Dün aramızdan ayrılan usta oyuncu Ferhan Şensoy’un 30 yıl önce Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’nin 2. sayısı için kaleme aldığı yazıyı okurlarımızla paylaşıyor, ailesine, sevenlerine ve tüm tiyatro camiasına başsağlığı diliyoruz.
****
Seyirciye inat
Yalnız “Ferhangi Şeyler” Oynamayacağız
FERHAN ŞENSOY
Batı dillerinde “Repertuar Tiyatrosu” denilen tiyatroya, “Çok Sesli Tiyatro” diyebiliriz. Kuruluşumuzdan bu yana, kendi yazdığım oyunlar yanında, Brecht, Aristofanes, Karl Valentin gibi uygulamalarla izleyicimize başka pencereler açmaktan hiç vazgeçmedik biz. Bizi ŞAHLARI DA VURURLAR Tiyatrosu olarak isimlendirmeyi yeğleyen tiyatro izleyicisi, bu çeşnilerden pek hoşlanmadı. Elinin tersiyle itti bu oyunları, kimileri dudak büktü, dudağa eziyet oldu. İzleyiciye kalsa, yalnızca ŞAHLARI DA VURURLAR’ı oynamalıydık. Bu bizi, izleyicinin istediği, bizim açındığımız, sittin yıl değişik isimlerle aynı oyunu oynayan basma kalıp bir firma tiyatroya dönüştürürdü. Biz sanki izleyicimizle inatlaşarak, tiyatromuzun 12. yılında, haftada 6 değişik oyunla ve 50 kişilik bir kadroyla perde açan, çok sesli bir tiyatro konumuna ulaştık. Birbirinden çok başka oyunlar yan yana gelince bu çok seslilik söz konusu; birbirine çok benzeyen ayni türde altı değişik oyun oynamaya gerek yok. O zaman takarsın Ferhangi Şeyle ‘i 32 kısım tekmili Ferhan, matine-suare kaptırır gidersin. Bu bizim de çok kolayımıza gelir. Ne dekor sökme var, ne dekor kurma var, ne 50 kişilik kadroya gerek var… O zaman Engin’in (Engin Ardıç) çok gözlüklü imgelemindeki “bok gibi para kazanmak” da olası… Ne Ses-1885’i onarmaya gerek var, ne de kültür jandarması olarak Muhsin Ertuğrul’un Küçük Sahne’sini her ay zarar ederek korumaya; bir bavuldan ibaret Ferhangi Şeyler!
Bir bavulla indim Paris’e, Ferhangi Şeyler, Bobigny’de! 573. oyun! Her iki tarafı kullanılmış müsvette kağıtlarımı mandalladım sahnedeki panomsu demir parmaklıklara, sağ tarafa telefon, sol tarafa bir sandalye bir saz, ortaya bir masa, bir sandalye, koltuğunun altında, dünün Türkçe gasteleri, yakın ışığı kardeşim! Fakat Türkçe bilmiyor Bobigny’de ışığı yakması gereken; frenkçe ünlüyorum ışığın yakılması gerektiğini, anlıyor, yakıyor, kaptırıp oynuyorum. Telefon çalınması gereken yerde, bir çıngırağa dling yapılması gerek, orası geliyor oyunun, dling sesi gelmiyor. Varsın gelmesin, Erbil’in unuttuğu ya da zilin bozulduğu olmadı mı sanki hiç? N’apılıyor o zaman? Telefon mu çaldı, bana mı öyle geliyor, aslında burda çalması gerek, diye gülerek gidip açıyorum telefonu… Salı gecesi duruyorum bavulu, artık kestane ağaçsız Victor Hugo Bulvarından bindiriyorum onu bir taksiye, Yeşilköy’de bir süre bekledikten sonra kavuşuyorum bavuluma, tutup kulağından getiriyorum onu Beyoğlu’na; devrisi akşam İstanbul’da 574. oyun! Böyle bir tiyatro da olası, bir şarkıcının konser turnesi gibi…
Çok küçüktüm. Babam Çarşamba’da Belediye Başkanı, ben de babamın odasında oynuyorum. Maroken koltuklan arkasına saklanıyorum, tül perdeyi aralayıp ırmağa bakıyorum. Bir sürü adamlar gelip gidiyor, onları inceliyorum. Sıkılıyorum, koridora çıkıp koşmaca oynuyorum, odacılar peşimde, çocuk düşmesin durumu… Ben düşersem onlar yiyecek fırçayı. Herkes sıraya giriyor odanın kapısında. Bir tek ben zart diye girebiliyorum başkanın odasına. Maroken koltuklarla koridor arasında koşuşturduğum bir gün, takım elbiseli, vişneçürüğü boyunbağlı, esmer, ince bıyıklı, ayakkabıları gıcır boyalı bir adam giriyor odaya. Babam ona ilgi gösteriyor, eski bir dostu karşılar gibi karşılıyor, Çarşamba’ya hoşgeldiniz Kemal Bey! Çarşamba’ya hoşgelen Kemal Bey, babamın odasından maroken koltuk, sehpa, sandalye ve benzeri eşya beğeniyor… Bir de halı bulunursa, yeter, diyor Kemal Bey. O akşam ırmak kıyısındaki sinemada, bizim evin bir halısı üstüne, babamın odasının değişik yerleştirilmiş bir biçimi olan dekor içinde, iki perde komedi oynuyor Kemal Bey ve Arkadaşlar: Topluluğu. Oyundan sonra ağırlanıyor, yiyor, içiyor, geceyi Çarşamba’da geçiriyor, sabah erkenden bir otobüse atlayıp, Terme Belediye Başkanına kahve içmeye gidiyorlar Kemal Bey ve Arkadaşları! İşte böyle bir tiyatro da olası!
Diyor ki izleyici, zaten tüm gün yoruluyoruz, stresleniyoruz İstanbul’da yaşamaktan. Akşam iki saat eğlenmek için geldiğimiz tiyatroda, niye Pierre-Henri Cami olarak çıkıyorsun karşımıza? Niye anlatıyorsun iki saat bu adamın yaşamını? Ne demek istiyorsun? Niye yoruyorsun zaten yorgun kafamızı? Neden tiyatroda da ayrıca günlük mesaimize ek olarak kafamızı çalıştırmamızı istiyorsun bizden? Zaten yorgunuz, hafif alkollüyüz, sen söyle biz gülelim; yalnız birine gülmemiz bitmeden hemen öbürünü söyleme, tıkanıyoruz, ağır ağır, sırayla söyle hepsini, biz zaten onlara eve gidince de gülüyoruz…
Biz de diyoruz ki, hiç yormazsanız bu cici beyninizi, yirmibirinci yüzyıla beyin sıfır kilometrede girersiniz, hiç de iyi olmaz sizin için, 2050’ye dek rodajdasınız! Sizinle bu inatlaşmamız sürecek sayın izlemeciler, sizi düşündüğümüz için!
Tiyatro… Tiyatro… Dergisi, Sayı 2, Mart 1991