Kemal Aydoğan: “Üçüncü Alandayız; Özel’e Karşı Kamusal Tiyatro”

editor

Sol Gazete’den Cansu Fırıncı’nın haberini okurlarımızla paylaşıyoruz:

Tiyatrocuların salgınla mücadelesi yeni başlamadı. Bir bir kapanan, AVM’lerin içine sıkıştırılmaya çalışılan, Anadolu’nun dört bir tarafında, muhalif oldukları gerekçesiyle tiyatro topluluklarının suratlarına kapanan, kiraları bel büken, teknik olanakları yetersiz salonlar. Kamunun bütçesi ile finanse edilen, kişi başına 200 TL’ye mal olup 10-15 TLden satılan bilet fiyatlarının yarattığı baş edilmesi çok güç olan haksız rekabet.

Kültür Bakanlığı’nın yayımladığı belgelerden inşaat, pasta-börek şirketlerine aktarıldığı anlaşılan tiyatro destek ödeneği.

Yalnızca ticari işletme olarak görülen salonlardan, tiyatrolardan kesilen, pırlanta ve yatınsa ticari bulunmadığı için kapsam dışı bırakıldığı fahiş vergilendirme oranları.

Günaşırı yasaklamalar, hedef göstermeler, açılan mesnetsiz davalar. Bunların işlemediği durumlarda salon kapılarına dikilen vergi memurları.

Ve nihayet ‘büyük sermaye’nin tiyatroyu da ‘oyun’ alanı ilan etme çabaları. Sermaye kuruluşları tarafından açılmaya başlanan, devasa maddi ve mekânsal olanaklara sahip ‘kültür kompleksleri’.

Tüm bunlara rağmen gerçek tiyatro seyircisine yaslanarak kapitalist devletin alan daraltmalarına da özel sermayenin gövde gösterisine de boyun eğmeden tiyatro alanını belirlemeye devam edebilen tiyatrolar.

Fakat şimdi, gerçek tiyatro seyircisi evlerinden çıkıp salonlara gelemiyor. Uzun bir süre de gelemeyecek. Tiyatro, seyircisi ile bir araya gelmeden gerçekleşemiyor, ‘sanal’ mecralar tiyatronun yerine geçemiyor, geçemeyecek.

İlk harfi küçük Kültür ve Turizm Bakanlığı şu günlerde ‘göstermelik’ bir destek paketi açıklamaya hazırlanıyor. Ancak biliyoruz ki bu paket salonların kapanmasını, ekiplerin dağılmasını engellemeyecek.

Meydanın büyük  sermayeye kalması isteniyor.

Tiyatrocular da örgütlenme çalışmalarına hız verdi.

Mücadele başlıyor.

Moda Sahnesi’nin Genel Sanat Yönetmeni Kemal Aydoğan ile tiyatroya karşı duruşları ve tiyatrocuların duruşunu konuştuk.

***

Kemal Ağabey, pandemi önlemleri ile birlikte ilk kapatılan yerler tiyatro salonları, ilk iptal edilen etkinlikler tiyatro oyunları oldu. Bu sürecin ne kadar devam edeceği, hayatın ne zaman olağan akışına döneceği belirsiz. Bu, salonlu-salonsuz, irili-ufaklı, sayıları tüm Türkiye’de yüzü aşkın, belki de daha fazla tiyatro için bir varlık yokluk meselesine döndü.

Bunu konuşuruz. Ama öncesi var. Tiyatrolar zaman zaman pırlantadan alınmayan vergiler üzerinden tiyatro biletlerindeki yüzde 18’lik vergiyi gündeme getiriyorlardı. Tiyatro salonları alelade bir ticari işletme muamelesi görüyor. Bar, pavyon, gazino neyse tiyatro da o devlete göre. Pandemiden öncesi güllük gülistanlık değildi lafın özü. Buradan başlayalım, salonu olan, kendi oyunlarını üreten, misafir ekipleri ağırlayan bir tiyatro olarak Moda Sahnesi nelerle boğuşuyordu?

Kemal Aydoğan- Cansu öncelikle düşüncelerimi ifade etme imkanı verdiğin için teşekkür ederim. Bağımsız tiyatrolar –özel dememeyi tercih ediyorum, ileride buna dair fikirlerimi söyleme imkanı doğacaktır diye zannediyorum– temelde büyük bir ekonomik sıkıntı ile boğuşuyordu. Tiyatroyu yürütebilmek için her yaz banka kredisi alıp bütün bir kış onu ödemek zorunda kalıyorduk. Çünkü yazın 4 ay boş geçiyor. Bir de oyun çıkarma tarihi de olduğu için bu aylar oyun yapım maliyetleri üstüne biniyor diğer giderlerin. Bu dönemde doğan giderleri karşılamak ancak banka kredisi ile mümkün oluyor. Sezon içinde ise öncelikle yüzde 8 ile 18 arasında KDV ödüyoruz. Dışarıda oynadığımız oyunlara fatura kesince KDV yüzde 18 oluveriyor birden. Dışarıda oynarken faaliyetin türü değişiyor galiba. Devletin işleri işte. Yüzde 20 de gelir vergisi. Bir biletin yüzde 28 ile yüzde 38 arasında bir oranını vergi olarak veriyoruz. Yazar-çevirmen telifi toplam yüzde 10 civarı. Salon kirası, stopaj yüzde 20,  çalışanların maaşı, sigortası, oyuncuların yevmiyesi yüzde 20’ye yakın, çalışan 30’a yakın oyuncu var, bir de oyuna harcadığınız yapım giderinin oyun başına maliyetini ekleyelim, çaydı, kahveydi, sosyal medya reklamıydı, temizlikti derken bir dolu harcama kalemi çıkıyor karşımıza. Bu giderleri karşılamak için hem çok çalışmak hem de salonların seyirci ile dolmasını sağlamak gerekiyor. Repertuar seçimi, doğru kadronun kurulması vb. gibi sanatsal unsurlardan fire vermeden bu ekonomiyi doğurmak gerekiyor.

Sıradan akıl ya da yumuşatarak söyleyeyim konunun yabancısı gibi düşünmeye çalışayım. Sonuçta bu salonlarda bilet satıyorsunuz, ücretli seminerler düzenliyorsunuz, konserler veriliyor, sinema filmleri gösteriliyor, çay-kahve satılıyor. Ve tiyatrocular diyorlar ki “biz ticari işletmeler değiliz”. Ama sonuçta ticari tarafı olan bir faaliyet var ortada?

Aslında yukarıda saydım paranın ne için gerektiğini. İdeal bir dünyanın içinde değiliz. Karşımızda kapitalist ilişkiler ağı tüm yaptırımıyla duruyor. Onun içinde faaliyetimizi sürdürüyoruz. Mesela vergi dairesine kayıt olmadan sanatsal faaliyetinizi sürdüremiyorsunuz. Bir “işletme” olmak zorundasınız. İşletme olduğunuz andan itibaren de kapitalizmin kucağını oturdunuz demektir. Kuralları o belirliyor. Evet, zorunda olduğumuz, maruz kaldığımız ticari bir faaliyetin içinde onun dışına nasıl çıkarız temrinleri yapıyoruz.

‘Eşitlikçi bir bakışa ihtiyaç var’

Şeytanın avukatlığını yapmaya devam edeceğim söyleşi boyunca. Tiyatro camiası ve seyircileri tarafından Devlet Tiyatroları’na yönelik köklü eleştirilerin biliniyor. Devlet Tiyatrosu’nda bir biletin devlete maliyeti yüz liranın üzerinde ama 10 Lira-15 Lira’dan satıyorlar. Bu devlet desteği ile tiyatro yapmayanlar için baş edilmesi güç bir haksız rekabet oluşturuyor. Eleştirirken bir taraftan da devletin sanatı desteklemesi için kimi talepleri dillendiriyorsun. Hem devletin tiyatroya kaynak aktardığı modelle kavga ediyorsun hem de devleti tiyatroya kaynak aktarmaya davet ediyorsun. Bunda bir tezat yok mu?

Evet, dıştan bakınca var gibi görünüyor. Devlet ya da kamusal kaynaklardan yararlanmak her bir vatandaşın hakkı olmalı. Türkiye’de bazı alışkanlıklardan çok zor vazgeçiliyor. Devletin tiyatro yapması fikri de bu. Oysa dün gördük ki devlet aynı zamanda kendine teşekkür ettirmek için de o istihdamı sağlıyor*. Oysa sanatın özgürleşme ile kanaatlerden, dogmalardan kurtulma ile bir ilişkisi olmalı. Dolayısı ile devletten kamu fikrine, toplum fikrine doğru evrilmek zorunda fikirlerimiz. DT toplumun ürettiği artık değeri kullanarak varlığını sürdürüyor ekonomik olarak. Bu belli bir kesimin imtiyazı olamaz. Kamu yararı, insanlık yararı diye bir ölçü belirlenir ve onun çerçevesinde tiyatro yapanlar kamu kaynaklarından faydalanır denilebilir. Yasa bu olur. Örneğin; cinsiyet ayrımı yapmayan, ırkçı olmayan, din, dil farkı gözetmeyen topluluklar kamu kaynaklarından faydalanır denebilir. Belirli bir fiyatın üzerinde bilet satılmasını engellenir vb. Böylece sadece devlete ait olan bir takım özellikler kamusal alanda tiyatro yapan bir dolu topluluğun tiyatronun ilkesi haline gelir. Vergisini verdiğimiz, vatandaşı olduğumuz, yaşamımızı sürdürdüğümüz bir coğrafyada imtiyazlıların değil tiyatro sanatı ile uğraşan herkesin desteklenmesi üzerine eşitlikçi bir bakışa ihtiyacımız var.

Devlet, ‘Özel’ olarak tanımladığı tiyatrolara her sene destek açıklıyor ve belli miktarlarda para dağıtıyor. Bu parayı alan tiyatrolar için yerine getirilmesi gereken şartlar var. 20 ücretli, bir Bakanlık için ücretsiz oynamak gibi. Eskiden bu paranın hangi tiyatrolara ve oyunlara verildiği açıklanırdı. Uzunca zamandır yalnızca şirket isimleri açıklanıyor. Gıda şirketi olan da var, inşaat şirketi olan da. Kamunun parasının nereye aktarıldığı açıklanmıyor. Ortada öyle dudak uçuklatan bir rakam yok ki ‘yandaşlara’ kaynak aktarılıyor cümlesi yeterli gelsin. Siyasi olarak muhalifleri cezalandırma desek, cezanın yeterli gelmediği üretimin durdurulamamasından belli. Sence tüm yönleriyle bu tutumun altında yatan hâkim ‘psikoloji’ ne?

Öncelikle “özel” tiyatro tanımını, bu sinsice üzerimizi tüccarlık örtüsüyle örten tanımı, sıfatı kabul edişimizle başlayayım. Tam tarihini bilmiyorum ama 80’lerin ortası olması gerekir –neoliberalizmin etkisini göstermeye başladığı tarih olma sebebiyle– diye tahmin yürüteyim. Özel ne demek? Ödenekli değil –devlet veya şehir– halk değil, devrimci değil, marjinal değil, alternatif değil, bağımsız değil ‘özel’. Yani ticari alana ait olan. Hür teşebbüs, girişimcilik, tüccarlık. Yıllar yıllar önce bir büyüğümüz epeyce de eleştirel bir tonla –kendisi ödenekli tiyatro mensubuydu– ÖZEL tiyatroları küplerini doldurmak üzere faaliyette olan tiyatrocuların faaliyetlerini yürüttükleri yerler olarak tanımlamıştı. Deneyseli de, sosyalisti de, anarşisti de, eğlencecisi de aynı çuvalın içine sokulmuş, ağzı düğümlenmiş sonra da devletin sopasıyla yer misin yemez misin diye bir güzel terbiye edilmiştir. Zaman içinde devir değişmiş tiyatro ile ilişkisi çok cılız kesimler iktidarda oluşlarının ve toplumda daha fazla görünür olmalarının sebebiyle “kendi kesimlerine” tiyatro “hizmetini” bedeli karşılığında götürmeye başlamışlardır. Kayırmacılığın en köhne biçimlerine dek görüldüğü, dilencilik kültürünün toplumun zerrelerine kadar nüfuz ettiği “yeni toplumsal durumumuzda” devletin malı deniz yemeyen keriz şiarına uygun olarak bir “sırtlan üleşim” şebekesi faaliyetlerini sürdürmektedir.

Sorun ülkenin hiçbir konuda olduğu gibi tiyatro konusunda da plan yapamaması. Eksiğini, gediğini belirleyip bunun giderilmesi için gereken çalışmaları yetkin kişiler ya da gruplarla sürdürememesi. Günü kurtarmak kavramı toplumsal dokuya nüfuz etmiş, psikolojilerimizi belirlemiş durumdadır. Artık bir gelecek perspektifine tüm toplum olarak sahip değiliz. Günübirlik yaşıyoruz.

Eskiden daha ayrıntılı istenen destek dosyaları zaman içinde bir formaliteye dönüştürüldü. O faaliyeti sürdürüp sürdürmediğimize bile bakılmaz oldu. Bu nedenle gerçek bütçe taleplerimiz değil kurulun öngördüğü “ulufeler” dağıtıldı. O paralarla başvurduğumuz faaliyetleri bizim, niteliğin peşinde olanların sürdürmesi mümkün değilken, adını sanını duymadığımız bir takım varlığı ile yokluğu belli olmayan oluşumlar “küplerini doldurmaya” başladı. Artık hakiki olanın, yaptığı ortada, ölçülebilir, görünür olanın değil spekülatif olanın, sanal olanın, mış gibi olanın “prim” yaptığı, kan emdiği bir destek anlayışı temel anlayış haline geldi.

Ezilenlerin, muhaliflerin, ötekileştirilmişlerin ortak alanı

Konunun oldukça bereketli kısmı açılmış oldu böylece. Bizi ‘biricik’, ‘tek’, ‘eşi benzeri’ bulunmaz olarak gördükleri için ‘özel’ olarak tanımlamadılar. Mesele devlet teşebbüslerinin karşısına özel sermayeyi çıkarmak ve her şeyi olduğu gibi sanatı da sermayenin ‘oyun’ sahasına terk etmekti uzun vadedeki plan. Ve evet, yaşı yetenler hatırlar, maalesef ben hatırlıyorum, Özal dönemine tekabül eder bu ‘liberal’ uygulamanın başlangıcı. KİT olarak bilinen Kamu İktisadî Teşebbüsleri’nin ‘özelleştirilmesi’ ile başlamıştı süreç. Devletin tekelinde bulunan tüm işletmeler bilinçli bir politika doğrultusunda köhnemeye terk edilmişti. Gerekli teknolojik bakım ve yenilemeler yapılmıyor, işletmelerin zarar etmesine yol açılıyordu. Mesela Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın başına gelen tam da budur. Devlet bu sektörlerden çekilecek, özel sermayeyi denetleyip destekleyecek, özel olan güzel olacaktı.

Devlet Tiyatrosu’nun yolculuğuysa bu matematikten farklı oldu. Kurulduğu dönemde kendi özel yasası çıkana kadar geçici olarak devlet memurları yasasına bağlanan kurum halen devlet memurları yasasıyla yönetiliyor. Yani bir devlet dairesi olarak. Kurumun zaman zaman sanatsal yaratım heyecanının yüksek olduğu, görece ‘özerk’ yönetilebildiği dönemleri oldu ama hepsi o kadar. Durmadan hükümetlerin müdahalelerine maruz kalan, repertuvarı çekiştirilen, sanatçı kadroları dahil giderek memurlaşan, bürokrasisinin oluştuğu, sanatsal yaratım heyecanını giderek kaybeden, kaynakların verimsiz ve tartışmaya açık kullanılır hale geldiği bir yapı. Örneğin; binalarının çoğu kira. Kendi salonlarını inşa etmektense dışarıya sermaye aktarmanın bir yolu. İçeride kadrolu olup yıllardır oyunlara çıkmayan ‘bankamatik’ sanatçılar(!), kendisine oyun asıldığında müdürün odasına gidip neden cezalandırıldığını soran oyuncular(!). Liste uzatılabilir. Kurum yine aynı bilinçli politika doğrultusunda köhnemeye terk edildi.

Sermayenin de bu alana yatırım yapmaya başladığını biliyoruz. Eczacıbaşı, Zorlu, Torunlar… Ama burada da matematik farklı işledi. Devletin sermayeye alan açmak için yaptığı hamleler, patronların bu alanı doldurmak için attığı adımlar henüz istenen sonucu vermedi. Ne devlete ne sermayeye sırtını yaslayan, kendi olanaklarıyla tiyatro yapan ekipler hâlâ tiyatro algısını belirliyor. Onlar nerede yanlış yaptı? Biz böylesine ağır bir saldırının altında nasıl oldu da hâlâ ezilmedik? Yahut tiyatro sanatı ile sınıflı-sömürülü toplum arasında uzlaşmaz yapısal bir çelişki mi var?

Güzel soru. Ezilmedik mi? diye karşılayayım. Aslında ezilmedik, katılıyorum bu yargıya. Kaldırımların arasından sürgün veren bitkiler gibi bir yolunu bulup güneşe kafamızı uzatıyoruz, apartmana da, gölgesine de dikleniyoruz güneşi görmek için. Devlet ve sermaye gibi birbirini destekleyen, birbiri içerisinde varlığını sürdüren, birbirini besleyen bu iki egemene ait unsurun arasından “insan tekine” ait dünyalar kendilerine seyirci buluyor, bir izleyen çevresi buluyor kendine. Bu alan da tek kimlikli bir alan değil. Sermaye ve devletin neredeyse tek kimlikli mevcudiyetine rağmen onların arasından başını uzatan bu alan ezilenlerin, muhaliflerin, ötekileştirilmişlerin ortak alanı. Dertler değişik olsa da egemeni, ezeni aynı yerden tanımlayan, sınıf olarak birbirine yakın geçen insanların oluşturduğu bir alan burası. Bu iki unsur parası ya da maddi imkânları olmasına rağmen birinin eğlence merkezli bir tiyatrodan yana olması diğerinin ise memuriyet içerisinde iyice hareket edemeyecek bir hantallığa varmasını engelleyemedi. Bu iki anlayış zamanı yakalamaktan, bu zaman içinde beliren ve çok çeşitli görünüm arz eden insan hallerini kavramaktan uzak bir tiyatro yaşantısı içerisindeler bana kalırsa. İnsanın dertleri bitmedi, eşitlik, özgürleşme gibi temel insani problemleri çeşitlenerek arttı. Bu alan devletin de sermayenin de hareket etmeye istekli olmadıkları, yapıları gereği zaten varlık gösteremeyecekleri alanlar. Çünkü zaten toplumsal dertlerin kaynağı olan, dertleri oluşturan unsurlar bunlar. Bağımsız, sivil, özgürleşme, eşitlik yanlısı, insanın bağlı olduğu kalıplardan kurtulması için hareket eden tiyatro her türlü engellemeye rağmen toplumsal dayanaklarından aldığı güçle kendine alan yaratıyor.

Özel’e karşı kamusal tiyatro

Toplumsal karşılığımızı yaratabildiğimiz, toplumda bu tutumu algılayabilenler olduğu için, yani; gösterilmeye çalışıldığı gibi kapitalizmin elinde toplumu istediği gibi şekillendirebildiği sihirli değnek olmadığı için ezilmedik, doğru. 

‘Ödenekli’ değiliz. Milyon liralık yapım bütçelerini ön plana çıkartan, starlara dayalı, tiyatroyu ‘eğlence’ olarak algılayan/algılatan ‘pop corn’lardan da. 

Temsilcisi olduğun Moda Sahnesi özeline gelecek olursak. Prestijli bir salon. Kendi oyunlarını sahneliyor, seyircisini oluşturmuş, ‘alternatif tiyatrolar’ın neredeyse tamamının oyunlarının programa girmesini istediği ‘kupon’ mekânlardan biri. Sezonda azımsanmayacak sayıda seyirciyi üstelik sadece tiyatro ile de değil, konser, söyleşi, sinema gibi pek çok türle buluşturan bir kültür merkezi.

Buna rağmen 12 ayın kirasını, stopajını, elektrik, su, doğalgaz, internet, çevre ve tabela vergisi, kdv, gelir vergisi, personel maaşı, sigortaları, salonun teknik bakım-onarım giderleri, yeni oyunların yapım masraflarını karşıladıktan sonra yeni sezona girebilmek için her sene banka kredisi çekmek zorunda kalıyor.

Ekim’de başlayıp zorlaya zorlaya Haziran’da biten, bayram tatillerinden, sömestrden, savaş gündeminden, seçimlerden olumsuz etkilenilen, bu 9 ayın seyirci sayısı bakımından verimli sayılabilecek 4.5-5 ayında oluşan matematik bu.

Yani bizim gibi tiyatro yapanlar için salonlarımız da oyunlarımız da bir ‘zenginleşme’ aracına dönüşmüyor!

Kavramlar da havada uçuşuyor bildiğin gibi. Özel. Alternatif. Bağımsız.

Böylesi meşakkatli bir uğraşı zenginleşme amacıyla yapmadığımız ortada.

Peki, öyleyse niçin yapıyoruz biz bu işi? Bizi hangi kavramla tanımlamalıyız? Malum kavramlar kim olduğumuzu da belirler. Hadi artık şu işin adını koyalım.

Çok doğru bir tarif yapmışsın. Ödenekli tiyatrolarla eğlence –ticari– tiyatronun dışında üçüncü bir tiyatro alanına aitiz. Ne ona ne ona benziyoruz. Toplum fikrine yakın bir yerde duruyoruz. Düşünsel mekân olarak toplum kavramına yerleştiğimizi söyleyebilirim tüm çoğulluğu ve sınıfsallığıyla. Ben bu alanda var olan tiyatroya kamusal tiyatro denebileceğini sanıyorum. Toplumsal tiyatro da denebilir. Ekonomik olarak fahiş fiyatlar ile bilet satmayan, repertuarını nitelikli oyunlardan seçen, toplumun dışlanmış, ezilmiş, hor görülen, ötekileştirilmiş büyük çoğunluğuna seslenen, tiyatro deneyleri yapan, kimi klasik oyunlara yeni yorumlar getiren, kimi kendi oyununu yazan, yeni oynama, sahneleme biçimleri üzerine kafa yoran, birbirine benzemeyen onlarca tiyatronun faaliyet gösterdiği bu alanı tanımlamak için kamusal tiyatro diyebiliriz.

Söylediğin üzere ‘biz’ kamusal bir üretimde bulunuyoruz. Zenginleşmiyoruz. Derdimiz topluma, insanlığa dair. Peki, bu devlet açısından böyle mi? Bizde ‘ticari’ bir değer görmediği için mi bizimle iletişimini minimum düzeyde tutuyor? Kendimiz için pek para etmiyoruz ama devlet açısından da ‘beş para’ etmiyor muyuz? Sonra ‘özel sermaye’ açısından durum nasıl bir de? Malûm bize doğalgaz, aydınlatma hizmeti sağlıyorlar?

Bu devlet için de yeni bir durum. Daha önce böyle bir tanımla karşılaşmadı büyük olasılıkla. Kamusal tiyatro kavramının içi şimdi doldurulacak, mevzuatı yeni oluşturulacak. Kültür Bakanlığı ve tiyatrolarca benimsenen özel tiyatro kavramının bugün artık tiyatroları tanımlamakta yetersiz kaldığını hatta yanlış yönlendirdiğini, bunun için yeni başlıklara ihtiyacımız olduğunu anlayacağız. Şimdi bize düşen, bu yeni tiyatro tanımının barındırdığı sanatsal ve toplumsal imkânları kamusal kaynaklardan destek alarak toplumla paylaşmak. Daha çok tiyatro, daha çok sanat dolu bir toplumsal hayat kurmak için bu kavramı “yerleşik tiyatro kavramlarından” biri haline getirmek için gereken çabayı kültür Bakanlığı ve yerel yönetimler ile hep beraber göstermek.

‘Beklenen destek meşrudur’

Pandemi nedeniyle hayat durma noktasına geldi. İlk kapatılan yerler tiyatro salonları, ilk iptal edilen etkinlikler tiyatro oyunları oldu. Salonlu-salonsuz tiyatrolar büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kaldı. Hükümet kimi yardım paketleri açıkladı, başta sermaye olmak üzere farklı kesimler için. Kültür Bakanlığı ise geçen hafta açıklayacağını söylediği destek paketine dair hâlâ bir açıklama yapmadı. Moda Sahnesi’nin de dâhil olduğu, Emek Tiyatrosu, Oyun Sandalı ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi gibi ekip ve salonlar 12 maddelik bir talepler listesi yayınladı. Bu listede salonların kiralarından tut da personel maaşlarına, vergilerin, sigortaların ertelenmesine kadar pek çok talep yer aldı. Bu kadarı fazla değil mi? Mesela siz bir sezonda devlete ne kazandırıyorsunuz da tüm bunları talep ediyorsunuz?

Bu kadarı tabi ki fazla değil. Tiyatronun “sanatsal” etkisinin yarattığı artı değeri bir yana koyarsak biz de, diğer tiyatrolar da bir istihdam sağlıyor. Sigortalı çalışanlardan, oyunculara epeyce bir insan var tiyatrolarda çalışan. Direkt bünyemizde olmayan grafiker, marangoz, terzi, lokanta, matbaa  gibi ikinci halkayı da buna dahil edersek çalışma ilişkisi içinde olduğumuz insan sayısı epeyce artar. Bilet gelirinden yüzde 8 KDV, yüzde 20 gelir vergisi, kira üzerinden yüzde 20 stopaj ödüyoruz. Bu miktar bir yılda bize verilen devlet desteğinin 7-8 katına denk düşüyor. Tiyatro yapmanın bedelini ödüyoruz gibi bir durum var. Bu bedeli ödeyen tiyatroların salgın gibi bir felaketten en az hasarla çıkabilmek için devletten destek beklemeleri ekonomik olarak da, sanatsal artı değer açısından da meşrudur.

Kültür Bakanlığı’nın bu vurdumduymaz tutumu bir yere kadar anlaşılabilir. Açıklayacakları destek paketi de ilk başta dostlar alışverişte görsün paketi olacak. Biz sanattan ve seyircimizden gelen gücü kullanabilir yani örgütleyebilirsek değişecek tutumları. Peki, ya yerel yönetimler? Mesela Kadıköy Belediyesi “hele bir pandemi bitsin o zaman bakarız” burcunda?

Vurdumduymazlık değilse bile bir ne yapacağını bilememek hakim kurumların hepsinde. Bu hazırlıksız yakalanmaktan daha farklı bir durum kanımca. Bu temelde bilgi toplamayı, o bilgiyi tasnif etmeyi beceremeyen, buna ihtiyaç duymayan bir mekanizmayı işaret ediyor. Hasbelkadercilik bu, işi rastlantıya bırakma. Sorumluluk almak gibi “büyüklere” dair davranışların gelişmemiş olması. Sokağa çıkma yasağını 2 saat önce ilan edip tüm halkı sokağa döken sorumsuzluğun anavatanındayız. (Herkesin sorumluluğu bu arada. Yani dilim varmıyor ana suçun büyüğü senin be kardeşim.) Tiyatrolara ait bilginin çıkarılması ve işlenmesi için bir gerekçe lazım. Mesela o ülkede yapılan tiyatro ile ilgilenmek için kendine nedenler yaratması lazım bu kurumların. Bu tiyatroların sürdüğü yaşama bakması, oralarda aksayan yanların tespit edilmesi, çağın istekleri doğrultusunda bu aksayan yönlerin düzeltilmesi için devletin de yerel yönetimlerin de kendilerine gerekçe yaratmaları gerekirdi daha salgın olmadan. Deniyor ki tiyatroculuk anayasada bir meslek olarak tarif edilmemiş. Bunun için tiyatrocular yıllardır uğraşır ama bir sonuç çıkmaz. Oyunculuk, yönetmenlik bir meslek değildir yani. Bu hep tiyatrocuların sorumluluğundadır sanki. Biz yeterli baskıyı kurmadığımız için bunu sağlayamıyoruz gibi bir intiba var. Oysa Kültür Bakanlığı’na şu denebilir: Eğer böyle bir açık görüyorsanız bu eksiği siz niye düzeltmiyorsunuz. Tiyatroculardan görüş istenilsin, anayasaya nasıl yazılacaksa onun çalışması yapılsın ve bu dertten kurtulalım. Bununla neden tiyatrocular uğraşsın ki? Maaşından, gelirinden vergi alıyorsanız, bunun için yasalar varsa, meslek olduğunu gösteren yasa da kolaylıkla yapılabilir.

Artık eski, zamanın ihtiyacına cevap vermeyen kavramlarla tiyatro faaliyeti sürdürmek zorlaşıyor. Bundan sonraki aşama yeni ihtiyaçlara cevap verecek kavramlar ve pratikler üretmek olacaktır hem tiyatrocuların hem de yerel ve merkezi yönetimlerin işi.

‘Tiyatro Meslek Birliği’ni kuracağız’

Son olarak, tiyatrocuların bir araya geldiği değişik örgütlülükler var. Her biri zaman zaman etkili çıkışlar yapıyor olmakla birlikte alanın tümünü temsil eder hale gelemedikleri ve zaman zaman etkisizleştikleri ortada. Pandemi çoğu salonu kapanmanın eşiğine şimdiden getirdi bile. Pek çok topluluk dağılacak bu sürecin sonunda. Böyle olmaması için ya da böyle olsa bile yeniden ayağa kalkmak için en yakıcı ve ilk hamlemiz ne olmalı?

Bir takım tiyatro örgütleri var halihazırda. Etkinliği anlamında Kadıköy Tiyatro Platformu ve Tiyatro Kooperatifi’ni sayabilirim. Bu iki örgüt epey bir tiyatroyu bünyesinde barındırmasına rağmen tüm tiyatroları düşününce çok büyük bir sayı olmaktan çıkıyor. Bu iki örgüt kendi üyelerini temsil ediyor öncelikle. Dışında duran tiyatroları temsil edemez, buna yetkisi de hakkı da yok. Bu nedenle büyük bir ‘tiyatro meslek birliği’ne ihtiyaç olduğu kanısındayım. Hem her şehrin kendi içinde bir birlik kurması hem de bunların koordinasyonuyla tüm Türkiye’yi kapsayan bir meslek birliğine yaşadıklarımız gösterdi ki acilen ihtiyacımız var.

 

Kaynak: https://sol.org.tr/haber/ucuncu-alandayiz-ozele-karsi-kamusal-tiyatro-2050

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku