Yalın insanların gösterişsiz bir albenisi var. Bana sorarsanız, efendiliğin geçer akçeden sayılmadığı yalansız bir dünyada, kısa vadeli planları, ilişkileri parlatmayı bir kenara koymazsak eğer, ıskalayıp gideceğimiz nice güzel insanlar olacak. Ben onun tutturduğu yolu, tuzaklara aldırmayan, yılgınlığa düşmeyen ve sızlanmayı aklına getirmeyen direncini sevdim. İşiyle öylesine meşgulken yaydığı ilhamın farkında bile olmama ihtimali var. Kendini sakladığı gerçekliğin içine, anlamayı, eğriyi doğrudan ayırt edebilmeyi, işini hakkıyla yapabilmeyi, çalışkanlığı, samimiyeti hiç allayıp pullamadan üst üste koymuş. Bu bana çok anlamlı geliyor.
Tiyatro yapsın diye doğan insanlar var. Gözden kaçan güzellikleri yeniden yaratıyorlar. Buna şüphe yok. O yüzden işte, ben onları tanıdığıma her gün seviniyorum. Yeniden…
Daha konservatuvara girmeden amatör tiyatroyla ilgileniyorsun. Ve “tiyatro dağ gibidir, yaklaştıkça ne kadar büyük olduğunun farkına varırsın” diyen Mehmet Esatoğlu ile çalışıyorsun.
Ben zaten Mehmet Beyazıt Lisesi mezunuyum. Mehmet Beyazıt, İstanbul’da tiyatro geleneği olan liselerden birisi. Sınıf arkadaşlarım, Yaşar Kurt, Cüneyt Uzunlar, Mustafa Turan, Güzide Balcı. Mehmet Esatoğlu’nun önderliğinde, Lale Ulutepe ile başladık tiyatroya. Sonra İstanbul Sahnesi’nde devam eden bir maceram var. Önce Mustafa Turan Eskişehir’i kazandı. Ben de bir okul okumanın gerekliliğini hissettim. Yani bunu meslek edinmek gibi bir derde düştüm açıkçası. Ama İstanbul’daki ve Ankara’daki konservatuvarlar beni kendilerine çekmedi mi diyeyim bilmiyorum; Mustafa Eskişehir’deki konservatuvarın ilk öğrencilerindendi. Okuldan bahsettikçe dedim ki bu sıfırdan başlayan bir şey, onu tercih edeyim. Zaten başka bir konservatuvar sınavına da girmedim. Girdiğim tek sınavdı, kazandım ve 1990’dan 1994’e kadar her hafta okulu bırakarak 27 yıl devam etti Eskişehir hayatım. Tabii orası bambaşka bir dünya. Bizi biz yaptı.
İlk işin, 1988’de çektiğin, hatta Reha Erdem’im de ilk filmi olan “A-Ay”. Yani önce alaylı sonra okullu oluyorsun. Nasıl buluştunuz?
Doğru, ben o sene lise son sınıfa geçmeye çalışıyordum ve Mehmet Beyazıt Lisesi’nde tiyatro yapıyordum. Beni Mehmet Esatoğlu buldu. Reha Erdem onunla karşılaşmış ve böyle bir film çekeceğinden bahsetmiş. Mehmet Esatoğlu da ona “tamam sana çocuğu göstereceğim, sizi karşılaştıracağım” demiş. Reha abi beni görünce hemen tamam demiş. Bir set günü, Reha abi beni yanına çağırdı. Onun kara kaplı bir defteri vardı. Açtı o defteri; Nurdan karakteri… Yanında da Fransa’da gazeteden kesilmiş reklamdaki bir adamın denize bakan fotoğrafı. Aynı ben! Zaten o yüzden beni görünce tamam demiş. Senaryoyu da kendi yazdığı için, karakterleri tipoloji olarak belirlemiş öncesinden. Hayatımda ilk defa “storyboard”u orada gördüm ben. Sahne sahne çizmişti filmi; kamerayı nereye koyacağını; kameranın hangi hareketi yapacağını; daha sete girmeden biliyordu, hesaplamıştı her şeyi. İyi ki öyle bir adamla çalıştım.
1990’da öğrenciyken ikinci filmin “Ölürayak”ı çekiyorsunuz. Ve şimdi “Kral Lear”da aynı sahneyi paylaştığın Haluk Bilginer ile neredeyse otuz sene önce o filmde birlikte oynuyorsunuz.
O sene Haluk abi yeni gelmişti Türkiye’ye. Hatta şimdi konuşuyoruz, “Bak aradan otuz yıl geçmiş, yeni bir filmde tekrar beraber oynama zamanı gelmiş artık” diyoruz. O filmde de Mehmet Esatoğlu’nun önderliği var. “Ölürayak” Haluk abinin Türkiye’deki ilk kişidir. Filmde abi kardeş oynadık. Sanırım bu da benim şansım bir biçimde hep ilklerin içinde oluyorum. Reha Erdem’deki gibi, Haluk abi gibi. Bu filmin yönetmeni Aydın Bağardı’nın ilk filmi olması gibi.
İnsanın hayalindeki rolü daha konservatuvarda oynaması şans mı/şanssızlık mı? (Hamlet’teki Hayalet).
Üçüncü sınıftaydım ve dördüncü sınıflarla ortak bir ders alıyorduk. Amerikalı bir yönetmen bize teksti getirdi ve projeyi açıkladı. O da benim için çok değişik bir deneyimdir. Bir yönetmenin daha provanın ilk gününde, bütün takvimi önümüze koyması hayatım boyunca ilk kez gördüğüm bir şeydi. Bir daha da böyle bir şey görmedim zaten. Provanın ilk günü prömiyer tarihini verdi. Sahnelerin, kostümün, dekorun çıkış tarihleri, bir gün önce/bir gün sonra farkıyla hep önceden planlanmıştı. Bizlere kartoteks’ler dağıtıp sağ tarafa istediğiniz rolü, sol tarafa da becerilerinizi yazın demişti. Ben oraya direkt “Hamlet”teki hayaleti yazdım. Çünkü üçüncü sınıfa kadar hep insanları oynadık. Ben konservatuvar oyunlarına hiçbir zaman proje oyunları gibi bakmadım. Onlar hep oyunculuk için deneyim demekti benim için. Hayaleti oynamak benim için bir oyunculuk öğrenme fırsatıydı; Hamlet değildi benim için önemli olan.
Mezuniyete yaklaşırken iş bulma paniği başlamış mıydı; bu sefer gerçekten İstanbul’a dönmeyi hiç düşünmedin mi? Yoksa “Eskişehir Tiyatora Kumpanyası”nı (ETK) kuracağınız o zamanlar belirlediğiniz, okurken ilmek ilmek büyüttüğünüz bir hedef miydi?
ETK bizim öğrenciyken oturup konuştuğumuz bir şeydi ve 1994-1995 yıllarında mezun olunca da sınıfımızla kurduk. Bizden önceki yerleşik tiyatro en son 1972 yılında yapılmış. Dolayısıyla 1994’te gelindiğinde, yerleşik tiyatronun ne olduğunu bilmiyordu aradaki nesil. Bize “Gene mi geldiniz? Haftaya da burada mısınız?” diye soruyorlardı. Ya özellikle adını “Eskişehir Tiyatora Kumpanyası” koyduk! O kadar yıl içerisinde, seyirci sadece turne tiyatrosuna alışmış. Sadece tiyatro seyircisi değil; maliye de bilmiyordu ne olduğunu, belediye de bilmiyordu. Ama tabii bizim gücümüz yetmedi. 1999’a kadar sadece beş yıl dayanabildik. Bizi o süreçte yaptığımız turneler ve özel kurslar ayakta tuttu. Yoksa tiyatrodan para kazanmak mümkün olmadı açıkçası. İki kişinin üzerindeydi şirket ama biz kazandığımız parayı kaç kişiysek o sayıya bölüşüyorduk. Adı üzerine “kumpanya”ydık. Turneye giderdik, turneye gitmeyenlere para vermemek gibi bir şey hiçbir zaman olmazdı. Yine kazandığımız parayı, toplamda kaç kişiysek, o kadar kişiye pay ederdik.
1994-1999 arası ETK’da çocuk oyunları hariç sanırım 15-16 oyun oynamışsınız. -“Rumuz Goncagül” (Oktay Arayıcı), “Zengin Mutfağı” (Vasıf Öngören), “Verimsizler” (P. Turrini), “Othello” (Shakespeare), “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”(Haldun Taner), “Tahta At”, “Kamyon” (Mehmet Baydur), “Macbeth” (Shakespeare), “Ramazan Eğlencesi”, “Palyaçolar Treni”, “Masal Var Masalcık Var”, “Kuvayi Milliye (Nazım Hikmet), “Evcilik Oyunu” (Adalet Ağaoğlu)…- Repertuvarı nasıl oluşturuyordunuz? Bir özgürlük ortamında mı? Şehrin çehresinin, kültürel yapısının değişimine tanık olmak demeyeyim de bizzat değiştirenlerden olduğunuzu fark ediyor muydunuz?
Sadece kültürel anlamda biz şehrin çehresini değiştirmedik. Şehir de çok değişti. Ben Eskişehir’e ilk gittiğimde, Porsuk her hafta başka bir renk akardı. Şimdi aynı Porsuk’ta gondolla geziyorsun. Bundan ötesi var mı? İlk üç sene, her sezon üç oyun oynadık. Yani birini oynayıp kaldırıp yenisine başladık. O dönem tiyatro seyircisi çok kaygandı. İkinci ayın sonunda zaten bitiriyorduk seyirciyi. O yüzden hemen bir yenisini yapmak zorunda kalıyorduk. Bunun için de bütün yaz kafa kafaya verip önce ne yapalım, sonra hangisini koyalım diye düşünüyorduk. Daha sonra o Ticaret Odası’ndaki yeri bizden aldılar. Ev sahibimiz orayı satmış. Yeni sahipleri de bize güle güle dediler. Bayağı sokakta kaldık. Ben de mecburen askere gittim. Askerden döndüğümde de sendika ile birlikte yeni binamızdaydık artık. Perşembe, Cuma, Cumartesi oyun günleriydi. Cumartesi matine-suare oynuyorduk. Pazar günü ayrıca çocuk oyunu oluyordu. Yani Cumartesi-Pazar beş oyun oynuyorduk. Bir-iki sene bu tempo aralıksız sürdü.
Ahmet Cemal’in dahli var mıydı ETK’nın doğmasında?
Hayır, ona danıştık. O da bunu birdenbire köşesinde yazdı. “Hay Allah, hocam biraz erken oldu falan” dedik. Ya yapamazsak, ya mahcup olursak diye tedirgin olduk. O yazı üzerimizde büyük bir baskı oldu yani. Mezun olduktan sonra hadi tiyatro kuralım dediğimiz bir şey değildi bu. Daha öğrenciyken küçük küçük oyunlar yapıp biz mezun olduktan sonra Eskişehir’de tiyatro yapacağız, sponsor olur musunuz diyorduk ama 94 krizi sadece onları değil; hepimizi vurduğu için biz tarihsel olarak yanlış zamanda, yanlış yerde olduğumuzu fark ettik ama bu arada 1999 olmuştu. Ve biz artık çok fena batmıştık.
Tiyatro batınca 1999’da Enis Yıldız ve sana “Tiyatro Anadolu”dan teklif geliyor ve okuluna geri dönüyorsun. Böylece üçüncü nesil ödenekli tiyatro günlerin başlıyor.
Çünkü geriye bütün borçlarla birlikte sadece Enis ve ben kalmıştık. Bunu kimseyi suçlayarak söyleyemiyorum. İnsanlar kendi yollarını çizdiler. Bizim yolumuz da buydu. Dolayısıyla kalan borç da bizim borcumuzdu. Engin Ataç, Enis’le bana “Tiyatro Anadolu”yu anlattı. Aslında “Eskişehir Tiyatora Kumpanyası”ndan bir sene önce, Engin Hoca tarafından kurulmuş ancak üniversitenin yapısından kaynaklı, sürekli oyun oynayan bir hal almamıştı. Artık repertuar tiyatrosu olmak ve haftanın belirli günleri düzenli perde açmak ve bizim de “ETK”dan kazandığımız deneyimle yola çıkmak isteğinden bahsedince, biz tabii çok sevinerek gittik. Engin Hoca bize çok net bir şey söyledi. Konservatuvarda olsa da siz “Tiyatro Anadolu”nun elemanısınız; dolayısıyla derse girmeyeceksiniz dedi. Enis’le ikimize bir oda verdi ve biz başladık çalışmaya. Üç kişilik bir oyun seçildi sonra Aylin (Bayrakçeken) de geldi ve biz oyunu çıkarttık. Sonra da “Tiyatroda Anadolu” haftanın belirli günleri düzenli perde açan bir tiyatro oldu. Aramızdaki sohbetlerde “Tiyatro Anadolu”nun üçüncü tür ödenekli tiyatroya evrilmesi konuşuluyordu. Hep üniversitenin çatısı altında tiyatro nasıl yapılır, bu nasıl olurun yollarını aradık. YÖK’ün de tabii sağ olsun bunun çok önünü kapatan yerleri vardı. Vakıflar kapatmadan önce “Tiyatro Anadolu”nun durumu çok daha iyiydi ama kapanınca hareket edecek yer kalmadı. Çünkü bütçe kalmadı ve biz yine de amatör ruhla tiyatro yapmaya devam ettik. Sabah gidip dekoru biz kuruyorduk. Akşam oyun oynuyorduk, sonra dekoru söküp ertesi gün, başka oyunun dekorunu kuruyorduk. Hatta benzer biçimde “ETK”daki binanın tüm elektrik kablolarını ben döşedim. Boya badanayı biz yaptık. O dönem haftanın üç günü, üç ayrı oyunda oynadığımı biliyorum.
E bu inşaat, dekor, boya-badana bir tiyatrocuda aranan olmazsa olmaz vasıflar. Üzerine bir de oyunculuk yapman bekleniyor. Orada da 24-25 oyun oynanmış –“Kader Kısmet Oyunu” (Umur Bugay), “Zamazingo” (Aziz Nesin), “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” (Haldun Taner), “J. Faust”, “Eski Fotoğraflar” (Dinçer Sümer), “Keşanlı Ali Destanı” (Haldun Taner), “Biederman ve Kundakçılar” (Max Frish), “Fırtına” (Shakespeare), “Kökler” (Arnord Wesker), “Büyüyünce Ne Olacaksın” (Turgut Denizer), “Kuru Gürültü” (Shakespeare), “Hırsız” (Eric Chappell), “Yangın Yerinde Orkideler” (Mehmet Baydur), “Aşkın Karın Ağrısı”, “5. Frank”, “Macbeth”, “Polisler”, “Totlar”, “Doyçland”, “Bir İntiharın Genel Provası” (Duşan Kovaçeviç)– ve bir sezonda 14.000 izleyiciye ulaşılmış.
Kültürel etkinlik adı altında bir şey açıldı ve biz bunu mecburi ders gibi koyduk. YÖK de bunu destekledi. Mesela bir öğrenci iki oyuna geliyorsa not olarak 100 alıyordu. Tiyatromuz artık düzenli perde açıyordu. Aylık program çıkıyordu. “Tiyatro Anadolu”nun en parlak dönemiydi ama tam o dönemin sonunda vakıflar da bitince bir şey yapamaz hale geliyorsunuz. İster istemez tiyatronun içi de çöküyor. İstediğin kadar amatör ruhla çalış, gidip duvara çarpıyorsun işte. Yine de arkadaşlar orada inatla sürdürüyorlar tiyatroyu.
En son “İntiharın Genel Provası”nda oynuyorsun ve 15 Ekim 2017’de istifa edip Eskişehir’den İstanbul’a taşınıyorsun.
Evet ama tiyatrodan ayrılmama rağmen bir sene daha derslere devam ettim. Hatta konservatuvarda yer vermediler; gidip “İki Eylül Kampüsü’nde Mühendislik Bölümü”ne ders verdim.
İstanbul’daki -merhaba, ben geldim- işin, 2010’da Broadway’de dünya prömiyerini yapan ve eleştirmenleri ikiye bölen “Kayıp El”. Bu sefer çağdaşın, hatta yaşıtın Martin McDonagh’un oyununu oynuyorsun. Yönetmeni İlham Yazar’la önceden Tiyatro Anadolu’da biri “Polisler”, diğeri “Totlar” olmak üzere iki oyun yaptığınız için önceden tanışıyorsunuz ama ilk defa başka bir tiyatroda (DasDas) ve yeni rol arkadaşlarıyla oynamak nasıldı?
İstanbul’da en son 1989’da “İstanbul Sahnesi”nde “Şarkımız Güneye Dair”i oynamıştım. İkinci oyunum, 27 yıl aradan sonra “Kayıp El” oldu. İşte İlham, Mert Fırat’la DasDas’ta böyle bir oluşum içinde olduklarını anlattı ve yapmayı düşündüğü oyunu okumam için gönderdi. Okudum, güzel. Ayrıca İlham’la çalışmak da zevkli. “Tamam, yaparım” dedim. Hem yeni oluşum, yeni işler olunca bensiz olmaz diye düşündüm. Bakıyorum “A-Ay” Reha ile benim ilk işimiz, “Ölürayak” hem Haluk abinin hem yönetmen Aydın Bağardı’nın ilk işi, Eskişehir’de ilk kez bir tiyatro kuruluyor ve içinde ben varım. Madem DasDas’ın da ilk projesi, o zaman içinde olmak zorundayım dedim. Teksti ele aldığımızda hiç bizimle alakalı bir metin olmadığını görmüştük. Baktığımızda bildiğin bir Amerikan filmi o. Bizde karşılığı yok. Bunu yaparken de var olan dili biraz daha ağza oturur hale getirdik. Sokak ağzını kullandık. “Anne” değil; “ana” diyoruz mesela. Böylece seyirci Amerikan filminin daha içerden izler hale geldi. Tam yarım sezon “Kayıp El”i oynayıp yeni sezona geçerken Mert Fırat “Uyarca”yı yapıyoruz, orada oynamak ister misin dedi.
Okulda “Ziyaret” oyununu oynadığın için ayrıca aşina olduğun Dürrenmatt’ın “Uyarca”sının provaları başlıyor başlamasına. Ama senin rolün boş ve İstanbul’a taşındığını bilmeyen Ahmet Mümtaz Taylan sana teklif götürmüyor bu yüzden. Böylece DasDas’taki ikinci oyunun da “sadece 7 provalı basit bir iş olarak başlıyor değil mi?
Evet onlar on gündür prova yapıyorlarmış ama o role kimseyi bulamamışlar. Ahmet Mümtaz Taylan öyle vaatlerde bulundu bana. Yedi provada sen halledersin dedi; bir ay prova yaptık tabii. Ben zaten o kadar kısa prova olmayacağını biliyordum, istemezdim de…
İşte hocalık yapmıyorum meslektaş yetiştiriyorum sözünün somut örneği “Uyarca”da beraber oynadığın öğrencin Serhan Onat.
Ayrıca “Güllerin Savaşı”nda Münire (Apaydın) karımı oynuyordu. Onu konservatuvara biz soktuk. Önce hocası oldum, sonra da kocası oldum. Var mı ötesi?
Onca yıl Eskişehir’de ekip tiyatrosu geleneğini deneyimledikten sonra İstanbul’da DasDas’ta iki farklı yönetmen ve ekiple, ardından Oyun Atölyesi’nde oynadığın “Kral Lear” ile bambaşka bir grupla birliktesin. Uzun yıllar birlikte çalışmanın getirdiği akıl birliği, ortak dil oluşturduğu için beraberinde çalışma konforu da getiriyor. Oysa her özel tiyatronun dili, dinamikleri bir diğerinden farklı. Buna alışmak kolay oldu mu?
Enis’le ben 1987’den beri tanışıyoruz. Liseden beri birlikteyiz. Bu aramızda öyle bir dil oluşturdu ki sahnede Enis arkamdayken -görmesem de- ben onun ne yaptığını bilirim. Artık onunla o haldeyiz. Ve onunla sahneye çıkmayı çok özlüyorum. O çok başka bir şey. Burada bana garip gelen şey, mesela “Kral Lear”ı örnek alalım: On bir oyuncuyu -buna Haluk abi de dahil- bir tiyatro mekanına tıkıyorsunuz, ellerine “Kral Lear” gibi kalınca bir tekst veriyorsunuz ve dokuz haftada bu metni çıkartın diyorsunuz. Bu çok zor bir şey. En başta kanın uyuşması çok zor. İstanbul tiyatroları o anlamda zoru gerçekleştiriyor. Bu çok zor derken, bana zor geldi. Ben her zaman tiyatronun bir ekip işi olduğuna inanıyorum. Tiyatrodaki herkesin birbirini sevmesi gerekmiyor ama bir bütün içerisinde olmaları şart.
Ben “Uyarca”yı prömiyerde izledim ve açıkçası üslup farklılıklarına tanık oldum.
İşte zaten benim söylediğim sorun da bu. Burada çalıştığım üç ayrı oyunda -başkalarıyla değil ama- kendi kendime tartıştığım şey de bu. Tiyatro ekibi yaratmak mı; yoksa insanları bir araya getirip bir seferlik bir prodüksiyon ortaya çıkarmak mı? Bir parça buraları tartışmak gerekiyor gibi geliyor bana. Bazı oyunları izlediğinizde, kan uyuşmazlığını çok net görüyorsunuz. Benim tiyatro anlayışıma göre sahneye çıkmış oyuncuların ortak bir dil oluşturması gerekiyor. Bir teksti söylemek ortak dil değildir; aynı anda hareket edebilmek ortak dildir tiyatroda.
DasDas geçen sene “Berliner Ensemble”ın, “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni getirmişti. Oyundan sonra Genel Sanat Yönetmeni Oliver Reese ile Yazarlık Programı Direktörü Moritz Rinke’nin katıldığı bir de söyleşi olmuştu. Sen de izleyenler arasındaydın.
Gerçekten inanılmaz bir gösteriydi, seyrettiğim oyun mükemmeldi ama oyunun dramaturjik olarak karşılığı bende başka bir yerde. İşte biraz önce söylediğimiz şey: On bir kişiden ikisi “Berliner Ensemble”ın elemanıymış. Diğerleriyle buraya gelmeden Ağustos ayında bir araya gelmişler. Ama öyle bir tarz birliği yakalamışlar ki… E bunu deyince onlar koskoca “Berliner Enemble”, geleneği var diyorlar. Olsun, sen de bilmem ne tiyatrosusun! Bir şeyin gelenek haline gelmesi için uğraşmalısın. Özel tiyatroların özelini at, geriye tiyatro kalıyor. Tiyatro bahanelerle yapılmaz. Biz Cevat (Çapan) Hocaya okuldayken niye eleştiri yazmıyorsunuz derdik. “Oyunlarla Yaşayanlar” sahneye konmuş. Ona “Koyunlarla Yaşayanlar” başlığıyla bir eleştirisi yazmış. Ki gerçekten çok kötü bir oyundu, asla Oğuz Atay’ı seyretmedik. İşte böyle eleştiri yazısı mı olur, zaten tiyatroya gidilmiyor, tiyatronun yanında mısın; karşısında mısın diye Cevat Hoca’nın üzerine gelmişler. O günden sonra bir daha tiyatro eleştirisi yazmadı Cevat Hoca, yıl 1991’di.
Yıl 2019 hâlâ eleştiri yazanların kalemleri tutuk. Hocan Simon Telvi’nin demesiyle yönlendiren kişi oluyorsun. Aiskhylos’un “Yakaran Kadınlar”ının rejisini Didem Balçın, Mert Fırat ve Volkan Yosunlu ile birlikte yapıyorsunuz.
Simon Telvi, kendine yönetmen demez; yönlendirici derdi. Ben de kendimde yönetmen vasfı görmediğim için bu tabiri kullanıyorum. Ben oyuncuyum. Gerçekten de bir oyuna yönetmen gözüyle bakamam. Öyle bir vasfım da, niyetim de yok. “Yakaranlar”daki ekip amatördü ve benim yaptığım bir oyunculuk çalışmasıydı. Ses nasıl çıkartılır, duygu nasıl aktarılır, onları göstermeye çalıştım. Tekstin koral halde nasıl söylenebileceğinin yolunu gösterdim ben. Kendi açımdan sadece organize etmeye çalıştım.
Dünyanın en eski oyunlarından birini sahnelemek nasıldı? Aiskhylos 90 kadar oyun yazmış, bunlardan sadece 7’si günümüze ulaşmış. “Yakaran Kadınlar” ise ilk oyunlarından. Ne kadar eski, ne kadar yeni, ne kadar güncel?
Dünyanın en eski oyunu günümüz meselesini anlatıyor. Keşke diğer iki oyun kaybolmasaymış. Elimizdeki, üçlemenin birinci oyunu. Bu oyunun da şöyle bir hikayesi var. Fatih, İstanbul’u işgal etmeden önce oyun, Bizanslılar tarafından bulunuyor ve buradan kutsal emanetlerle birlikte Vatikan’a kaçırılıyor. Metin şu anda Vatikan’da bir müzede. Ayrıca metindeki İo’nun hikayesi de İstanbul’da geçiyor. Bu ikisi birleşince hepimizi heyecanlandırdı.
O zamanın konusunun bugünkü güncel karşılığı üçüncü sayfa haberleri olarak yazılmaya devam ediyor. Baskıya karşı gelen kadınların o çağlardan bugüne ses olması bugünkü kadını rahatsız edip, hareketlendirmesi, seslenmesi hem güç veren hem sorumluluk veren bir yakarış.
Sadece kadınları değil; insanları ikinci sınıf haline getirmek, daha o zamanlardan başlayan ve bugün de devam eden bir şey. Değişen hiçbir şey yok. Aiskhylos’un baktığı yerden demokrasi meselesine gelmesi, konuyu oradan anlatması çok enteresan. Evet, o topraklara, o kadınları kabul ediyorlar ama sonra bizim erkeklerimiz ile evlenin diyorlar. Onlar zaten bundan kaçmadı mı? Güzel bir tartışma bence.
MÖ 463’te, koro ve tek bir oyuncu için yazılmış ama işte bir elin nesi var elli elin sesi var. Bu oyun aslında demokrasinin ne kadar gerekli olduğunu ve gerçek anlamıyla uygulandığında nasıl çözümcü bir sistem olduğunu da gösteriyor.
Diğer oyunlarında koro kenarda olup oyunu pekiştiren bir kişilik. Antik Yunan oyunlarının hepsinde öyle ama “Yakaranlar”da koro bir sürü kadından oluşan bir bütünmüş gibi görünüyor. Koro burada bir oyun kişisi. Diğer oyunlarda koronun işlevi oyunu seyirciye anlatan konumundadır. Burada anlatıcı yok; oyun kişisi var. Güzelliği burada yani.
“Kral Lear” nasıl başladı?
Haluk (Bilginer) abi aradı. Gloucester Kontu rolü var, düşünür müsün dedi. Ben de DasDas’ta iki oyunumun olduğunu söyledim. Sonra Mert’le konuştuğumda “Uyarca”nın devam etmeyeceğini öğrendim. Böylece vakit yaratabileceğimi anlayınca kabul ettim.
Peki, 6 Ağustos 2018’de “Kral Lear”a kadeh kaldırırken, hissettiğin neydi?
Bu yol beni nereye götürecek diye sordum kendime. Böyle savrulan bir yaprak gibi değil ama nehir gibi akıyor olmak daha hoş oluyor. Benim her zaman, neyi, ne kadar biriktirebilirim diye bakmak daha çok hoşuma gidiyor. Dolayısıyla hiç korkmadım ve bunlar kim, ne oluyor gibi sorularım hiç olmadı. Hadi başlıyoruz dendiğinde de her şeyimi soyunarak hiçbir şey bilmiyor gibi başladım. Bunca yıl içerisinde geldiğim yerden öğrendiğim yegâne şey: Ben biliyorum diye değil de; a bak böyle de bir şey varmış diye başlamak gerekiyor. Bu bendeki zevki daha da katlayan bir şey oluyor. Böylece yaptığım işten daha büyük zevk alıyorum.
“Kayıp El”de elin yok, “Kral Lear”da gözün yok. Yönetmenler seni hep kısıtlıyor. Tüm uzuvların tam olsa seni tutabilene aşk olsun, öyle mi?
Bunu “Uyarca”yı seyredenlere sormak lazım. Orada her şeyim tamamdı. Gerçekten bir denk geldi yani. Çok büyük tesadüf oldu. Ben de gülmedim değil yani Gloucester rolü gelince. Daha önce elim yoktu. Burada da gözüm yok. Muharrem (Özcan) yetinmedi. Bir de başparmağımı kestirdi. Kader…