüm Ferhan Şensoy piyeslerinin vazgeçilmez aktörü Ali Çatalbaş’ın neden yeni kadroda yer alamadığı ne yalan söyleyeyim, merakımı celbetti. Ferhan Şensoy’un yokluğuysa, başta reji olmak üzere piyesin her zerresine nüfuz etmişti…
Üç usta müzisyen: Nejat Yavaşoğulları, Gökhan Şeşen ve Burhan Şeşen çaldılar.. İlk şarkıyı koro neredeyse seyirciyle beraber okudu. Çünkü bu şarkı, birçok Ferhan Şensoy oyununun öncesinde kayıttan çalındığı için Ortaoyuncular seyircisinin hiç de yabancılık çektiği bir beste değil. Koro tuhaf bir dansla şarkıyı okudu. Dolayısıyla sözlere dikkat etmek yerine seyirci, dansları takip etti. Bu, aslında piyesin ruhuna da aykırı bir tavır olarak oyun sonuna kadar sürdü. Danslar, şarkı sözlerinin ve bestelerinin önüne geçti.
Kostümler ve çok işlevsel bir şekilde kullanılabilecekken hemen hiç kullanılmayan dekor, Ferhan Şensoy’un yaşamı boyunca övündüğü “Ferhan Şensoyvarî tiyatro”nun epey uzağındaydı. Hele renkli olanlar kostümler oynanan piyesi bir kol oyunu havasına büründürdü. Piyesi sahnelerken yönetmen Volkan M. Sarıöz’ün yaptığı kesmelerle muğlaklaşan bazı sahneler de bu kol oyunu havasının piyese iyiden iyiye sirayet etmesine sebebiyet verdi. “Sağlığında tek kelimeme dokundurtmam!”, diyen Şensoy, bayağı kesilmiş oyununu görseydi ne derdi acaba?
Kanaatimce, piyesin en can alıcı hatası Haldun Taner’in hediye ettiği perde finalinin ikinci perdede bir müstakil kısım olarak oynanmasıydı! Bu piyesin bütün matematiğini çökertmiş ve sonunu merak edilir olmaktan çıkartmıştır. Gerçi piyes çok kabarevarî sahnelendiğinden ötürü bir bütünlük algılanması çok güçleşiyor fakat gene de kör topal sağlanabilecek bütünlük bu çıkarmayla sağlanılır olmaktan ziyadesiyle uzaklaşmıştır.
Sona doğru “Dünya âlem gezdi Rıza” şarkısının bestesinin değiştirilmesi de bir hayal kırıklığı yarattı bende… Nitekim bestesinin ezberlediğiniz bir şarkının farklı bir besteyle okunmasını kim ister? Öyle değil mi ya? Bir de şarkı okunurken arkada kendi kendine dönen resimler neye yaradı anlayamadım… Tiyatromuzun teknolojiyle imtihanı, bambaşka bir yazı hatta kitap konusu!
Hikâye anlatan kadın, yani Sözcüment (İlksen Ökte), cümlelerin ritmini ve kafiyelerin komikliğini seyirciye geçiremediğinden ötürü söyledikleri genellikle havada kaldı. Ferhan Bey, kullandığı dille piyesinde sahte bir Farsça atmosferi yaratmaya çalışmıştı. Bu dil, hele de bugünün genç seyircisinin anlayabileceği dilden çok eski. Anlamak ve espriyi seyirciye geçirmek için ayrıca bir efor sarfetmek gerekirken piyesin bu mahzuruna nedense hiç dikkat edilmemiş. Birçok espri ve nükte de bu yüzden uğultuya karışıp gitti. Şayet piyese reji yapılacaksa, ilk çözülmesi gereken dil meselesi olmalıydı.
Eskiyen tek öğe dil değildi elbette piyeste; konu da eskiydi. Üstelik piyes, İran’la Türkiye arasında kötü yönetim açısından bir benzerlik oluşturmak suretiyle kaleme alınmıştı. Bugün Şah’ın ailesi değil, Şah’ı deviren mollalar eleştiriliyor. Protestolar bu yüzden aylardır devam ediyor. İdamlar var.. Alınan canlar var.. Hâl böyleyken bir Şah eleştirisi yapmak için çok dikkatli olmalı. Bazı protestocuların gözünde hiç görmedikleri Şah kahraman çünkü! Evet, kör ölür badem gözlü olurmuş ya o hesap… Fakat hakikat bu… Bir reji dokunuşu da bu noktada isterdi piyes fakat ne yazık ki o dokunuştan da mahrum kaldı.
Yukarıdaki eleştirimin ne kadar haklı olduğunu piyesin en iyi oyuncularından Erhan Üçüncü, oyun bitiminde bir anı anlatarak tasdik etti. Bir İranlı genç kadın piyesi seyretmeye gelmiş. Seyrederken gözyaşlarına boğulmuş. Oyun bitiminde, neden ağladınız diye sorunca, “Siz bizim Şahımızı ne kadar kötü anlatmışsınız.. Bizim Şah’ımız böyle biri değildi. Asıl şeytan Humeyni fakat onu övmüşsünüz…” çıkışında bulunmuş. E sadece şahları değil ki, mollaları da vururlar! Bu bilinçten idraksiz bir eski piyes sahnelenmemeli…
Dekora gene takılacağım. Seyirciye göre sol üstte bir büyük satranç dekoru vardı. Niye vardı, ne işe yarayacak diye oyun bitimine kadar bekledim ama nafile! Göz zevkini okşamaksa maksatları, o maksada hizmet etmediğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Elif Durdu Şensoy’un Farah Diba’yı Fransız taklidiyle oynamasını anlayabildim yalnız yaptığı taklidin Fransız olduğunu anlayamadım! Fransızdan ziyade bağıra bağıra konuşan, Fransız mektebinde okumuş bir Ermeniydi sanki… Eğer imkânları varsa, TRT Radyo arşivinden İstanbul Tiyatrosu kayıtlarına erişip, buradan da Alev Sururi’nin Fransız taklidiyle oynadığı rollerden birini dinlemelerini salık veririm. Fransız taklidi nasıl fevkinde icra edilir, duymak için!
Piyeste Sefa Tantoğlu’nu gayet özgün ve iyi buldum. Kendi gibi oynayıp, Ferhan Şensoy tahakkümünden kurtulmuştu. Sahnede de çok güzel duruyordu. Hayyam rolü için biçilmiş kaftandı… Umarım Ortaoyuncular’ın yeni oyunlarında da seyretme olanağı buluruz kendisini…
Celâl Belgil ve Erhan Üçüncü de fevkaladeydiler… Onları seyretmek büyük keyif verdi…
Öte taraftan son şarkılı bölümden önce yeni bir bölüm ilâve edilmiş. Güya, yeni rejimin (yani mollaların) eleştirisini yapan bir bölüm. Lâkin o kadar sığ ve kör gözün gözüne yazılmış ki bu kısım vuruculuğunu çok yitirmiş.
Piyesi seyrettiğim gün, piyesin ilk temsillerinde Şah’ı oynayan Ulvi Alacakaptan da salondaydı. Oyunu seyrediyordu. Yakın oturduğumuzdan, zaman zaman gözlerim O’nu kıskaca aldı. Sanki bir komedi değil de dram seyrediyormuş gibiydi. Üzgündü.
Ben mi? Bilmem ki… O efsanevî ilk versiyonunu seyredemedim yaşım itibariyle… Fakat bu yeni versiyonundan bir efsane çıkmayacağının idrakiyle ayrıldım salondan…